15 Aralık 2011 Perşembe

İstanbul Gezileri 7 "TÜNEL'DEN GALATASARAYI'NA

Erken 1920'ler Yüksekkaldırım. Merdivenler 1956'da kaldırıldı. Yokuş otomobil trafiğine açıldı. Ardından iş yerlerinin akınına uğradı. Aileler buradan kaçmaya başladı. Bugün İstiklal Caddesi neredeyse tekrar gelip Yüksekkaldırım'a dayandı.Yeni özel üniversiteler ya da üniversite olduklarını iddia eden "öğretim kurumları" bu civarda binalar satın alıyorlar.Bakalım bu kez bu mahal nasıl bir değişim geçirecek? Şehirlerin, mekanların canlı bir organizma olduklarını, sekenelerinin içinde yaşadıkları toplumsal-ekonomik koşullardan etkilendiklerini  kabul etmek gerekiyor. Mekanları üzerlerinde yaşanan en genel anlamında toplumsal ilişkilerden, insanlardan soyutlayarak ele almak doğru olmaz. 
Bu fotograf Sermet Muhtar Alus'un İstanbul Kazan Ben Kepçe adlı kitabından alındı. Beyoğlu'ndaki Tünel binasınn ilk hali. Mimarisi Kadıköy Tramvay Garajı'nın mimarisine benziyor.


Tünel'in hemen karşısındaki  makine dairesi ya da atölyesi

Tünel hemen karşısında bulunan makine dairesi. Kömürle çalıştığı yıllar.
Donizettilerin Asmalımescit sokağındaki apartımanları

1883 tarihinde yapılmış Tünel Pasajının Tünel Meydanı'na bakan cephesi

Donizettilerin apartımanı

1930'ların sonunda  Hidivyal Palas altına taşınan Lebon Şekercisi yerinde şimdi yine başka bir Lebon var

 
Galatasarayı'dan Meşrutiyet caddesine girdiğimizde solda  1895 tarihli Parma Apt . Bina 1933'te baştan aşağı bir elden geçirilmiş. Bugünkü halini almış.   Sahipleri sarayın terzileri arasında bulunan Parma Ailesi.  İstanbul'a 18.yy'da yerleşmişler.  Palma, Lena ve Parma  ortaklığındaki atölyelerinde, 2. Abdülhamit' e ve ailesi için epey iş yapmışlar. Hatta sultanın hallinden sonra bile ona ve ailesine elbise yapmayı sürdürmüşler. Tabii  sonra Sultan Reşad için de mesai yapmışlar.  Atölye erkek terzihanesi olarak biliniyor. Ancak, saraya sadece  erkek kıyafetleri dikmiyorlar, sarayın mefruşat ve döşeme işlerini de yapıyorlar.  Terzihane, Cadde- i Kebir'de 1923'e kadar faalmiş. Binadaki ana giriş kapısının etrafındaki kordela süsün bina sahibinin terzi oluşuyla bir ilişkisi olabilir mi? Yoksa alelade  bir mimari süs mü?  Terzihane kapanınca, Paul  Parma terzi atölyesindeki alet edevatını bu binadaki evine taşımış. Binada yakın zamana kadar ailenin mirasçıları olan Parma'lar oturmaya devam ediyorlardı. Hem de aile büyüklerinden intikal eden o alet ve edevatı muhafaza ederek. Şimdilerde, Ahırkapı'da bulunan Armada Otel tarafından satın alınan bina otele dönüştürülüyor.

En sağda Parma Apartımanı 1933'teki mimari müdahaleden sonra. Solda Paul Parma padişahtan aldığı madalyalarla.


Parma Ailesi 20 yy'ın başlarında bir arada, aile hatırası.

Balık Pazarı'nın arka tarafında Tarlabaşı'na bakan eski bir İtalyan tarzı apartman

İngiliz Elçiliğinin Tarlabaşı tarafına bakan yüzünün  Şişhane 'den gelirken  sağ altında  orjinali Yavuz devrinden kalma cami. Bugünkü görünümü 20yy başlarında bir mimari müdahaleye maruz kalmış olduğunu gösteriyor.  


Balık Pazarı ya da renklerin ahengi (bırakalım Oktay Rifat konuşsun: İndim baktım şıkır şıkır balık pazarı/Üç tek attım sarhoş oldum ayak üzeri/Üç doluya üç tanecik badem şekeri/top çiçeğim deste gülüm/canım İstanbul'um. Laf aramızda, çocukluğumda sanki böyle bir İstanbul şarkısı veya türküsü vardı.)

Anadolu Demiryolları Genel Müdürü Huguenin

Asmalımescit'te Asmalımescit Apartmanında, Osmanlı'da uzun yıllar  İngilizce çıkan tek  gazete "Levant Herald"

Gelelim bugünkü söyleşimize. Beyoğlu'nun ünlü İstiklal Caddesi'nden söz edeceğiz. Beyoğlu ismi nereden geliyor acaba? Fatih Sultan Mehmet, Pontus devletini yıkınca, imparator ailesinden, yani Komnenos'lardan bir prens müslüman oluyor ve İstanbul'a geliyor. Burada bugünkü Tünelin bulunduğu mahalde kendisine bir konut yaptırıyor. Ondan sonra bu mahal Beyoğlu olarak anılmaya başlıyor (Bu iddianın dile getirildiği en önemli iki kaynak, W.Miller: Trebizond the Last Greek Empire, 1962; ve A.Brayer: Neuf années a Constantinople, Paris 1886). Esasen bu mahallin ta baştan gayrimüslimlerin yerleştiği bir yer olarak görülmesi doğru olmaz. Gayrimüslimler Beyoğlu'na (Galata'ya değil, Beyoğlu Galata'nın üst sınırını teşkil ediyor) çok sonra gelmişlerdir.

Burada ilk yerleşim yeri fetihten sonra müslümanlar tarafından kuruluyor. Tabii o zaman burası bugünkü Asmalımescit ve Kumbaracı Yokuşu'nun kesiştiği yer ve yakın civarından ibaret bir yerleşim yeri. O zamanki adı da Dörtyol. Asmalımescit, 2.Bayezit devrinde onun himayesinde yaptırılıyor. Oğlu Yavuz da aynı yerin yakınlarında, bugünkü İsveç elçiliğine yakın yerde, bir Mevlevi tekkesi açtırıyor. Yani burada eskiden gelen bir mevlevi faaliyeti var. Sonradan Galata'daki şimdiki yerine gitmiş olmalıdır. Bugünkü cadde, 16yy'ın sonlarında dar bir sokak olarak Galatasaray Lisesi'ne kadar ancak uzanıyordu.

Benim katılmadığım  başka bir  iddia Said Naum Duhani'den geliyor. Ona göre, Beyoğlu ismi bugünkü Galatasaray Lisesi ve Taksim arasında kalan bir yamaçta kendisine yazlık köşk yaptıran Venedik balyosu dolayısıyla verilmiştir. Balyos' a neden "beyoğlu" densin ki? Balyos dolayısıyla isim verecek olsalar, "Balyos" derlerdi. Nitekim, oradaki (eski adı Venedik olan) bir sokağa "balyoz" adı verilmiş olduğunu görüyoruz.

Lisenin yerinde, Kanuni'nin ünlü baş veziri İbrahim Paşa, içoğlanlarının eğitimi için bir saray yaptırıyor. Burası Galata Sarayı adını böyle alıyor. Lisenin alt yamacındaki Gül Baba yatırı üzerindeki  tarihi kayıtlar bunu doğruluyor.  2.Bayezit zamanın da aynı işlevi görecek bir binanın burada inşa edilmiş olduğu tarih kayıtlarında var. Muhtemelen Kanuni devrinde o bina yıktırılarak, Galata Sarayı adını alacak eğitim okulu ve alanı  yaptırılıyor. Bu okul 2.Mahmut zamanında Tıp Fakültesi işlevi görüyor.  Fransızca-Türkçe öğretimi yapılan bir lise haline  Abdülaziz devrinde getiriliyor.

Bu binanın hemen altında da,  incir bostanları, üzüm bağları  ve bostanlar var. Halen Lise'nin alt tarafında adında "bostan" olan bir iki  sokak var (Boğazkesen'den çıkışta yokuş sağdan Yeni Çarşı caddesine, soldan Bostanbaşı Caddesi' ne kavuşuyor. Onun hemen altında, Tom Tom Kaptan sokağına girildiğinde sağdaki ilk sokak Sefer Bostanı sokağı) Civarda, "Bostaniçi" ve "bostanbaşı" gibi başka sokaklar da var. Vasvasore'nin 1490 tarihli Galata çizimlerine baktığımız vakit,  sur içi Galata dışında (yani Kule'yle Azepkapısı ve Kule'yle Tophane arasında kalan üçgen dışında) kalan alanın tamamen bağ, bahçe ve bostanlardan oluşmakta olduğunu görüyoruz. Petrus Gyllius (Pierre Gilles) 16.yy'ın ortalarında yazdığı Topoğrafyasında, Kule'den doğuya, Tophane istikametine; ve batıya, Azepkapısı istikametine ulaşan bir caddenin Galata'nın kuzeydeki son sınırına tekabül ettiğini, bu caddenin dahi üst kısımlarında, sur duvarlarından önce yer yer bahçe ve bostanların bulunduğunu belirtir.

Osmanlı'da ilk elçilikler Galata'da açılıyor. Ancak İspanya üzerinden artarak gelen Yahudi ve Arap göçü Galata civarını iyice kalabalıklaştırıp, sık sık yangınların çıkmasına neden olunca, elçilikler Beyoğlu'na (o zaman Frenkler tarafından halen Bizans devrindeki adı kullanılan Pera Bağları'na) çıkmaya başlıyorlar. Elçiliklerle birlikte, o ülkelere mensup topluluklar da yukarı çıkıyorlar. Tabii aynı zamanda kiliselerini de burada kurmaya başlıyorlar. Yani, gayrimüslimlerin Beyoğlu'na çıkışları 17. yy sonlarında daha yeni yeni başlıyor.  Ve kademe kademe semt uzuyor ve genişliyor. Bu yerleşimden önce GS civarı ve ötesi "Pera bağları"  olarak anılıyor. Pera ya da Perama rumca "karşıyaka" anlamına geliyor. Bizans devrinde, daha o mahallin etrafı sur duvarlarıyla çevrilmemişken, "pera bağları" ya da bir başka iddiaya göre "pera bostanları" olarak anılıyor. Aslında Pera adı, Galata ismi yerleşinceye kadar, özellikle Avrupalılar tarafından İstanbul'un karşısına düşen bu alan için genel olarak kullanılırken, Galata'nın sur içi bir mahal haline gelmesiyle, onun dışında kalan  civar alan için kullanılmaya başlıyor. Bununla beraber, Bizanslıların, kentin kuruluşundan itibaren Galata'yı, mahalde bulunan incir ağaçlarına izafeten,  Sykai ("incirlik") olarak çağırdıklarını biliyoruz. 

1700 yılında burası, bugünkü İstiklal Caddesi'ne doğru Tünel meydanı yani eski Dörtyol, GSaray ve etrafındaki yan sokaklardan ibaret. Tabii kesinlikle bugünkü İstiklal Caddesi gibi geniş bir cadde yok. Dar bir sokak var. Muhtemelen Tünel'in olduğu tepede bugünkü gibi küçük bir meydancık o zaman da vardı. Dörtyol denmesinden öyle anlaşılıyor. 1700'lerin  başlarında, burasını, Dörtyol (Tünelden Kumbaracı Yokuşu ve Asmalımescit'te kadar olan alan), Asmalımescit, en eski elçiliklerden birisi olan, Polonya Elçiliği'nin bulunduğu Polonya sokağı (yani şimdiki Nur-u Ziya sokağı),Postacılar  ve Tomtom Kaptan sokakları, ve GSarayı ile sınırlı bir yerleşim yeri olarak tahayyül edebiliriz.

Bu arada, Kumbaracı Yokuşu (özgün hali Humbaracıbaşı olabilir) adını, 18 yy'ın ilk çeyreğinde, İstanbul'a gelen ve padişahın hizmetine girerek humbaracı ya da kumbaracı teşkilatının oluşturulmasında önemli bir rol oynamış (humbara bir tür havan topu mermisidir) Fransız  Alexandre Claude Bonneval (Humbaracıbaşı Bonneval-Ahmet Paşa)'in bu yokuş üzerinde kendisine bir ev inşa ettirmiş olmasından alır.  Bonneval-Ahmet Paşa'nın ilk itfaiye teşkilatı olan Tulumbacılar örgütünü, Fransa'daki benzerlerini örnek alarak kurmuş olduğu  da iddia edilir. Paşa, Galip Dede Mevlevi Tekkesi'nin haziresinde metfundur. 

Elçiliklerin sayısının artması ve artan nüfusla birlikte cadde (o zaman dar bir sokak) bugünkü Fransız Kültür'ün bulunduğu yere kadar gidiyor. Fransız Kültür o zaman kentte zaman zaman rastlanan veba salgınları dolayısıyla, Fransız Veba Hastanesi olarak 1719-20 yılları arasında faaliyete geçiyor. Bu tür hastanelerin yerleşim yerlerinin uzağında yapıldıklarını biliyoruz. Yine aşağı yukarı aynı yıllarda, bu mahallin, Boğaziçi ve civarının artan su ihtiyacını çözmek için 1.Mahmut devrinde, bugünkü yerinde Taksim suyunu dağıtacak tesis yapılıyor. Yani Maksem (su dağıtım şebekesi diyelim). O günkü yapılardan geriye hemen hemen bir şey kalmamış. Bir duvar parçası üzerinde vaktiyle bir kitabe gördüğümü hatırlıyorum. Bugün Istiklal'den geldiğimizde, Taksim meydanının solunda gördüğümüz duvar o günlerden kalmadır. Tabii yenilenmiş olarak. Burası tepelik bir yer buradan aşağı inecek sular bu maksemde toplanıp, civardaki çeşmelere kanallarla dağıtılıyor. Farsça bir sözcük olan maksem maksim olarak da söylenebiliyor. Taksim, tabii su taksimi manasına geliyor. Yani maksem sahası anlamında. Bu maksem, sanıyorum Cumhuriyet devrinde de bir müddet iş görüyor. En azından orada bugün artık bulunmayan çeşmelere su tevzi ediyordu.

Taksim Kışlası da 18 yy sonlarında bugün meydandan merdivenlerle çıkılan Gezi Parkı'nın olduğu alanda kuruluyor. Bu kışlayı, 19 yy ikinci yarısından itibaren modern Osmanlı ordusunun topçu ve piyadesi kullanıyordu. Şehir itfaiyesi de sonradan askerlerle birlikte bu kışlayı kullanmaya başlamış. Meşrutiyetten sonra savaş sırasında burada zaman zaman futbol maçları oynanıyor. 1922 yılında resmen Taksim Stadyumu olarak düzenleniyor. Bu kışlanın Dolapderesi'ne doğru hemen karşısında da bugün hâlâ o günden kalma adıyla anılan Talimhane var. Burada kışladaki askeriyenin ve itfaiyenin geniş bir talim sahası vardı.  Bu saha Batı'ya Haliç'e doğru yüründüğünde  altı uçurum olan bir tepelik alan üzerinde kuruludur. Şimdi o sahada da oteller var. 20 yy başlarında Talimhane'den bugünkü Cumhuriyet Caddesi'ne tekabül eden  tramvay yolu geçiriliyor. Eski talimhanenin geri kalan kısmına da İstanbul'un kalburüstü mahallerinden birisi kuruluyor (hemen hemen 70'li yılların ortalarına kadar, yani oto yedek parçacılarının istilasına uğrayıncaya kadar, orada bulunan Lamartine, Abdülhakhamit Tarhan ve Aydede caddeleri hayli itibarlı yerleşim yerleriydi). Aynı sıralarda, Taksim Kışlası da Taksim Bahçesi'ne dönüştürülüyor.

Bu bahçe bugünkü parkın kuzey tarafına, bugünkü Ceylan Intercontinental Oteli ve eski Belediye Gazinosu'nun arasındaki alana tekabül ediyordu. Stadyum yapılırken (1922), alan güneye,  Taksim Meydanı'na  doğru uzatılıyor.  Yine bu alanın kuzey kısmında, bugünkü Divan Oteli ve Radyoevi'nin bulunduğu yerlerde sırasıyla Bella Vista ve Belvü bahçeleri vardı. Bu civarın bugünkü görünümü 1946'da Lütfi Kırdar'ın belediye başkanlığı döneminde gerçekleştirilen Taksim Gezisi projesinin eseridir. Gerçekten güzel, zevkli ve işlevsel  bir projedir. Gelgelelim, ilerleyen yıllar içinde çirkin müdahalelerle dejenere edilmiştir. Parkın güney ucunda yakın zamana kadar duran yüksekçe bir kaide, aslında üzerine, şimdi Maçka Parkı'nda bulunan atlı İnönü heykelinin konması için dikilmişti. Ancak iktidar değişikliği olunca bu gerçekleşmedi.

Sultan Hamid devrinde düzenlenmiş olan Taksim Bahçesi'yle ilgili bir hikayeyi de Said N.Duhani'den aktaralım. 1906-8 yılları arasında, İstanbul'da  Diabolo denilen, halk arasında "şeytan oyuncağı" tabir edilen makarası ve havaya fırlatılan topaçı olan bir oyuncak özellikle lövanten  çocuklar arasında çok rağbet görmektedir. Taksim Bahçesi'nde bu oyuncağıyla oynayan bir (Duhani lövanten olduğunu   ima ediyor) çocuğun havaya fırlattığı topaç, parkta oynayan bir bebeğin üzerine düşerek ölümüne neden oluyor. Bunun üzerine kışlayı park haline getirmiş olan devrin valisi Reşid Mümtaz Paşa bu oyuncağı yasaklıyor. Bu yasak lövanten ailelerin ve lövanten çocuk bakıcılarının  hoşuna gitmiyor. Masum bir kazaya abartılı bir tepki gösterilmiş olduğunu düşünüyorlar. Duhani,  bu yasağın söz konusu aileler tarafından kapütülasyon kurallarına aykırı bulunmuş olduğunu belirtiyor.  Merhum Duhani o iğneleyici dilini kullanmaktan da geri durmuyor. İlk kez büyük batılı devletlerin bir Osmanlı  yasağını anlayışla karşıladıklarını, Türk sularında her zaman hazır ve nazır olan harp gemileriyle bir "denizcilik gösterisi" yaparak Osmanlı Devleti'ne gözdağı vermediklerini söylüyor.


Bugünkü Balık Pazarı'nın arka tarafları ve Tepebaşı Le Petit Champs Mezarlığı olarak biliniyor(halk ağzındaki adı  "aşıklar mezarlığı". Bugün hala Tepebaşı'nın Kasımpaşa'ya doğru güney batısında Aşıklar Meydanı Sokağı vardır. Yine bugün, Tepebaşı ve İstiklal caddesi arasında bulunan Gönül ve Orhan Adli Apaydın [bu sokağın ilk adı "derviş sokağı" idi. Sonra "peremeci sokak" olmuş. Şimdi O.A.Apaydın sokağı] sokaklarıyla Tepebaşı tarafından yatay olarak kesişen bir Mezarlık Sokağı vardır. ) .

Bilindiği gibi, Le Grand Champs Mezarlığı da bugünkü Gümüşsuyu, Taşkışla, Kabataş sırtları civarındadır. (Müslüman halk Ayas Paşa Mezarlığı diyor. Bu arada, adı geçen Ayas Paşa, Kanuni'nin sadrazamlarından birisiydi. Gümüşsuyu ve Fındıklı arasında meşhur bir konutu var. Bu konutun 1526 tarihinde yapılmış olduğu biliniyor. Bu bina Gümüşsuyu'na adını veren derenin yakınındaymış. Ağaçlıklı bir alanda, bahçesinde havuzları varmış. Esasen bu mıntıka, bugünkü Fındıklı'dan Taksim sırtlarına kadar "Fındıklıdere" olarak adlandırılıyor idi. Sonra herhalde 19.yy'ın belli bir evresinde kısaca "Fındıklı" denilmeye başlıyor. Bugün Gümüşsuyu dediğimiz yerde, Ayas Paşa'nın inşa ettirdiği bina 17.yy'da da mevcudiyetini sürdürüyor. Daha sonraları burası popüler bir mesire yerine dönüşüyor. Gümüşsuyu adı da muhtemelen bu civarın, yani Fındıklı ve Taksim arasındaki alanın, Bizans devrindeki "Argyropolis" adından tercüme edilmiş olmalıdır. "Argyro" gümüş anlamına geliyor. Bu isim de oradaki dereye atfen verilmiş olmalıdır. Anadolu'da  "Arg" ile başlayan bir çok yerleşim yeri var. Hepsi de civardaki "gümüş gibi suyu olan" dere ya da akarsulara atfen verilmiş isimlerdi. "Fındıklı " adı da tahmin edilebileceği gibi civardaki, özellikle sırtlardaki fındık ağaçlarından geliyor olmalıdır. Tabii başka iddialar da var. Mesela, meşhur Hammer'e göre, İtalyanca "han" anlamında "fondaco"dan geliyor. Yani burada bir İtalyan hanı olduğunu düşünüyor. Bence, "fındık ağacı" iddiası daha gerçekçidir. Zira bu sırtların ağaçlıklı, bağ, bostan, bahçelerle dolu olduğu hemen hemen bütün seyyahlar tarafından teyit ediliyor. Geçerken, "mahalle baskısı" na bir örnek olması için, 17.yy'da Türkiye'ye gelen İngiliz elçisinin bu civarda oturmasına izin veriliyor. Muhtemelen bir yalı binaya yerleşiyor. Ancak bir süre sonra elçilik binasında "gürültülü" ve "acayip" eğlenceler tertip edildiği gerekçesiyle, mahalle halkının şikayeti üzerine, hükümetin talebiyle  elçilik Beyoğlu tarafına taşınıyor.  Bu arada, Fındıklı semtiyle ilgili önemli bir kaynak, genç yaşında kaybettiğimiz değerli tarihçimiz merhum Prof Cengiz Orhonlu'nun (1927-1976), istifade ettiğim,  "Fındıklı Semtinin Tarihi" başlıklı makalesidir: Tarih Dergisi, 1956; sayı 11-12).

Bu mezarlıklar zamanla büyümüş, Tepebaşı'ndan aşağıya, Taksim'den Harbiye'ye sonra aşağıya doğru Kabataş'a [bugünkü Kabataş vapur iskelelerinin tam karşısına düşen yamaçlar 1934 tarihli İstanbul Şehir Rehberi'nde bile (kısmen) mezarlık alanı olarak gösterilir. Setüstünün olduğu sokak da Mezarlık sokak olarak görünüyor. Sonra "İnebolu sokağı" oldu] kadar geniş bir alanı kaplamıştır. Gümüşsuyu sırtlarından aşağıya doğru inen mezarlık alanının geniş bir kısmı, 1877'de Alman Elçilik binası inşa edilirken, yok ediliyor. Geriye kalanlarsa,  hemen hemen Menderes vandalizmine kadar varlıklarını kısmen sürdürmüşlerdir. Mesela, bugünkü Hilton otelinin bu mezarlık sahası üzerinde inşa edildiğini biliyoruz. İlk Osmanlı aydını olarak görebileceğimiz, yazınımızda ilk noktalama işaretlerini kullanan yazar-şair Şinasi'nin mezarı da muhtemelen Gümüşsuyu'nda bugünkü Alman elçiliği binası civarındaydı. Şinasi'nin evinin de bugünkü Alman Hastanesi avlusunda olduğu biliniyor. Yani oradaydı demek istiyorum. Tabii kaybolmuştur. Bu arada yeri gelmişken, geç 40'ların ve 50'lerin Beyoğlusu için değerli bir kaynak olan Salah Birsel'in, o olağanüstü güzel Türkçesiyle anlattığı, Salah bey tarihinin ikinci kitabı olan Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu' nu okumanızı tavsiye ederim.
Taksim Meydanı düzenleniyor. Yıl (herhalde) 1928 olmalı. Cumhuriyet Anıtı'nın çevre düzenlemesi yapılıyor. Aslında bu anıtın etrafının şimdi pembe mermerlerle kaplı kısmının havuz olması öngörülmüş, ancak parasal sıkıntılar dolayısıyla bu yapılamamış. Bu anıtla ilgili epey bir "şehir efsanesi" var. Bu anıtın güneye bakan yüzündeki figürler arasında çok sayıda Sovyet asker ve sivil yöneticisinin adı zikredilir. Oysa, tek Sovyet figür Kurtuluş Savaşı yılları büyükelçisi meşhur kasketiyle hemen İsmet Paşa'nın arkasında yer alan Aralov'dur. İkinci yabancı uyruklu figür de anıtın heykeltraşı İtalyan Canonica'dır. Hemen Atatürk'ün arkasında yer alır. Başı biraz yukarıya dönük olan figür. Öbür figürlerin hepsi Türktür. Ne Voroşilov ne de Frunze bu anıtta yer almazlar. Geçmişte Wikipedia'daki bu yanlışı düzeltip, o maddeyi orada yeniden yazmıştım. Zaten mantıken yeni kurulmuş bir cumhuriyetin İstanbul'daki ilk "cumhuriyet heykeli" nin en önemli üç kurucu figürünü içeren bir yüzünde üçü Sovyet olmak üzere dört yabancının yer alması olanaklı görünmüyor. Sanıyorum 1934'te ki bir sayısında Ülkü Dergisi'nde heykelde yer alan figürler bir bir açıklanmış. Ancak derginin o sayısının otuzların sonlarında sırra kadem basmış olduğunu iddia edenler var. Doğru mu bilmiyorum.  Anıtla ilgili son bir iki bilgi daha vererek bu bahsi kapatayım. Anıtın kaidesini 1.Ulusal Mimarlık akımımızın değerli mimarı levanten Mongeri yapmıştır. Bu anıtın yapımı için en çok para yardımında bulunanların şehirde yaşayan gayrimüslim tüccar yurttaşlar olduğu söylenir.  Tekrar fotografiye dönecek olursak, anıtın kuzeyinde Cumhuriyet Caddesi açılıyor. Bilindiği gibi, bugünkü Gümüşsuyu ve Mete Caddesi tarafları hep mezarlık. Aşağıya doğru Kabataş Setüstü'ne; ve kuzeye doğru Harbiye'ye; doğuda Dolmabahçe sırtlarına kadar mezarlık alanı. Bu mezarlıklar kaldırılıyor, ya da yok ediliyor. Taksim, Gümüşsuyu civarı ve Harbiye'deki mezarlıklar 50'li yıllara kadar kısmen varlığını korumuş. Salah bey tarihinin Kahveler Kitabı'nda, S.Birsel, o yılların Taksim ve civarını, olayları ve insanlarıyla,  eğlenceli şekilde anlatıyor.  

Taksim Meydanı (Anıt'tan doğuya bakış) .Fotograf Göncüoğlu Arşivi'nden internet ortamına aktarılmış. Herhalde 40'lı, ya da 50'lili yıllarda çekilmiş. Ortadaki yeşil alanda şimdi Metro'nun meydan girişi var. Onun bir parsel ilerisindeki yeşil alanda da aşağı yukarı 80'li yılların sonuna kadar, kabzasının çevresi küçük kaya parçalarıyla donatılmış diklemesine büyük bir süngü heykeli bulunurdu.   En karşıdaki konak tipi binanın yerinde de şimdi o çirkin Atatürk Kültür Merkezi binası var.

Yavaş yavaş Tanzimat devrine geliyoruz. 1780 yılından itibaren burada nüfusun gözle görülür ölçüde arttığını görüyoruz. Osmanlı'nın batılı ülkelere tanıdığı kapitülasyonlar, serbest ticaret hakları ve giderek artan deniz aşırı ticari faaliyetler, İstanbul'u ve tabii bu bölgeyi frenkler ve gayrimüslimler için cazip hale getiriyor. Sanayi Devrimi sonrasında her yere sirayet eden modernleşme hareketleri Osmanlı ülkesini de etkisi altına alıyor.

1850'lerde, Kırım Savaşı sonrasında Paris'te  başlayan modern belediyecilik anlayışı çerçevesinde, Baron d'Haussman'nın imparator 3.Napolyon'un Paris belediye başkanı olmasıyla bulvarlar açma dönemi başlıyor. Kent etrafındaki eski surlar ve binalar yıkılıp, geniş caddeler açılıyor. Bizdeki at kestanesi ağaçları da herhalde o yıllarda Avrupa'ya götürülüp, vazgeçilmez bulvar ağaçları olarak yol kenarlarına dikilmeye başlanıyor. Bu şehircilik anlayışı bir anda bütün Avrupa'yı sarıyor. Surlarla çevrili kentlerin etrafındaki surlar yıkılıp, etraflarını saran hendekler yıkımlar sonucu oluşan molozla dolduruluyor. Yeni bulvarlar, caddeler, modern apartmanlar, binalar inşa ediliyor. Ana artellerde, dar sokakların varlığına son veriliyor. Osmanlı İstanbul'u da bundan nasibini alıyor tabii.Unutmayalım, Kırım Savaşı da, Napolyon savaşları gibi bütün Avrupa'yı kapsayan bir dünya savaşı ölçeğinde ve anlamındadır. Sonuçları itibariyle de, yer yer 2.D.Savaşı'nı andırır. Ekonomik olarak finansallaşmaya, dolayısıyla para bolluğunun olanak tanıdığı tüketim çılgınlığına ve yaygın bir modernleşme  hareketine yol açar. 

Bununla birlikte, bizde açılan ilk bulvar, sanılanın aksine Beyoğlu'nda değil, 1865'teki büyük Hocapaşa yangınından sonra şimdi tramvay yolunun geçmekte olduğu, Ebusuud caddesine paralel olduğu halde onun bir blok altında, Sirkeci'deki (Murat) Hüdavendigâr caddesidir. Ancak bir çok tarihi yapı ve sur o yıllarda, özellikle de 1864'te (Tanzimat'ın büyük ivme kazanmış olduğu bir dönemidir) yıkılıyor. Devrin değişmez bakan ve başbakanlarından Keçecizade Fuad Paşa, Fransız baronun etkisindedir. Bu yıkım ve kentsel dönüşüm özellikle kentin modern ticari faaliyetlerinin sürdüğü Galata ve Beyoğlu civarında hız kazanıyor. İhtiyaç var tabii. Sürekli bir nüfus artışı ve genişleme var. Ekonomik ve sosyal bir dinamizm var. Bununla birlikte, Galata surları ilk olarak bu yıllarda yıkılmıyor.

Bizans devleti, Ceneviz kolonisine oturma izni verdikleri arazinin etrafını surla çevirmemesi koşulunu antlaşma metnine dahil etmişlerdi. Sadece bugün Karaköy'de Yeraltı Camisi'nin (ya da Osmanlı devrindeki özgün adıyla, Kurşunlu Mahzen Camisi) mahzenini teşkil ettiği ve Bizans askerlerinin yerleştirilmiş olduğu bir Bizans hisarı vardı. Hatta daha geç bir devirde, Haliç'e girişi engellemek için çekilen zincirin bir ucu da bu hisara bağlıydı.   Ancak Bizans zayıfladıkça, Cenevizler ufak ufak surlar inşa ediyorlardı. Hatta Cenevizler Galata Kulesi'ni- amiyane tabirle- çaktırmadan kademe kademe yükseltiyorlar. Onu işin başında, surla bağlantılı hisar işlevi görecek şekilde planlamışlar. Bazen Bizans devleti bastırarak bu surları yıktırıyordu. Fatih de fetihten sonra egemenliğinin sembolik ifadesi olarak bu tür sur yıkma gösterilerine başvurmuştu. Bununla beraber labirent gibi surlarla ve onları birbirlerine bağlayan kapıların önemli bir kısmı, "modern kentleşme" adına, 1864 yılında yıktırılmıştır.

Meryem Ana rum kilisesinin avlusunun sol yanı

Nur-u Ziya sokak İstiklal girişinden. Solda büyük mason locası(bayrakların asılı olduğu bina)  altta sağda fransız elçiliği

Büyük Mason Locası Nur- u Ziya sk

Suriye Pasajı içeriden yukarı bakmaya devam

İstiklal'den Terkos Çıkmazı

Suriye Pasajı içeriden dairelere çıkılan giriş kapısı

nur-u ziya sk

Meryem Ana rum kilisesi emir nevruz sokaktan

nur-u ziya sokak. İstiklal'den Mason locasına gelmeden solda eskiden F.Lizst'in kalmış olduğu evin yerindeki binada bulunan   kitabe

Nuru Ziya İstiklal'den 


suriye pasajı gönül sokak (eskiden adı Timoni sokağı idi) tarafı

suriye pasajı gönül sokak çıkışı

Suriye Pasajı Gönül sokaktan yukarı bakış

hazupulos pasajı  istiklalden girişi

kallavi sk istiklal'den

Garibaldi'nin derneğinin tabelası


İstiklal'den kallavi ya da eski Glavani sk

San Antonio de Padua baziliği



istiklal girişinden Olivya Geçidi'ne bakış

Kallavi sokakta eskiden kalmış iki bina

Olivio Apt

suriye pasajının yanında Gönül sokak ya da eski Timoni sk


suriye pasajı içerden yukarı bakış

Suriye pasajı İstiklal'den

Aydınlık ve Ulusal Kanal Deva Çıkmazı'nda

Deva Çıkmazı'nda Garibaldi'nin kurucuları arasında olduğu ve ilk fahri başkanlığını üstlendiği İtalyan İşçi Yardımlaşma Derneği şimdi İtalyan Kültür  binalarından bir tanesi. Garibaldi bu derneği Roma'ya karşı savaşı ikinci kez kaybettikten sonra bir kısmı Napolili, "kırmızı gömlelikli" siyasal mültecilerden oluşan müttefikleriyle birlikte 1863'da kuruyor. Derneğin ilk fahri başkanı da kendisi oluyor. Aslında bu binanın arsası, Tanzimat devrinde İtalya'dan Türkiye'ye gelmiş çok sayıda kalifiye işçi, inşaat ustasının boş zamanlarında dinlenmek, eğlenmek, sosyalleşmek gayesiyle padişah Abdülaziz'den bir lokal binası talep etmeleri üzerinde sultan tarafından bağışlanıyor. İtalyan işçiler de bu arsa üzerine halen ayakta olan bu binayı inşa ediyorlar. Tam da İtalyan Birliği'nin kurulduğu ve Osmanlı Devleti tarafından tanınmış olduğu bir zamanda açılıyor. Henüz gemicilik yaptığı yıllarda Garibaldi, şehrimize gelişleri  ve bu şehirde kaldığı süre içinde (1830-1) İtalyan işçilerle dostane ilişkiler kuruyor. Hatta kimi iddialara göre, Birlik fikri bu mahalde işçilerle yapmış olduğu sohbetler sırasında kafasında oluşmaya başlıyor. Arşivciliğiyle meşhur üstadımız merhum Taha Toros (1912-2012) Garibaldi'nin bir oğlunun 1897 Osmanlı-Yunan harbinde; bir torununun da Balkan Savaşı'nda, Yunanistan saflarında Osmanlı devletine karşı savaşmış olduklarını hatırlatıyor. 

Deva Çıkmazı. Çıkmaz diye geçiyor ama  daha yakın zamana kadar sokağın sonundan merdivenlerden oluşan bir geçitle Meşrutiyet caddesi'ne geçilebiliyordu. Hemen arkasında meşhur Fresko Pasajı (bugün el değiştirince eski sahibinin adıyla -Fresko- değil de, Passage Petits Champs olarak anılmaya başlandı) var. Hatta Darülbedayi'nin (Şehir Tiyatrosu) şimdi otaopark olan yeni binasının ön yüzü  bu pasaja bakıyordu. Yine devrin meşhur  Kanuni Esasi Kırathanesi'nin ana girişi Meşrutiyet Caddesi üzerinde olsa da, arkadan pasaj içinden bir çıkışı Deva'ya açılıyordu. 



Nuru Ziya sk Fransız Elçiliği fotoğraf çekmek için  izin yok

Emir Nevruz'dan Olivya Geçidi'ne bakış



Suriye pasajı içi: dairelere çıkan sağdaki kapı

Ara Güler'in objektifinden İstiklal Caddesi'ndeki Londra Bar-Varyete  1964

İstiklal'den Emir Nevruz sk ve Meryem Ana Kilisesi

Meryem Ana Rum Kilisesi basamaklarından Emir Nevruz sokak hemen sağda Olivio  Geçidi 

Bu tarih aynı zamanda İstanbul'da modern belediyeciliğin, 6.Daire pilot bölgesi  dahilinde, icraatlerine başlamış olduğu tarihtir. Bugün Galata Kulesi civarındaki Büyük Hendek ve Küçük Hendek sokakları, Lüleci Hendek Caddesi o tarihte yıkılan surların önünde bulunan hendeklerin yıkılan surların molozuyla doldurulmasıyla oluşturuluyor. Yaklaşık 2500 metre uzunluğundaki surlar yıkılıyor. Bilindiği gibi, son kalan bölük pörçük sur parçaları da Menderes ve daha sonra Özal devrinde alaşağı edilmiştir. Osmanlı devrindeki yıkımdan sonra bugünkü İstiklal Caddesi de biraz daha genişletiliyor. Ancak halen bugünküne göre hayli dar bir sokak konumundadır. Yani parça parça bir gelişme oluyor.  Tünel inşa ediliyor. Ona bağlı bir atlı tramvay şebekesi devreye giriyor. İstanbul'a elektrikli tramvay, kente genel elektrik dağıtımından bir yıl sonra,  1913'te geliyor. Tünel ve ona bağlı olarak işleyen atlı tramwayın girişi caddenin genişletilmesini gerektiriyor.

1850'lerden sonra ilk büyük binalar yaygın olarak yapılmaya başlanıyor. Bu yıllarda ağırlıklı nüfus, lövantenler, rumlar ve yabancı uyruklu cemaatlerdir. Henüz pek ermeni yoktur. Yahudi neredeyse hiç yoktur. Buraya ilk gelen Ermeniler de, 1830'larda misyoner faaliyetlere maruz kalarak,  katolikliğe dönenlerdir. Çünkü Katolik kiliseleri bu civardadır. Bugün Tünel'den yürürken, Odakule'den önce solda gördüğümüz Garibaldi Restoranın arkasındaki kilise (genellikle kapalıdır), buradaki ilk ve tek katolik Ermeni kilisesidir. Osmanlı İstanbul'unu ziyaret eden İmparator 3.Napolyon eşi, İmparatoriçe Eugenie 1869'da bu kilisede bir ayine katılmış, ziyareti sırasında kiliseye, İncil'e göre, İsa'nın hayatından bir sahnenin resmedilmiş olduğu goblen duvar halısı hediye etmişti. Bu duvar halısının hala burada muhafaza edildiği iddia edilir. Bilindiği gibi, cemaat yerleşimi her zaman ibadethaneyi merkez alır. Çünkü cemaat dinsel göndermelerle kurgulanan bir topluluktur.

Bu arada, sık sık yangınların çıktığını söylemeğe gerek bile yok. Bir istatistiğe göre İstanbul ortalama her 36 yılda bir yanıp yeniden inşa edilmiş. Beyoğlu'nun en büyük yakın tarihli yangını, "Ah beyoğlu vah beyoğlu" türküsünü yaktıran 1870 yangınıdır. Bu yangında özellikle Galatasaray-Taksim arası ve özellikle de Tünelden yukarı doğru yürürken sol tarafı kül oluyor. Bu yangından sonra ciddi önlemler alınıyor. Yangınların çabuk sirayet etmesinin en önemli nedenlerinden birisi olan çok dar sokaklar nispeten genişletiliyor. Daha önemlisi, ahşap mimariden vazgeçiliyor. Oysa Müslüman İstanbul, 1509 depreminin de etkisiyle, fanilik inancı temelinde kurduğu ahşap dünyası içinde yaşamaya ve yanmaya devam ediyor.  Bugünkü Cadde-i Kebir (Büyük Cadde ya da Grand Rue de Pera) adını o zaman alıyor. Bugünkü görünümüyle caddenin, aşağı yukarı o yangından sonra ortaya çıkmış olduğunu söyleyebiliriz.  İstiklal Caddesi ismiyse, Cumhuriyet'ten sonradır. Bilindiği gibi, Refet Paşa komutasında İstanbul'a giren Türk ordusu bu caddede bir geçit yapıyor. Ondan sonra da ismi değiştiriliyor.

Şimdi 19 yy sonu ve 20 yy başlarında ( 1890'lar ve 2. Abdülhamit devri sonları diyelim) bu caddede, Tünel'den başlayarak  Galatasaray'a doğru şöyle bir yürüyüş yapalım. Bu yürüyüş esnasında bir çok yazılı ve sözlü  hatıratın kılavuzluğuna başvuralım. Bunlardan en önemlisi de, Reşat Ekrem'in İstanbul Ansiklopedisi olsun.

Tünel meydancığında şimdi demir bir kule gibi yükselen anıtın olduğu yerde ya da civarında küçük daire şeklinde bir havuz var. Tünel hanı o zaman da mevcut. Galata Kulesi ve Tünel arasındaki alan Galata sur hudutları dışında, kentin dış mahallelerinin yer aldığı bir alan. Burada bir çok bağ, bahçe ve bostan olduğunu, şehri 16 yy ortalarında iki kez ziyaret eden P.Gilles de teyit ediyor. Bugün hâlâ Mevlevihane'nin arkasında kalan, Alman Lisesi'nin sokağı "Şah Kulu Bostanı" sokağı olarak çağrılıyor.

Gazi Muhtar Paşa'nın mahdumu Sermet Muhtar, 20.yy başlarına kadar (belki Cumhuriyet'e kadar demek lazım ) Cadde-i Kebir'in en yoğun kesiminin Tünel ve Tokatlıyan arasında kalan kısım olduğunu söyler. Ondan sonrası pek rağbet görmez. Tünel işletmesi, büyük yangın sonrasında,  1875'te atlı tramway şebekesiyle bağlantılı olarak  faaliyete geçti. Tünel hanın karşısındaki bacalı bina, tünelin makine dairesi ve bacası. Kömür ve havagazıyla işe başlıyor. Karşısındaki geçit o zaman da yerinde.1883'de pasaj apartıman olarak yapılıyor.  Bu geçide eskiden Asmalımescit geçidi denmekteydi. Konut ve işyerlerini içerecek şekilde planlanmıştı. Aslında özgün bina kısmen 1871'de de mevcuttu. Tünelle yaşıt denebilir.

Tabii Paris modernleşmesi (burada Baudelaire'i anmamak olmaz) pasajlar inşası da demektir. Bizde de aynısı oluyor tabii. Pasaj 1883'de bugünkü şeklini alıyor. 1900'lerin başında bu geçidin altında, giriş kısmında yer alan dükkanlar şöyle: soldan, en köşede, gözlükçü Verdoux, Sermet Muhtar bu gözlükçünün vitrininde her zaman bir parmak toz olduğunu, dükkanın temiz olmadığını söyler. Onun yanında Karakaş (Karakaşyan olabilir mi?) fotoğraf malzemecisi, ve berber Petro'nun dükkanı. Sağda, karşı sırada (Tüneli arkamıza aldığımızda sağ tarafta, mevlevihanenin sırasında), bugün sadece bir tane kalmış olan kitapçılar var. Sermet Muhtar GS Lisesi öğrencilerinin kitaplarını buradan temin ettiklerini söyler. Eski Four Seasons Restoran'ın, şimdi Gloria Jeans'in  olduğu yerde bir kasap dükkanı var.

Caddeden ileri yürürken hemen sol köşede görkemli Narmanlı Yurdu.  1831 yılında Rus B.Elçiliği olarak yapılmış. Yüzyıl sonuna doğru (1880) elçilik yeni binasına taşınınca bir süre konsolosluk binası olarak kullanılmış. Aynı zamanda içinde Rus hapishanesi de varmış. 18.yy ve sonrasında adeta süreğenleşen Türk-Rus savaşlarının olumsuz etkisi altındaki İstanbul halkı, o zaman için hayli görkemli olan bu bina yapılırken, Rusların İstanbul'u zapt edeceklerini, bu binanın da Çar'ın sarayı olacağı söylentisinden çok kötü etkilenmişler. Cumhuriyetten sonra büyükelçilikler (1933'ten itibaren) Ankara'ya taşınınca, Rusya burasını elden çıkarmış. Erzurum'un Narman kazasından iki kardeş burayı satın alarak ev ve işyerleri kompleksi olarak yenilemişler. Burada bir çok ressam atölye açmıştı. Bedri Rahmi ve Aliye Berger gibi.  Tanpınar da burada  bir süre oturmuştur. 
Ara Güler'in gözüyle 1959'da İstiklal Caddesi

istiklal'den çiçek pasajı

balık pazarı'ndan çiçek pasajı

balık pazarı

Avrupa Pasajı

avrupa pasajının duvarlarındaki heykeller

GSLisesi (solda)yanından aşağı inen Yeni Çarşı Caddesi. Aşağıda Tophane Boğazkesen yokuşuyla kesişiyor.  Cumhuriyet'te yıktırılan eski karakol binası hemen  ATM'lerin  bulunduğu yerde imiş. 


san antonio karşısında elhamra pasajı




istiklal'den emir nevruz sokak ve rum meryem ana  kilisesi

istiklal'den olivio geçidi

eski beyoğlu postanesi ya da sıvacıyan apt GS Lisesi karşısında 

Mısır Apt. Hidiv Sait Halim Paşa'nın kardeşi Abbas Halim Paşa tarafından kışlık konutu olarak 1910 yılında  Ermeni mimar  Osep Aznavur'a yaptırılıyor. Paşa bu konutu yaptırmak için burada bulunan Eldorado Kafe Şantan'ı satın alıyor. Yıktırıp yerine 6 katlı olarak  yapılıyor. Bugün ancak arkadan görülebilen iki fazla kat sonradan ilavedir.  Bu bina inşa edilirken, San Maria Draperiis Kilisesi de inşa halindeydi. Bina sonradan varisleri tarafından apartman daireleri halinde paylaşılmış olduğundan bugünkü görünümünü almıştır. 

İsveç konsolosluğu yine bugünkü yerinde. Yanında Türk-Alman kitabevinin bulunduğu yerde veliaht Sultan Reşat'ın terzisi Vidoviç'in dükkanı vardı. Biraz ilerisinde bugün Bottero Han olarak bilinen yarı-metruk bina, 2.Abdülhamid'in terzibaşısı hollandalı Bottero'nun altını dükkan ve atölye, üstünü ev olarak yaptırdığı apartımanı. Büyük İtalyan mimarı (ülkemizde 16 yıl kaldı ve bir çok önemli esere imzasını attı) D'Aronco tarafından yapılmıştır. Bu Bottero'nun Fenerbahçesi  Mesire'sine giderken hemen Marina'ya bakan iki adet (özgün olarak üç tane olmaları gerekiyordu) ahşap köşkün de sahibi olduğunu belirtelim. Dönemin modasına uygun olarak "art nouveau" tarzında tabii.

Yıl 1890. Eski Mondiale  ve sonra Hachette kitabevleri (1990'ların sonuna kadar) ve şimdi Starbucks olan yerde, meşhur Christoffe marka kaşık-çatal-bıçakları satan dükkan Degucis var. Bitişiğinde fotoğraf malzemecisi Weinberg mağazası var. Yandaki bina, Hidivyal Palas Oteli. 1850'lerin başlarında hizmete giren Beyoğlu'nun ikinci modern kaliteli otelidir. İlki Kumbaracı Yokuşu başında 40 nolu, şimdi yerinde başka bir bina bulunan Anglaterre Oteli.  Sahibi Mısır asıllı, Mısır hidivlerinden birisinin seyisliğini yapmış Mösyö Missirie 1841 yılında faaliyete geçmiş. Sahibinin adına izafeten Mısıri Oteli olarak da çağrılıyor.  Bu otel baloları, konser organizasyonlarıyla pek ünlenmiş. Bu otel sık sık Royal Anglaterre Oteli'yle karıştırılıyor. Yanlıştır.

Royal Anglaterre'in binası, en son Beyoğlu Adliyesi olarak kullanılan binanın yerindeydi. Daha önce İngiliz Elçiliği mülkü idi. Elçilik konutu olarak bir süre kullanılmış olan binayı 1876'da  Logotheti kardeşler satın alıp, üzerine o zaman ki adı Nouvel Hotel olan binayı yaptırıyorlar. 1877'de adını değiştirip  (İngiliz elçiliğine izafeten) Royal Hotel, 1897'de de binaya tek başına sahip olan Dimitri Logotheti, adını Hotel Royal d'Anglaterre yapıyor. Bina 1930'ların başında Medoviç ailesine satılıyor. Onlar da adını, dönemin ruhunu yansıtır şekilde, Alp Otel olarak değiştiriyorlar. Yani bu söz konusu otel Tepebaşı' ndaydı. Medoviçler binayı sattıktan sonra bina yıkılıp otopark yapılıyor. Sonra da bugünkü Beyoğlu Adliyesi binası yerine inşa ediliyor (Taşra kökenli olduğu anlaşılan bir profesör anılarında, adının eskiden Anglaterre olduğunu söylediği Kumbaracı Yokuşu'nda bulunan Alp Oteli'nde 1967 yılında, öğrenciyken bir hafta kadar kalmış olduğunu, orada geçirdiği o bir haftayı unutamadığını yazıyor. Doğru söylemiyor. Bir kere o otel Kumbaracı Yokuşu'nda değildi. Belirttiği tarihte de hiç bir yerde mevcut değildi. Çok önce kapanmıştı. Siz siz olun her okuduğunuz anıya inanmayın!).

Tekrar İstiklal Caddesi'ne dönersek, Hidivyal Palas, 1950'ye kadar otel olarak kalmış sonra han olmuş. Altında solda, Markiz'den önce Markiz'in bulunduğu yerdeyken sonradan buraya taşınmış ünlü Lebon Pastahanesi ya da daha eski adıyla Lebon Şekercisi varmış.

Bu pastahaneyi GS lisesi matematik öğretmenlerinden M.Blanchon'un damadı açmış. Tabii orijinal yeri şimdiki Markiz'in olduğu yer. Ancak "Lebon" adı, dükkanın pasta ve şeker ustası Fransız Lebon'un adından geliyor. Bu M.Lebon, ebeveyni Hristaki Pasajı'nda  (sonra Çiçek Pasajı olarak anılacak yer) pastane işleten mimar Vallaury'nin kızkardeşiyle evlenmiş. Bir süre sonra da Lebon'dan ayrılarak, Asmalımescit'te kendi yerini açmış.

Lebon Pastanesi'ne dönecek olursak, Anadolu Demiryolları Müdürü M.Huguen'in buraya (şimdiki Markiz'in olduğu yere) her öğleden sonra silindir şapkası ve elinde bastonuyla ağzında purosu olduğu halde şampanyasını içmeye gelirmiş. Sermet Muhtar, "camekanın önündeki köşe sanki ona tahsis edilmişti" der. Saat gibi şaşmazmış.  Bir de ünlü sloganı var Lebon'un : "Chez Lebon, tout est bon." (" Lebon'da herşey iyidir" ). Nasıl Markiz'de Cumhuriyet devrinin ünlü yazarları müdavim idiyse, eski Lebon'a da devrin Namık Kemal, Ziya Paşa gibi ünlü aydınları devam ederlermiş. Benim çoçukluğumda (Lebon altmışlı yıllarda kapanıyor) burada beyaz eşya mağazası Bak Bak vardı. Benim kuşağımdan İstanbullular radyo reklamlarından hatırlayacaklardır. Yani Kumbaracı Yokuşunun sağ başında.  Ben orada, Kumbaracı Yokuşu'nda Tarhan Koleji'nde orta mektebe başladığımda Bak Bak mağazası oradaydı. Şimdi aynı yerde yine Lebon adını kullanan bir kafe var. Eskisiyle alakası yok tabii. Sol köşede büyük mimarımız lövanten Mongeri'nin (bazı eserleri arasında Maçka Palas, Maçka Teknik Sanat Enstitüsü, Karaköy Palas, Taksim Atatürk Anıtı kaidesi ve çevre düzenlemesi, Maçka İtalyan Konsolosluğu binası, ve tabii San Antonio di Paduva Basiliki var) Perdignani ile birlikte yaptığı Karagöz(yan?)oğlu hanı. (Aynı aileye mi aitti bilmiyorum, aynı adı taşıyan bir han da Karaköy'de Ömer Abed Han'ın yakınında var).


Yolumuza binalara bakarak devam ediyoruz.  Şimdiki Markiz, Lebon buradan yolun karşısındaki yeni yerine geçtikten sonra  1940 yılında Avedis Çakır adlı bir Ermeni yurttaş tarafından açılıyor. Duvarlarındaki fayans 4 mevsim panolarıyla meşhur. Ancak burada üç mevsim var. Bu panolar, Fransa'ya sipariş edilmiş. Dördüncüsü posta sırasında yolda kırılmış olduğu için yerine konamamış. Bilindiği gibi, kapandığı 70'li yıllara kadar bir çok ünlü yazar, çizer ve şairin uğrak yeriydi. Bunlardan biri de, güzel diyemeyeceğim şiirlerinden aşina olduğumuz, Edip Cansever. Şiire bak hizaya gel : "markize uğradım/dört mevsimden süzülmüş/ bir konyak içtim düzeltip arada bir bıyıklarımı / uçları hafifçe ıslak. Bazen düşünüyorum, bizim bu "ikinci yeniciler" dahil, o kuşak şairlerimizin çoğu bir türlü Garip şiirini aşamamışlar. Adeta onu sürekli tekrar edip durmuşlar. Her neyse.

Markizin yer aldığı bina 1850 civarında  yapılmış. Şark Aynalı Han ya da Cite Oriental. Mimarı Pulcher.  1870 de yanınca, tekrar yapılmış. Bu handa çok klas dükkanlar varmış. Kuaför, kürkçü dükkanı ve kitapçılar. örnekse, ünlü Weiss Kitabevi (Naum Duhani bu kitabevinin bugünkü İsveç Konsolosluğuna komşu olduğunu söyler). Ermeni gazetelerinden biri de bu binada basılıyordu. Weiss'in biraz ötesinde bakkal Dimitrikopulo sonradan meşhur Dimitrikopulo rakısını ve şarabını imal edip burada satacaktır.

Avrupa Pasajı'nın Meşrutiyet Caddesi üzerindeki kapısı. Tam arkasında, yani Balık Pazarı'nın başında 19.yy'ın sonlarına doğru Yeşilköylü Levanten ailelerden Crispen'ler tarafından inşa ettirilmiş Krepen Pasajı vardı. Pasajda uzun yıllar, aynı Avrupa Pasajı'nda da olduğu gibi, tuhafiyeciler iş tutmuştu. Sonra kunduracılar da geliyor. 1940'ların başında işyerlerine getirilen Türkçe isim zorunluluğu, adının Krizantem olarak değiştirilmesine neden oldu ( sanki o Türkçe imiş gibi). Yine bu kırklı yıllarda burada ağırlıklı olarak  iş tutan tuhafiyeci ve kunduracı esnafı pasajdan ayrılınca, yerlerini meyhaneler, balık lokantaları doldurdu. Mesela şimdi Nevizade'de bulunan İmroz buradaydı. Bina 1982'de yıkılarak yerine bugün ağırlıklı olarak ikinci el kitapçıların  iş tuttuğu Aslı Han inşa edildi. Krepen'de yer alan meyhanelerin bir kısmı kapandı. Diğerleri  Nevizade gibi civardaki sokaklarda devam ettiler. Bu Krepen Pasajı'nın halk arasındaki bir ismi de, Türkçe kriterine uygun olarak, "sidikli pasaj" mış. Her ne kadar pasaja girildiğinde, anason kokusuyla karışık kesif bir idrar kokusu duyulduğunu hatırlıyor olsam da, pasajın böyle  çağrıldığını duymamıştım. Herhalde lokanta ve meyhanelerin mebzul miktarda olduğu ve buna karşılık civardaki tuvaletlerin yetersiz olduğu koşullarda, bir tür açık tuvalet işlevi de görüyordu. O zaman civardaki bir çok han veya pasajda benzer rahiyayı hissetmek mümkün olabiliyordu. 


Onun hemen yanında, müdavimleri genellikle Fransız olan Strassburg Birahanesi. Suriye hanı binası bugünkü yerinde 1908'de yapılmış. Bu bina belki de en görkemli Beyoğlu pasajıdır. Önemi, Dolmabahçe Sarayı'ndan sonra yine 1910 yılında ilk elektrik ve havagazının kullanıldığı bina olmasından geliyor. Altları dükkan üstleri konutlar olarak inşa edilmiş. Yani bugünkü gökdelenler gibi. Mesela, Kanyon gibi. Devrine göre hayli yüksek. Dükkanların üzerinde 8 kat var.  Sahibinin bir Suriye Paşası olduğu söylenir. Tabii o zaman Suriye'nin Osmanlı toprağı sayılmakta olduğunu unutmayalım. Yine bu binanın bir başka özelliği, tarihimizdeki ilk sinemanın burada açılmış olmasıdır. Cine Central sineması. Afif Yesari anılarında, oturma yerlerinin uzun tahta sıralar halinde olduğunu belirtir. Sonra Şafak adını alıyor. Cumhuriyet devrinde, modaya uyarak,  Cumhuriyet sineması oluyor. 1875-1964 yılları arasında Fransızca olarak basılan Stamboul gazetesi de kapanıncaya kadar bu binada, 50 yıla yakın duruyor. Rum Patrikhanesine ait Apovyevmatini gazetesi halen burada basılıyor. Bu bina benim bilgilerime göre İstanbul'daki çift asansörlü ilk binadır. Burada devrin en ünlü kuyumcularından biri olan Sori mağazası  da varmış.

Şimdi sağ tarafa geçelim. Daha önce sözünü etmiş olduğumuz Rus Sefareti. Mimarı Fossati. 1880 yılında açılıyor. Yapımında Rusya'dan getirilmiş toprağın da kullanıldığı söylenir. Sefarete bitişik olarak ünlü korseci Ovegimyan'ın mağazası varmış. Korsecinin üst katı ünlü fotoğrafçı Sebah&Joaillier'nin stüdyosu. Biraz ilerisinde Santa Maria Draperis Kilisesi. Aslında bu kilise önceden Galata Mumhanesi' ndeymiş. İlk kez orada 1660'larda açılmış. Yanınca sonradan buraya taşınmış. Buraya gelişi 17.yy'ın sonlarına doğrudur. Burada da bir kaç kez yanıyor. 1904 yılında, Ragıp Paşa'nın belediye başkanlığı döneminde, bu şimdiki binanın inşasına başlanıyor. Mimarı Semprini'dir. Tarzı neo-gotik. Zamanında, katolik Avusturya-Macaristan devletinin buradaki resmi kilisesi olmuş.  Eski binadaki yangından kurtarılabilen 1600'lü yıllara ait Meryem Ana tablosu bugün ana sunağın üstündedir. Duvarlarında kilisede metfun kişilere ait mezar kitabeleri vardır. Draperis ismi, arsayı bağışlayan Fransisken tarikatine bağlı hanımın adına izafeten ilave edilmiştir.


Kilisenin tam karşısında, Zaharyadis mağazası, üst katta, İstanbul'un 20 yy başlarında bile kentteki tek kadın berberi olan İzidor. Aynı katın arka tarafında Yeni Lokanta (hem lokanta hem birahaneymiş). Sonra sokağa da adını veren Fransız Terkos Su Şirketinin binasının olduğu sokak.  Terkos İdare Binasının altında, Vapillon Tuhafiyecisi. Solunda köşebaşında, Pazar Alman ve yanında Nikoli Lokanta ve Birahanesi. Bu bir İsviçre birahanesidir. Adeta İşviçrelilerin buluşma yeridir. Anadolu Demiryolları G.Müdürü M.Huguenin Lebon'a şampanyasını içmeye gitmeden önce, burada "şövalye"sini içermiş. Tabii bira da Avrupa modası.

Bizde Bomonti'ye kadar bira üretimi olmadığı için o yıllarda bira Viyana'dan geliyor. İlk birayı İstanbul'a getiren de, Alman Bruchs'tür. Birahanesini 19 yy sonlarına doğru, Galatasarayı'nda, Cafe Chantant adıyla açmıştı. Burada o yıllarda ünlü olan Salvador birasını servis edermiş. Onun yanında çalışanlardan biri olan rum Nikoli sonra Nikoli'yi açıyor. Cumhuriyet devrinde, Bruchs'ün bu Cafe Chantant'ının yerine, sanıyorum 1960'ların sonlarına kadar varlığını sürdürmüş, Londra Bar açılmış. Scognamillo 60'ların ortalarında bu bara Leyla Sayar ve Mine Soley'in striptiz gösterilerini izlemeye gidermiş. Bu fakir de, onların kısmen sansürlü striptiz gösterilerini ilk okul çağlarında (ve genellikle ucuz Alemdar Sineması'nın "birinci" sinde)  Türk filmlerinden izlerdi. 

Nikoli'nin yanında, Babayan Kuyumcusu ve ayakkabıcı Burgeni'nin dükkanı varmış. Karşı köşede Yapı ve Kredi bankasının olduğu yerde ünlü spor mağazası Baker var. Sadece spor malzemeleri satmıyor. İngiliz kumaşları, sağlamlığı ve pahalılığıyla ün yapmış, İngiliz ayakkabıları da satıyor. Türkiye'ye futbolu bu mağaza tanıtmış ve getirmiştir. Hemen alt yanındaki Saka çıkmazında, Ara Güler'in cafésinin olduğu yerde, Cemiyet-i Tıbbıyeyi Osmaniye binası var.

Şimdi biraz hızlanıp geriye doğru San Antonio Basilik'ine yürüyelim. Bu basilik 1906'da burada bulunan eski Concordia Opera binasının yerine yapılmaya başlanıyor. Bu Concordia'nın hem bahçesi hem de kapalı salonları var imiş. Kapalı kısmında polislerin zaman zaman bastıkları ama yabancılara tanınmış imtiyazlar dolayısıyla sadece olanı biteni seyretmekle yetindikleri meşhur bir kumarhanesi de varmış. Hatta kurpiyerler  polislerin gözlerinin içine bakarak, "haydi fişlerinizi sürün, oyun başlıyor!" diye alaylı şekilde nida ederlermiş. Concordia'yı gözünüzde daha iyi canlandırmak için Halit Ziya'nın Aşk-ı Memnu'sunu okumanızı salık veririm.

Geçerken, Concordia ile ilgili bir başka hikayeyi de merhum ressam Malik Aksel'den aktarayım. O devir İstanbul'unda özellikle de paşazadeleri, beyzadeleri  bekleyen bir tehlike, kantocu, tiyatro aktristi hanımlar tarafından baştan çıkarılmaktı. Bu yolda ne ocaklar sönmüş! Oğlunun özellikle Konkordia'ya dadandığını öğrenen devrin belediye başkanı Rıdvan Paşa, çareyi bu tiyatroyu kapatmakta bulmuş. Böylece oğlunu "açık seçik" Fransız kızlarına kapılıp gitmekten korumayı düşünmüş.

Kilise altı yılda tamamlanıp, 1912'de açılıyor. Papalardan birinin, ülkemizi ziyareti sırasında,  1960'larda burada bir ayini yönettiğini biliyoruz. Mimarı Mongeri. Kilise'ye bitişik olarak başka ünlü bir dükkan Pigmalion var. Hediyelik eşya satıyor. Özellikle çeyrek altına satılan kravatları çok ünlüymüş.


Hemen basilikin karşısında, İstanbul'da ilk renkli filmin gösterilmiş olduğu Elhamra pasajı ve sineması var. 19 yy'ın sonlarından itibaren burada Kristal Gazinosu varmış. Ama yanıyor. Yanmak bu binanın kaderi. 1990'ların sonunda bir daha yanmıştı. Şimdiki 1999'da aslına uygun onarımdan geçmiş bina. Yani 1920'lerin ilk yarısında yapılmış olan binanın yeniden onarılmış hali. Yeni klasik tarzda yapılmış. Mimarının kim olduğu konusunda tartışma var. Bir Türk mimar olan Ekrem Ayverdi'ye atfedenler olduğu gibi, Frej Apartımanından tanıdığımız mimar Khlikiades'in yapmış olduğunu söyleyen de var. Tabii  20'lerin başında başında yapılmış olan binadan söz ediyoruz. Elhamra'dan önce burada Kristal Gazinosu'nun bulunduğunu söyledik. Bu gazinoyla birlikte bir de o dönemin meşhur birahanelerinden biri olan Dimitri Gambrinos Birahanesi ya da Brasserie Gambrinus da buradaymış. Birahane 1899 tarihinde açılmış. Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi'ne göre, sahibi Kefelonyalı bir yelkenli sahibi kaptan Dimitri'dir.  Burasını zenanesi (oğlan sevgilisi) Andriya adlı Sakızlı bir genç için açtığı kaydediliyor. İstanbul'da ilk beyaz ceketli, beyaz frenk gömlekli, siyah papyonlu, siyah pantolon ve ayakkabılı garsonlar burada görülmüş. Sakızlı Rum Andriya burasını Fransız limanlarında gördüğü birahaneler gibi işletmek istemiş.  Gazete ilanlarından sabaha kadar açık olduğu anlaşılıyor. Ancak Ansiklopedi, gece yarısından sonra burasının bugünkü tabirle bir tür "gay kulübü"ne döndüğünü ima ediyor (Tam da Koçu'nun meşrebine uygun bir yermiş hani).  Elhamra'ya dönecek olursak, bu sinemada Atatürk'ün kızkardeşi Makbule hanımla  film seyrederken çekilmiş bir fotografisi vardır. Atatürk'ün bu sinemayı sevdiği söylenir.


Solda eski Sümerbank'ın yerinde,  ilk katlı mağaza olan meşhur Karlman var (Scognomillo, bu Karlman Mağazasının Odakule'nin yerinde olduğunu söylüyor). Bu meşhur mağaza 1940'larda Varlık Vergisi uygulaması sırasında, Karlman ailesinden alınıyor. Hazineye intikal ediyor. Bir süre Osmanlı Bankası tarafından depo olarak kullanılıyor. Sonradan İstanbul Sanayi Odası tarafından yıktırılıp, bugünkü yerine Odakule denilen ucube yaptırılıyor.

Bugünkü İş Bankası'nın yerinde kadınlar için yünlü ve ipekli kumaşlar, şapka ve eldivenler satan Au Lion mağazası ve üst katında da Türkiye'ye 19 yy sonlarında  gelerek, kendine ait metoduyla dil öğretimi yapan Berlitz'in dil okulu varmış. Berlitz halen Yapı ve Kredi'nin karşısındaki Galatasaray İşhanı'nda faaliyetini sürdürüyor.

İş Bankası'nın arkasında Garibaldi restoranın olduğu yere çok yakın Teslis Ermeni Katolik Kilisesi var. Sanılanın aksine, İtalyan cumhuriyetçisi Garibaldi'nin kaldığı konut burada değildi. Çiçekçi (şimdi Eski Çiçekçi Sokağı), ama o zamanki adıyla Linardi sokağındaydı. Kallavi sokağının karşı sırasında yer alan sokak. Bilindiği gibi, birlikçi ve cumhuriyetçi Garibaldi buraya 1830-1831 yıllarında genç bir gemici olarak iki kez geliyor. Son gelişinde Karadeniz'e geçmek için havanın müsait olmasını bekleyen bir gemiyle gelmiş, bir süre sonra hastalanınca, Eski Çiçekçi sokağında oturan bir İtalyan ailenin yanında kısa bir süre kalmıştır. Bir süre de şimdi Gönül Sokağı olarak bildiğimiz, eski adı Timoni olan sokakta (o zaman bu civardaki bazı sokaklar buralarda evi olan lövanten ailelerin adıyla anılıyor- mesela, Glavani sokağı[Kallavi sokak], Alyon sokağı [Ayhan Işık sokağı], Hava Sokağı [Halepli lövanten Hava ailesine ait marullarıyla meşhur bir tarla idi]) Timonilerin çocuklarına mürebbilik yapmıştır. İtalyan Cumhuriyet'inin tesisinden sonra onun Çiçekçi Sokağı'nda kalmış olduğu ev, artık yerinde olmadığından, yerinde bulunan binaya onun anısına bir levha çakılmış fakat sonradan bu sokağı kötü ünlü evler doldurunca, levha oradan kaldırılmıştır.

Berlitzle aynı katta en eski Rus lokantası Turkuvaz varmış. Bu Turkuaz'ın yerinde eskiden belki de İstanbul'un en revaçta olan katlı mağazası Bonmarşe varmış. Tatil olan Cuma ve Pazar günleri burası, bugünkü AVM'lerle kıyaslanabilecek bir kalabalığı ağırlarmış. Elbiseden, ev eşyalarına, şekerlemelerden oyuncağa kadar her şey bulunurmuş. Sermet Muhtar merhum, bu mağazanın ilginç yanlarından bir tanesinin, tezgahtarların müşterilerin ödeyeceği parayı Fransızca bağırarak kasaya haber vermeleri olduğunu anlatır: "Suasant piyastr, alakes...Kenz!...Duz e dömi..." Yine merhum üstad, Bonmarşe'nin Beyoğlu'nun merkezi olarak görülebileceğini söyler. Bu mağazanın ucuz ama "adi" mallar sattığını ilave eder. O zaman henüz Beyoğlu'nda kadın tezgahtarlar olmadığını da yine Sermet Muhtar merhumdan öğreniyoruz.

Aslında Kırım Savaşı'ndan sonraki paragöz ekonomik yapı, elbette insanların tüketim örüntülerinde de değişime yol açacaktı. Öyle de olmuştur. 1860'lardan itibaren Galata ve Beyoğlu civarında birbiri ardına "bonmarşe" adı verilen türden mağazalar açılıyor. O sıralarda Osmanlı ekonomisinde (şimdilerde de olduğu gibi) ithalatın payı dramatik bir şekilde artıyor. Bu durumda cari açıklar kaçınılmaz oluyor. Fark, şimdi de olduğu gibi, borçlanılarak kapatılmak isteniyor. Bu parasalcı ekonominin mantığı borçlandırma üzerine kurulmuş. Hem bireylerin ve firmaların hem de devletlerin borçlandırılması gerekiyor. Hakim iktisadi anlayış, paradan para kazanma. İşte Au Lion, Bazaar Allemand (Alman Pazarı), Bonmarşe, sonradan Karlman gibi ilk çok katlı ve çok çeşitli ürünlerin satışı yapılan mağazalar bu burjuva ve küçük-burjuva ve rantiye tüketim eğilimlerini teşvik etmek gibi bir rol de oynuyorlar. Bugün yeri konusunda -yaşayanların anılarıyla, okuduklarımı karşılaştırdığımda- kesin konuşma olanağına sahip olamadığım, Bonmarchais (Bonmarşe) mağazası İstiklal Caddesi üzerinde en çok revaç gören mağaza olmuş. Bu mağazayı, ilk olarak yangından önce 1869 yılında, bugünkü Mısır Apartımanı'nın olduğu yerde kuran ve Kırım Savaşı sonrasında Türkiye'ye gelmiş ("yabancı sermaye") Bartoli kardeşler, buradaki binanın dar gelmesi üzerine eski Sümerbank binasının, ya da başka bir iddiaya göre, bugünkü Odakule'nin bulunduğu yerde, Alyon ailesine ait üç katlı bir konağı satın alarak mağaza olarak düzenliyorlar. Kendileri de ailece binanın en üst katında oturuyorlar. Binanın Tepebaşı Meşrutiyet Caddesi'ne de çıkışı var. Yani bir pasaj işlevi de görüyor. Sonradan Karlman ailesine satılıyor. Adı Karlman Mağazası oluyor. Bina da Karlman Pasajı olarak anılıyor. Yani Karlman ve Bonmarşe ayrı yerlerde değil. Karlman, Bonmarşe'nin olduğu yerde işini sürdürüyor. Binanın arkasındaki çıkışı karşılayan Mezarlık sokağıyla o zaman kot farkı olduğu için  arka çıkış da bir kat yüksekliği kadar basamak inişi varmış.

Bir yandaki binada, Ernest Komandiger'in piyano, müzik aletleri ve notaları satılan mağazası var. Yanındaki dükkan, Max Frühterman'ın. İstanbul, Atina, özellikle Aynaroz (ya da Athos Dağı) karpostalları, gravürleri üretilip satılıyor. Sermet Muhtar'ın dediğine göre, eğer dükkan sahibiyle biraz tanışıklığınız varsa, bir köşeye çekilip yarı çıplak kadın kartpostallarına bakma veya satın alma şansınız olurmuş. Muhtemelen Früchterman asıl birikimini bu sayede yapmıştır. Sermet Muhtar, kartpostalcının adını hatırlamıyor. Ama Beyoğlu'nun benim bildiğim (o yıllardaki) tek kartpostalcısı Früchterman. Daha ileriki yıllarda, yanılmıyorsam, tahliye dolayısıyla, dükkanını evinin de bulunduğu Kumbaracı Yokuşu'na taşıyor. Bütün kazancını Avusturya-Macaristan parasına çevirerek biriktiren Fruchterman, bu devletin ortadan kalkmasıyla birlikte, parası pula dönünce büyük maddi zorluklar içine giriyor. Ölümünden sonra işi gelini bir süre devam ettiriyor. Sonra o da,  elde kalan yüz binlerce kartpostal ve gravürü eskicilere yok pahasına satıp, işi tasfiye ediyor. Pek iyi şöhreti olmayan karşı sıradaki (yeni) Çiçekçi sokağı evlerine inmeden hemen sol köşede, taklit elmas yüzük ve kolyeler satan Tetis mağazası var. Hanımların hayli rağbet ettikleri bir mağazaymış. Yine orada bir Mon Karton Kuyumcusu olduğunu Sermet Muhtar'dan öğreniyoruz. Hatta üstad merhum, "sahibi 40'lı yaşlarında hovarda tavırlı bir adamdı ve ağzına boyna fındık fıstık atar, ağzı boş durmazdı" der.

Eski Nisuaz Pastahanesi Garanti Bankası'nın bulunduğu yerdeydi.Üstteki apartman Hacopulos'lara aitti. Burada oturuyorlardı. Şimdi Garanti Han.

Said N.Duhani'nin babadan kalma apartmanı. Burada en üst katta bir odada kötü şartlarda yaşarken ölmüştü. Bina  Büyük Parmakkapı sokağı ile Taksim Kuyu sokağının kesiştiği köşede. 

Şimdi tekrar San Antonio Basilik'i tarafına geçip yola devam edelim. Basilik'in hemen ilerisinde, karşı sırada, sigara, puro ve tütün satan Angelidis'in mekanı var. Yani bugünkü Tütüncü Sokak'ta. Adı da, Havana Bazaar. Tam karşısında, 2.Abdülhamid'in resmi fotografiçisi Abdullah Frers fotograf stüdyosu var.  Hemen arkasında yine Sultan'ın gömlekçisi, Strongilos mağazası. GS Lisesi ve Yapı Kredi Bankası arasından aşağıya, Tophaneye  doğru inen yokuşun adı Yeni Çarşı. Hemen lisenin bu sokağa bakan yan duvarına yapışık Galatasaray Polis  Başkomiserliği binası varmış. Caddenin en işlek binası olduğu söylenir. İçeriye girenlere karakoldan çok,  bir kafe, meyhane ya da lokanta izlenimi verdiği söylenir. Her çeşit insana rastlamak mümkünmüş. Cumhuriyetten sonra yıktırılmış.

Bu arada, eskiden lisenin önünde mermer iskele babalarına benzer babalar birbirlerine kalın zincirlerle bağlı oldukları halde mevcutlarmış. Sonradan kaldırılmışlar. Lisenin tam karşısında, özgün olarak  Ermeni Sıvacıyan  ailesinin konutu olarak 1875 yılında yapılmış bina var. Yani yakın zamana kadar  postane işlevi gören bina. Altında da Apolonotos adlı bir rumun ecza laboratuvarı  varmış. Bina 1907 yılında Osmanlı Posta Telgraf Vekaleti tarafından satın alınarak Postane yapılıyor. Bir süre sonra bir yangına maruz kalıyor. Bina, aynı zamanda, Eastern Telegraph kumpanyasının da merkeziymiş. Bugünkü binaya son şeklini mimar Sedat Hakkı Eldem vermiş. Cumhuriyet'te işlevini sürdüren bina 1938-944 yılları arasında İstanbul Radyosu binası olarak da hizmet vermiştir.  Postanenin bitişiği, meşhur göz doktoru ("uzun sakallı" namıyla maruf ) Esteryan'ın muayenehanesiymiş.

Yeri gelmişken, bu postane İstanbul'da konuk ya da zorunlu konuk olarak bulunan bir çok yabancı ve mültecinin en sık ziyaret ettiği yerlerin başında gelmekteymiş. Memleketleriyle ve dünyayla tek bağlantı noktalarının burası olduğu belli. Bu figürler arasında mesela şimdi ilk aklıma geleni Trotsky.


Şimdi Postanenin yanından yüzümüzü Tünel istikametine çevirince sağdaki cadde Meşrutiyet caddesinin devamı. Oraya dönelim. Hemen sağımızda Avrupa Pasajı var. Bu pasajdan geçilerek Balık Pazarına ve Çiçek Pasajına çıkılıyor. Yani Meşrutiyet Caddesiyle, eski Tiyatro sokağını (sonra adı nedense Sahne sokağı oldu) birbirlerine bağlıyor. Efendim bugün bu pasajla, Balık Pazarı ve Çiçek Pasajının bulunduğu arsada, 1870 yangını öncesinde, meşhur ama ahşap, kargir karışımı  Naum Tiyatrosu ve devrin en lüks oteli olan ve 1855'te görkemli bir baloyla açılan Hotel Jardin des Fleurs veya Palais des Fleurs diye anılan otel binası varmış. Aslında Jardin des Fleurs, bugünkü Avrupa Pasajı'nın bulunduğu yerden İngiliz Sefareti'ne kadar geniş bir alanı kapsayan bir parkın adıymış. Bunun üzerinde de sirk gösterileri de yapılan bir tiyatro varmış ve yanmış.  Sonradan otel olmuş. O da yanmış.  Naum Tiyatrosu o kadar ünlüymüş ki, Sultan Abdülaziz ve ve yeğeni Sultan 2.Abdülhamid zaman zaman opera ya da varyete seyretmek maksadıyla buraya teşrif ederlermiş. Zaten birinin biraderi, ötekinin babası olan Abdülmecid'in himayesinde Osmanlı'nın hariciye bürokratlarından  Naum Paşa'nın amcaları olan iki kardeş, Mikhail ve Naum Duhani  tarafından yapılmış ve işletilmiş.

Bu ailenin aslen Halep kökenli ama sonradan Lübnan'a yerleşmiş, oradan da Osmanlı İstanbul'una göç etmiş etnik olarak Arap, dinleri itibariyle  rumi katolik olduklarını belirtelim. Yani Melkit cemaatine mensuptular. . Melkitler, çöl arapları arasındaki en eski hıristiyan cemaattir. 4.yy'da hıristiyan oluyorlar. Halen Antakya patrikliğine bağlıdırlar. Bunları Marunilerle karıştırmamak gerekir. Ailenin soyadı Duhani. Tütüncüler anlamına geliyor. Naum adı da Arap ve Rum hıristyanları tarafından o zamanlar sık kullanılan bir isim. Nimetullah ya da Tanrıverdi anlamına geliyor. Naum Paşa'nın konağı halen ayaktadır.  Büyük Parmakkapı sokağının Taksim Kuyu sokağıyla birleştiği köşede, St.Pulcherie Lisesi'nin karşısındadır. Paşanın oğlu Said N.Duhani uzun yıllar bu evde yaşıyor ve burada ölüyor. Oğul Duhani, babasının ölümünden sonra Fransız operet sanatçısı olan eşiyle daha mütevazi bir hayat sürmek zorunda kalıyor. Bu konağın ilk katında oturuyorlar. Öbür katları kiraya veriyorlar. Ailenin tek çocuğu olan oğulları  okul yıllarında intihar edince, ailenin düzeni bozuluyor. Anne Duhani İstanbul'dan ayrılarak tekrar Paris'e müzik kariyerine kaldığı yerden devam etmek için gidiyor. O sıralarda Turing Otomobil Kurumu'nda bir görevi bulunan Said bey iyice içine kapanıyor. Konağın en üst katında eşyası bir karyola, masa-sandalye ve küçük bir gardroptan  ibaret bir odaya yerleşiyor. Apartman haline gelmiş eski konağın kapıcısı ve karısı onun bir takım ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Zaman zaman onu ziyaret eden genç Çelik Gülersoy, kapıcının hayat kalitesinin bile Said beyinkinden iyi olduğunu söylüyor. Bu düş kırıklıklarının yol açmış olduğu bir tür inziva hayatı konağın yakınındaki Alman Hastanesi'nde son buluyor.

Naum Tiyatrosu'nun uluslararası bir ünü varmış. Adı La Scala'larla birlikte anılırmış. O kadar ki, Verdi'nin La Traviata operası, Paris'ten önce burada sahnelenmiş. Hatta Charles Dickens bile gazetesinde bu tiyatronun övgü dolu bir tanıtımını yapmış. Operanın orkestra şefi 1848'den itibaren İtalyan Guatelli'dir. Aynı zamanda, hem Abdülmecid ve hem de mahdumu 2.Abdülhamid dönemlerinde Mızıkay-ı Humayun'nun da başına getirilir. Heyhat! Ve tabii vah vah!! Yangın... Bu yüzdendir ki Balık Pazarı'nın olduğu sokağa Tiyatro sokağı adı verilmiş. Şimdi -nedense- Sahne sokağı.

San Antonio di Padua basiliki arkadan,  Eski Çiçekçi sokağı tarafından

İstiklal'deki  Ermeni Azize Meryem Katolik Kilisesi (aynı cadde üzerindeki tek Ermeni kilisesi) Fransız imparatoru 3.Napolyon'un karısı imparatoriçe  Eugenie 1869 'da İstanbul'u ziyaret ederken burada bir ayine katılmış. Bu ziyaretin anısına kiliseye üzerinde  İsa'nın hayatından bir sahnenin resmedilmiş olduğu goblen duvar halısı hediye etmiş. 

Garibaldi'nin bir süre konakladığı, sonradan "kötü şöhretli" evleriyle tanınan  Eski Çiçekçi sokağı İstiklal'den


San Antonio arka taraftan görünüşü

san antonio basiliki arka cepheden

Balık Pazarı Şekercisi

GS Lisesi alt tarafı Gül Baba Türbesi
Neyse, yangından sonra otelin  arsası,  bugün Avrupa Pasajı olarak bildiğimiz yer,  Onnik Düz adlı bir ermeni tarafından satın alınıyor. Pasajı mimarı Pulgher'e yaptırtıyor. Sene 1874. Bu pasaj, mimarisi ve işlevi bakımından  diğer Beyoğlu pasajlarından farklılar taşıyor. Bir kere yüksek değil. Ortada yer alan bir geçidin iki yanında yer alan 22 bodrumlu dükkan ve bir üst katta her bir dükkana ait bir oda ve mutfaktan ibaret ikinci bir kat vardır (İstanbul'umuzun güzide yayıncılarından Sakallı Sabit bey namıyla maruf zatın sahibi olduğu Bağlam Yayınları'nın merkezi de halen burada bulunmaktadır). Geçidin üstü de cam ve ferforjeden oluşan bir malzemeyle kaplanmıştır. Pasaj 56 metre uzunluğunda. Zemindeki taşlar Trieste taşları (şimdi yerlerinde Marmara mermeri var), ve tabii İtalya'dan getirtilmiş. Dış cephedeki taşlar kısmen Malta'dan getirilmiş,  Ahşap hiç kullanılmamış. Yangın korkusu tabii! Altında büyük bir sarnıcıyla, derin bir kuyusu var. Açıldıktan sonra burada ilkin piyano imalatçıları, tamircileri ve ayakkabıcılar varken, Cumhuriyet'te, daha berideki Hazzupulo Pasajı gibi, düğmeciler, tuhafiyeciler, terziler, mefruşatçılar, tekstil ürünleri satanlar tarafından dükkanlar halinde kiralanmış.  Benim lise yıllarımda Avrupa Pasajı'nın bu işlevi değişmemişti. 1980'li yıllarda tadilat gerekçesiyle boşaltılmış, 1993'de yeniden açılmıştır. Uzun bir aradan sonra yeniden faaliyete geçtikten sonra dükkanlar turistik bir karakter kazandılar. Bu pasajın Aynalı Pasaj olarak da anılmasının nedeni, özgün yapının iç dekorasyonunda, büyük taşıyıcı ayaklar üzerinde, bugün göremediğimiz, büyük aynaların olmasıdır. Bu neo-rönesans tarzındaki binayla ilgili son bir not olarak, dış kapılarının üzerinde bir aslan kafası kabartması ve Cumhuriyet devrinde ilave edilmiş Atatürk masklı rozetler bulunduğunu ekleyelim.

Hazzopulo (Hacopulo) dedik. Ondan söz etmeyi unuttuk. Öyleyse, tekrar gerisin geriye İstiklal'e dönelim ve biraz Tünel istikametine doğru sağdan yürüyelim. Çok değil. 50-60 metre kadar. Sağda pek göze çarpmayan dar bir geçitli bina var. Üzerinde Hazzopulo ve Danışman Geçidi yazıyor. Bu bina da 1850'li ya da 1860'lı yıllarda pasaj olarak yapılmış. Eskiden yanındaki apartıman binası da buraya aitmiş ve Hacopulo Apartımanı olarak bilinirmiş. Bilirsiniz, bu pasajın içersinde genellikle tuhafiyeciler, düğmeciler, fermuarcılar, brodeciler, kalıpçılar, şapkacılar,terziler vb iş kolları faaliyet gösterirler. Kurulduğu günden beri bu özelliği değişmeden kalmıştır. İçindeki esnafın kahir ekseriyeti 70'lerin başına kadar Rumdu. Hatta o yıllarda Tepebaşı çıkışına yakın solda bir Rum meyhanesine benzer bir yer olduğunu da hayal meyal hatırlıyorum. Tepebaşı çıkışına doğru ünlü kundura imalatçısı Heral'ın dükkanı varmış. Sipariş üzerine kundura yaparmış. Pasajın Tepebaşı çıkışının hemen sağındaki iki katlı binada Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi 1872-73'de ünlü İbret gazetesini çıkarmışlardı. Sonra bilindiği gibi bu gazete kapatıldı. Her iki aydın da sürgüne gönderildi. Matbaa dağıtıldı. Bugün pasajın içinde Cadde tarafındaki kapısına yakın bir sahaf var. Herhalde bu pasajdaki ilk kitapçı dükkanıdır. Daha önce burada kitapçı gördüğümü hatırlamıyorum. Bir de 19yy sonlarının ünlü müzik aletleri dükkanı "Salle Adam" yine Tepebaşı çıkışına yakın taraftaymış. Hatta bu dükkan bir yeniliğe de imza atmış. Üst katında bulunan küçük bir salonu oda müziği konserleri için salon haline getirmiştir. Müzikseverler burada bir çok oda müziği konseri, sopranoları, tenorları izleme olanağı bulmuşlar. Zaten Cadde üzerinde bu ihtiyacı karşılayacak başkaca bir mekan da yokmuş. Yakın zamanlara kadar da yoktu. Bunlardan başka, pasaj ünlü erkek terzilerinin de faaliyet gösterdikleri bir mekanmış. Foskolo, Amao, Barbagallo gibi ünlü İtalyan terziler burada imişler. Haydi araya bir dedikodu sokuşturalım (tabii fısıltıyla). Laf aramızda, Sermet Muhtar merhum, Hacopulo'daki bir terzihanenin gizli randevu evi olduğunu söyler. Bilemem. Günahı onun boynuna. Ama merhumun eski kulağı kesiklerden olduğunu da unutmayalım. Hovardalık aleminin, "Kanbersiz düğün olmaz" dedirtecek kadar aktif bir müdavimi olduğu zaten tefrika ettiği yazı ve hatıratından anlaşılmaktadır.

Pekiy kim bu Hacopulo? Bir Rum işadamı. Çocukluğumda, Sultanhamam'dan geçerken oradaki nispeten dar ve uzun Hacopulo Pasajı'nın içinden geçerdim. Hep aklıma bu iki ayrı yerdeki pasajın sahiplerinin aynı kişi olup olmadığı takılırdı. Bugün bile kesin bir yanıt verebilecek durumda değilim. Ancak muhtemelen ya aynı kişidir, ya da bir akrabasıdır diyebilecek durumdayım. Bu Sultanhamam'daki pasajda Hacopulo ve (Sermet Muhtar'a göre) hovarda oğlu tuhafiye işiyle iştigal ederlermiş. İstiklal'deki pasajda da kendi işlerine benzer işleri yapan kiracıları tercih etmeleri anlaşılabiliyor. Yine İstiklal'de, Serkl Doryan'ın ya da Yeşilçam sokağının tam karşı tarafına rast gelen eski Nisuaz pastanesinin (doğrusu Niçoise, "niçuaz" yani Nice kentinden olan kadın anlamına geliyor) üzerinde yükselen apartıman da Hacopulo Apt olarak biliniyor. Nisuaz da 1950'lerin sonlarına kadar bir Rum işletmeci tarafından işletilmekteydi. Sonra da çaptan düşünce kapatıldı. Yoksa, vaktiyle adı kalburüstü sayılabilecek yerler arasında geçmekteymiş. Hatta Atatürk'ün bir kaç kez buraya geldiği söylenir. Bir çok yazar ve sanat adamının müdavim oldukları bir mekan. (Bkz. Salah Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Salah bey tarihi cilt 2). Şimdi yerinde Garanti Bankası var. On, on beş yıl öncesine kadar bankanın vitrininde, şimdi adını hatırlayamadığım bir mimarımız tarafından yapılmış, eski Nisuaz'ın içini ayrıntılı olarak gösteren güzel bir maket vardı. Bende hayli zevkli dizayn edilmiş bir mekan olduğu izlenimini bırakmıştı. Nice'deki aynı işlevi gören mekanlara benzetilmeye çalışılmış olmalı. Sonra nedense kaldırıldı. Laf lafı açıyor efendim. Bir başka Hacopulo da, Adalılar bilir, Büyükada'daki yazlık konuttur. Yani şimdiki kaymakamlık binası. Adamın epey bir mülkünün olduğu anlaşılıyor. Ama ne diyelim. "Mal sahibi mülk sahibi/ hani bunun ilk sahibi".

Gezimizin son durağı olan Çiçek Pasajı'na gelince. Yangından sonra tiyatronun olduğu yer 1876'da banker Hristaki Zografos tarafından satın alındı. Mimar Zanno'ya yine modaya uygun olarak pasaj şeklinde inşa ettirildi. Cite de Pera veya Hristaki Pasajı namıyle anılır oldu. Altta 24 dükkan, üstte 18 lüks apartıman dairesi. Dükkanlara bir bakalım. Tütüncü Acemyan, Maison Parret, mimar Vallaury'nin ebeveynin işlettiği Opera Naum Pastahane ve Şekercisi, Japon natürel çiçek mağazası, Pandelis Çiçekçisi, Schumacher Fırını, kitap ciltcisi Papadopulos'un mücellithanesi, Keseciyan terzihanesi. Ismarlama kürkçü Sideris. Tek meyhane, Yorgos'un yeri. Daha sonra çiçekçi sayısı biraz daha artıyor. Hele 1917 devrimi kaçkını bir zamanın aristokrat Rus hanımlarının buraya hicret ettikten sonra seyyar çiçek satıcılığı yapmalarıyla artık halk arasında Çiçek Pasajı olarak anılmaya başlıyor. Giderek meyhane, içkili lokanta sayısı ve tabii gürültü de artınca, konutlar birer birer boşalmaya başlıyor. Burada meyhane ve içkili lokantaların sayısının peş peşe açılması 40'lı yıllardadır.


Dikkat ettiyseniz, ekonomik hayatta yaşanan gelişmeleri kentin gelişmesinden ayrı düşünmek mümkün değildir. 1850'ler Sanayi Devrimi'nin Batı'da yarattığı ekonomik "boom" yıllarıdır. Beyoğlu'nun hareketlenmesi bu yıllarda başlıyor.  Çünkü Tanzimat'ın sağladığı imtiyazların da katkısıyla, Batı'yla en sıkı teması bulunan nüfusun yaşadığı yer olan Galata ve Beyoğlu'nda ihtişamlı bir hayat başlıyor. Aslında genel olarak Galata ta başından, Beyoğlu da Tanzimat sonrasında bir koloni gibi görülebilir.

Sultan Abdülaziz devrinde (1861-76) bu hayat tarzı büyük bir ivme kazanıyor. Batı'da sanayi kapitalizmi, Kırım Savaşı sonrasında,  finans sektörünün önünü açıyor. Finans piyasaları, bankerlik, banka ve sigorta sermayesi giderek güçleniyor. Öncelenmemiş derecede bir önem kazanıyor. Bunun anlamı paranın tam anlamıyla bir meta haline gelmesi, para alıp, satmanın ve tabii faize, ranta  dayalı ekonominin egemen olmasıdır. Bu ihtişam bu paralarla, bir anlamda bugünkü gibi, kolayca kazanılan, hemen kartopu gibi büyüyen paralarla sağlanabilirdi. Osmanlı Devleti de ilk dış borçlanmasını Kırım Savaşı sonrasında yapıyor. Ve  giderek büyüyen borçlar bir dağ misali ki, kartopunun esamesi okunmaz. Dışalıma dayanan lüks tüketim, bugün olduğu gibi büyük bir artış kaydediyor. Hemen her şey dışarıdan geliyor.

Kapitalizmin ilk büyük bunalımı 1873'den itibaren başlıyor. Kapitalizmin bulduğu çözüm global ölçekte finansallaşmaydı. Her deneyimde görülmüş olduğu gibi, bu finansallaşma  durgunluğu, yani teknik adıyla, stagnasyonu tetikliyor. Kabına sığmayan sermayenin global ölçekte hareketi önünde ulusal engeller oluşunca, bir süre sonra ısınma turu mertebesindeki ön lokal savaşlar, ve ardından büyük savaş kaçınılmaz oluyor.

Tabii bu paragöz ekonomi şartlarında lüks tüketime yönelik üretim de ivme kazanıyor. Lüks tüketim özendiriliyor ("Şişli'de bir apartıman / ama yoksa halin duman").  Devletler gırtlağa kadar, ödeyemeyecekleri borçların altına girmişler. Bireyler de öyle. Faiz karşılığında para topluyorlar. Bu paralarla şaşalı binalar, harcamalar yapıyorlar. Reel ekonomik mantığı olmayan sanal değerlemeler söz konusu oluyor. Borç olarak verilen paralar geri dönmüyor. Durgunluk nedeniyle işler olmayınca kiralar ödenmiyor. Paralar, krediler batıyor. Durgunluk daha fazla para işinden medet ummak gibi bir sonuç doğuruyor. Para işi arttıkça durgunluk; durgunluk arttıkça paraya kaçış oluyor. Bir tür kısır döngü. Devletler yol, bina, köprü, kaldırım vs gibi rasyonel olmayan borca dayalı harcamalar içine giriyorlar. Çünkü paraya dayalı ekonomi bireyleri ve tabii devletleri de borçlanmaya teşvik eder. Borçlandırarak kendisini sürdürebilen bir ekonomi. Mesele, borçların geri dönmemesinde. Geri dönmezse, ne olacak? Deniz olsa dayanmaz. Öyle değil mi?


Tabii müslüman İstanbul, eski İstanbul gittikçe yoksullaşıyor. Sefalet manzaları oluşuyor. 19 yy sonunda artık bu akıl dışı kapitalizmin akıl dışı paragöz ekonomisi dünyada, Batı'da da tabii,  büyük toplumsal eşitsizliklere, sefalet manzaralarına  yol açıyor. Aynı bugün olduğu gibi. Ama paradan para kazanan küçük bir parazit topluluk şaşalı yaşamlarına abartarak devam ediyorlar. Paralarını nereye harcayacaklarını bilmiyorlar. Bu devre "belle epoque" (ben "cicim devri" olarak çeviriyorum) deniyor. Mesela ABD'de 100 dolarlık banknotu tutuşturarak sigaralarını yakan adamlar gazetelere poz veriyorlar. Yani "bizde para çok" demek istiyorlar. Sosyolog Veblen bu tipleri ünlü Leisure Class kitabında anlatıyor. Onlara "asalak sınıf" diyor. Ha tabii bu arada, sefalet içindeki halk sınıflarının payına, bizde, bol soslu dincilik; Batı'da ise milliyetçilik düşüyor. 

Taksim'den gelirken Santa Maria Draperis Kilisesi ve Hanı

Çiçek Pasajı İstiklal girişi
Neyse, efendim kriz dalgalar halinde, hem derinleşip hem yayılarak içinden çıkılmaz hale geliyor. Büyük yoksulluk, işsizlik, ekonomide durgunluk vb. Emperyalist ülkeler arasında zaten var olan rekabet, kriz kapıya dayanınca, herkes birbirinin malına göz diker hale gelmiş olduğundan savaşla sonuçlanıyor. Yani 1.D.Savaşı. Ama sorunu çözemiyor. Kısa bir başıboşluk ve yeni bir "belle epoque" sonrası   patlayan  1929 bunalımı, o da kesmiyor. 2.D.Savaşı.


Tepebaşı tarafından Tünel işletmesi makine dairesi

Hacıpulos Pasajı Meşrutiyet Caddesi girişi

Asmalımescit İstiklal'den girişi

İstiklal'den Asmalımescit

Narmanlı Yurdu  Rusya Büyük Elçiliği olarak  inşa edildiği vakit binanın görkemli halini gören İstanbul halkı bir tür paniğe kapılıyor. Halk arasında Rusya'nın İstanbul'u işgale hazırlandığı ve bu binanın işgalden sonra Rusya'nın başkenti yapılacak İstanbul'da Çar'ın sarayı olacağı söylentileri yayılmıştı. 

narmanlı yurdu avlu sağ taraf (ikinci pencere eskiden Bedri Rahmi Atölyesi idi)

Narmanlı Yurdu avlusu tam karşıdan. Binanın girişinde benim orta okul yıllarımdan  beri alışveriş yaptığım bir sahaf; üstünde de (muhtemelen) pansiyon odalar vardı. 

Narmanlı Yurdu avlusu sol tarafı. Tanpınar'ın bir müddet oturduğu  bina buymuş. 

Bottero Apt (önüne tadilat iskelesi kurulmuş bina)

Tünel'de Bottero Apt

Karagözoğlu Apt Kumbaracı Yokuşunun (İstiklal'den)  sol köşesi. Sağ köşe  eski Hidivyal  Palas  Oteli ve altında Lebon. 

Karagözoğlu Apt. mimarlarının imzaları

Eski Hidivyal Palas Oteli. Şimdi han.


Yukarıdan Kumbaracı yokuşu alt solda Tarhan Koleji ilk kısmı


Santa Maria Draperis kilisesi. Kilisesinin arsasını  Draperis  ailesi bağışlamış olduğu için  bu adla anılıyor. Bu Draperisler köklü ve eski bir aile. 2.Bayezid zamanında podestalık da bu ailedeymiş. Hatta Bizans devrindekine benzer idari ayrıcalıklar bu ailenin podestalığı sırasında elde edilmiş. Hammer tarihinde , Fatih Mehmet devrinde Sakız Adası'yla savaş nedeni olan bir tacir François Draperis'ten söz edilir. Muhtemelen bu aynı aileye mensup bir zattı. Sakız Adası'ndan  tahsil edemediği bir ticari alacağı vardır. Adalılar borçlarını inkar ederler. Galatalı tacir Draperis padişaha müracaat eder. Padişah Hamza bey komutasında bir donanmayı adaya gönderir. Bu Osmanlı uyruğunun alacağı ödenmediği takdirde Ada'ya savaş ilan edeceğini söyler. Adalılar geri adım atmazlar. Padişahla heyetler aracılığıyla yapılan görüşmeler netice vermez. Bu arada, Hamza Bey'in gemisindeki tayfalarla Adalı denizciler arasında zaman zaman, fazla kaçırılan alkolün de etkisini göstermesiyle,  kavgalar olur. Bu kavgalar esnasında içinde ticari yük bulunan bir Osmanlı gemisi batar. Bu bardağı taşıran son nokta olur. Fatih, Hamza beyi azleder. Draperis'e alacağının mutlaka tahsil edileceğini söyler. Sonunda Sakız hükümetine savaş açılır.  

Santa Maria Kilisesi girişinde mezarı kilisenin altında bulunan  Türkiye'de modern cerrahi hekimlik öğretimini başlatan Bernard Ambros hatırasına çakılmış plaket. Kilisede bir çok lövanten aileye mensup bireylerin mezarları var. 


İstiklal'den Kallavi sokağın görünüşü (Kahve molası sırasında. Boş durmak yok!)

  İstanbul'da ilk kahvehane, Peçevi Tarihi'ne göre, 1555 yılında, Tahtakale'de, Hekim isimli bir Halepli tarafından açılıyor. Biraz sonra bir başka Suriyeli, Şamlı Şems de kendi kahvehanesini açıyor. ( Bazen , özellikle  yeme içme kültürümüz üzerinde bu Halep, Suriye etkisinin ihmal edilemeyecek kadar önemli olduğunu düşündüğüm oluyor). Bu ilk kahvehaneler şehri ziyaret eden ya da çalışmaya gelmiş kişilerin hemşerileriyle buluştukları, memleketlerinden haber aldıkları bir tür enformatik işlev gören mekanlar. Aynı zamanda, devlet ricalinin de devam ettikleri, sohbet edip, devlet işlerini çekiştirdikleri, yanı sıra yaşını başını almış insanların hayat maceralarını anlattıkları, tarih, coğrafya bilgilerini paylaştıkları mekanlardır.  Bu bakımdan "kahve bahane" dir. Aslında çok yakın zamana kadar, (belki de hâlâ) bu tür işlevler görüyorlardı. Bununla birlikte, ilk ortaya çıktıktan bir süre sonra alkolün de servis edildiğiyle ilgili kayıtlar var. Çünkü kahve tüketimi ve şarap tüketimi birbirine adeta paralel şekilde artıyor. Hatta bazı kahvehanelerin üst katlarında fuhuş servisinin yapıldığı iddia edilir. Zaten satranç, dama gibi oyunlar oynanıyor. Bu oyunların kumar niteliği kazanma olasılıkları her zaman var.  Yani devlet tarafından sürekli kuşkuyla bakılan yerlerdir buralar. Tabii bu mekanlarla  ilgili çok şikayetler gelince, zaman zaman faaliyetten men ediliyorlar.  Özellikle 4.Murat devrinde (1623-1640) muazzam bir takibâta uğruyorlar. Bilindiği gibi, Kanuni devrinin henüz erken zamanlarından itibaren imparatorluğun merkezi yapısı çözülme sürecine giriyor. Avrupa'daki bilimsel ilerlemeler, ekonomi-politik gelişmeler, jeo-ekonomi-politik bir vizyondan yoksun olan devlet yönetiminin (bugün de durum pek farklı değil) bu ilerleme ve gelişmeleri kavrayamaması, dışardaki bu gelişmelerle ilişkili olarak içeride oluşan ekonomik sorunların, yeni gelir kaynakları arayışının, mevcut ekonomik düzende gedikler açılmasına neden olması, örnekse, temel toprak düzeninin değiştirilmesi yüzünden toplumsal huzursuzlukların, süreğen ayaklanmaların ortaya çıkmasıyla,  merkezkaç güçlerin palazlanması, merkezi otoritenin zayıflamasına, kontrolü sağlamada yetersiz kalmasına neden oldu. 4.Murad merkezi otoriteyi yeniden tahkim etmek için İstanbul şehrinde bir tür "vahşet tiyatrosu" sahnelemek gibi tam şarklı otoritelere özgü bir yol benimsedi. Bu coğrafyada sık tanık olduğumuz gibi, nedenlerle uğraşmak cesareti göstermek yerine, sonuçlarla didişmek kolaycılığına başvurdu. Kahvehaneler de bu tavırdan nasibini aldılar tabii. Hemen günah keçisi yapıldılar. Kahve içmek yasaklandı. Kahvehaneler kapatıldı. İçenler, bu tür mekanları işletenler, müdavimi olanlar dahil ölüm cezalarına çarptırıldılar. Toplumsal ve siyasal yapı çözülme sürecine girdiğinde, gerçek nedenleri gizlemek adına sonuçlara odaklanmanın bir ifadesi olarak günah keçileri yaratılır. Bizde malum, bu gibi koşullarda Osmanlı devrinde dine; Cumhuriyette de, dine ve milliyetçiliğe (Türk-İslam ideolojisi) dört elle sarılma, onlar üzerinden toplumu baskılama ihtiyacı duyuldu. 4.Murad devrinde devletin Hanefi ordoks din anlayışı, Hanbeli öğretisine dayanan Selefiğin, yani en katı kabul edilen Sünni ortodoks İslam anlayışının etkilerine maruz kaldı. Ulema kısmen bu anlayışın etkisi altına girmişti. (Bugün de aynı doğrultuda bir yönelim var). Resmi ideolojide, siyasal, dinsel ve toplumsal sonuçları olabilecek bir yarılma tehlikesi ortaya çıkmıştı.  Murad'dan önce de, hatta kendisi de bir kahve tutkunu olduğu söylenen Kanuni devrinde dahi zaman zaman ulemadan gelen telkinler ya da baskılar nedeniyle, bizzat bu padişah tarafından faaliyetlerine izin verilmiş olan kahvehaneler kaptılmıştı. Bu arada, geçerken şunu da söyleyeyim: Kimi tarihçiler (örnekse Katip Çelebi) Kanuni devrinde şeyhülislamlığa getirilen Ebusuud Efendi'nin şiddetli bir kahve düşmanı olarak sürekli olarak kahveyi yasaklama ve kahve içilen mekanları kapatma eğiliminde olduğunu, bunun da onun tutucu yapısına uygun olduğu iddia ederler. Bu doğru değildir. M.Ertuğrul Düzdağ'ın kitabında (Şeyhülislam Ebusuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, Enderun Yayınları, 1972)  bu iddialar doğrulanmamaktadır. Bir kerre, Ebussud Efendi öyle sanıldığı gibi tutucu bir figür değildir. Örnekse, kendisinden önceki şeyhülislam Fenarizade Muhiddin Efendi faizi katı bir şekilde haram olarak yorumlamaktaydı. Bu tavır devletin ekonomik çıkarlarıyla bağdaşmıyordu. Ebusuud Efendi, faiz konusunu daha esnek yorumlayarak devletin ekonomik çıkarlarına uygun bir yorum getirmişti. Hatta özellikle bu esnek tavrı dolayısıyla şeyhülislam yapılmış olduğu düşünülebilir. Bu esnekliği başka bir çok toplumsal ve siyasal meselede de göstermişti. Hatta fetva kurumu olarak şeyhülislamlık makamını devletin rasyonel çıkarlarına öncelik veren bir kurum haline getirmiş olan da odur.  Kahve ve kahvehaneler de İstanbul'da onun devrinde ve onun fetvasıyla faaliyete başlamışlardı. İstanbul'da, sadece Kanuni devrinde elli civarında kahvehane açılmış olduğundan söz edilir. Üstelik ulema içinde ciddi sayıda karşı düşünceye sahip figür bulunmasına rağmen. Ebusuud Efendi toplumsal, ekonomik ve ahlaki konularda görece liberal diyebileceğimiz bir zattı. Ortodoks Hanbeli öğretisine referans veren yorumlara karşı durduğunu da biliyoruz. Onun tutuculuğuyla ilgili imaj, Şii ve Alevi nüfus hakkında vermiş olduğu fetvalardan kaynaklanıyor olsa gerektir. Fakat burada şunu ihmal etmememiz gerekir: Sünni Hanefi ortodoks İslam devletin resmi ideolojisi, meşruiyetinin temel ideolojik dayanağıydı. Şiilik ise rakip Safevi devletinin resmi ideolojisiydi. İkisi arasındaki çekişmede Sünni ortodoks Hanefilik, Osmanlı devleti için  "beka" sorunu bağlamında değerlendirilen bir konuydu. (Bunu çağdaş bir olguya gönderme yaparak, önceki "soğuk savaş" sırasında, bu savaşın iki birleşeni olan SSCB'nin komünist ideolojisiyle, ABD'nin liberal ideolojisi arasındaki çekişmeyle kıyaslayabiliriz). Bu yüzden, o zaman ki siyasal anlayışa göre, bu konuda tavizsiz davranmaları gerekiyordu. Siz bakmayın bizdeki laiklik güzellemelerine, benim çocukluğumda, o küçük gri defter şeklindeki nüfus belgelerinde, "dini" kısmında, "İslam", hatta "Sünni" bile yazmaz, doğrudan, sünniliğin branşlarından birisi olan,  "Hanefi" yazardı. Babamın yanında çalışan Alevi hamalların nüfus cüzdanlarına bakardım, onlarınkinde de "Hanefi" yazardı.Kendilerine sorulmamıştır bile. Yüzde 99.9 Türk ve Hanefi müslamüman... Yani laiklik uygulamada devletin bütün dinler karşısında tarafsızlığı anlamına gelmeyebiliyor. Bizdeki uygulamasında da taraftır. Ancak, taraf olduğu dini siyasete bulaştırmaz. Fransa'da da böyledir. Katoliklik fiilen devlet dinidir. Ancak din işleriyle, devlet işleri ayrılmıştır. Daha önemlisi, laiklik kavramının olmazsa olmazı, dünyevi olan ile ilahi, uhrevi olan, her iki deneyimde de, birbirlerinden ayrılmışlardır. Laiklik tarihsel bir dünyevileşme sürecinin ifadesidir. 

İstanbul'da, kahvehane, meyhane, bar, birahane, kafeşantan gibi mekanlar, tahmin edileceği gibi, Tanzimat devrinin sağladığı nispi özgürlük ortamında yaygınlaşıyor. 2.Abdülhamid devrinde de bu durum değişmiyor. Ama bu tür mekanların sayısında asıl patlama birinci dünya savaşı yıllarında ve Mütareke döneminde görülüyor. Şehrin işgaliyle birlikte işgalcilerin ihtiyaçları, şehirdeki eğlence ve eğlence mekanı anlayışını kökten değiştiriyor. Tabii Rusya'dan 1920'de kitlesel olarak gelmeye başlayan göç dalgasını da ihmal etmeyelim. Sonraki cumhuriyet devrinin eğlence anlayışı, eğlence mekanı  anlayışının da bu dönemden anlamlı ölçüde etkilenmiş olduğunu düşünüyorum. Canlı müzik icra eden içkili lokantalar, fuhuş olanakları sunan bar, dans salonu türü mekanlar, porno film gösterilen sinemalar, birahaneler, tabii genelevler  pıtrak gibi İstanbul'un, başta Beyoğlu ve Galata olmak üzere, bir çok yerinden adeta fışkırıyor. Bu kontrolsüz eğilim o kadar ileri gitmişti ki, istatistiklere baktığımızda, bugün bile şaşırmamak mümkün değil. Bu arada, bu mekanları işletenler arasında sadece gayrimüslimler yok, birinciler kadar olmasa da, müslüman işletmeciler de var.  1914'te Şehremaneti'nin (yani belediyenin) hazırladığı istatistiklere göre, sadece Beyoğlu ve civarında, 310 genelev, 405 meyhane, 2284 Şarapevi ve içkili mekan, 270 lokanta ve birahane, 1800 kahvehane, 180 pastane ve şekerci, 8 kafeşantan (çalgılı, içkili kafeler), 17 sinema ve tiyatro bulunmaktadır (Nurettin Van'ın  Marmara Üniversitesi'ne sunduğu yayınlanmamış doktora tezinden aktaran  tarihçi Doç.Dr. Cafer Ulu: Tarih dergisi 2012). Üstelik mevzuata göre bu tür mekanların çoğu için 16 yaşından küçüklerle ve kadınlarla ilgili kısıtlamalar varken, bunlara genellikle  uyulmadığı tespit ediliyor

1914'te kentin nüfusu yaklaşık 910.000'dir (Prof . Cem Behar: Osmanlı İmparatorluğu'nun ve Türkiye'nin nüfusu, 1500-1927: DİE, Ankara 1996)) . Bunun 560 bini müslümandır. Ancak, tahmin edileceği gibi, savaş yıllarında toprak kayıplarıyla birlikte gelen göçler bu nüfusun çok artmasına yol açmıştı. Savaş nedeniyle kentin nüfusunun  250 binden fazla  artmış olacağı tahmin edilmekteydi. İşgal altındaki İstanbul'un nüfusu işgalci askerlerle birlikte çok daha fazladır. Savaş sonrası kentte mülteciler sorunu, kentin genel sorunları içinde çok önemli bir yer tutmuştur. 

Yine Kallavi sokak(yani eski Glavani sokağı) ama bu kez soldan sağa bakıyoruz. Solumuzda Starbucks. 

Suriye Pasajı

Eski Concordia'nın (Opera-Tiyatro ve yazlık/kışlık kısımlarıyla Kumarhane işlevlerini yerine getiriyordu) bulunduğu yere inşa edilen san antonio di padua  basiliki'nin temel kazıları 1906

Ses Opereti ana girişi Süreyya Paşa ya da Halep Pasajı olarak da biliniyor 


Hacıpulos Tepebaşı girişi

Hacıpulos avlusu Tepebaşı  ya da Meşrutiyet Caddesi tarafından


Şapkacılarıyla meşhur pasajın kalan son şapkacısı

Suriye Pasajı ana girişi

20'li ve 30'lu yıllar yani Beyaz Ruslar'ın Beyoğlu'nda "haroşo" modası yaratmış olduğu yıllar. Ruslar tarafından işletilen ya  da Beyaz Ruslar'ın istihdam edildiği mekanların sayısı artmış, gece hayatı şenlenmiştir. Hem Türkçe hem  Fransızca yazılmış mekan tabelalarına sık rastlanıyordu. Türkçe tabeladaki "n" harfinin ters yazılmış olmasını büyütmeyelim, Latin harflerine yeni geçilmiş olmasıyla ya da tabelacının da Rus göçmen olmasıyla izah edelim. Kapı önünde bekleyen hanımlar mı, vallahi kim olduklarını ve ne beklediklerini bilmiyorum. Pozlarının pek tekin görünmediği iddia edilirse, itiraz etmem. Ne yani, biz de bu şehrin kaldırımlarını çiğniyoruz.   

Bu arada, Türk erkeklerinin karşı cinsle ilk "sosyal", ya da isterseniz"medeni"  temaslarının, hatta daha sosyolojik olmak gerekirse, geleneksel "yuva kurmak" anlayışı dışında, modern ya da medeni "cinsler arasında sosyal ilişki" kurma eğiliminin  bu Haroşoların gelişinden sonra başlamış olduğuna dair epey bir iddia var. Dahası, onların gelişinden önce eşcinselliğin yaygın olduğunu iddia edenler de yok değil. Eh, cinsler arasında segregasyonun çok bariz olduğu topluluklarda, eşcinselliğin daha yaygın bir vak'a olabileceği varsayılabilir. Tabii isteyen tevatür deyip geçebilir.  

Şimdi biraz da rakam verelim: Beyaz Ordu'nun en önemli kumandanlarından general Wrangel, ordusuyla beraber  Kızıl Ordu'nun önünden kaçıp soluğu İstanbul'da alanlardandı. İstanbul Üniversitesi'nde katıldığı bir yemekli toplantıda,  kentte 170 bine yakın  Rus göçmeni bulunduğunu açıklamıştı. Bunlar kentin hemen her tarafına dağılmış haldeydiler. Belediye, bunların müslüman mahallelerine girmelerini engellemeye çalışıyor. İşgal kuvvetleri nezdinde girişimlerde bulunuyor. Onların, bugün de gayet iyi anlayabildiğimiz nedenlerden dolayı (aynı mentalite bugün de iktidarda),  Galata, Beyoğlu, Şişli, Kadıköy, Adalar gibi semtlere yönlendirilmesini talep ediyor. Pek başarılı olamıyor. Rus göçmenlerin kitlesel göçü 1920'de başlıyor.  Tekrar olsun, Türklerin sosyal yaşamlarını, kadın erkek ilişkilerini, eğlence, yeme içme, boş zaman değerlendirme kültürlerini çok etkiliyorlar.  

Bir de örnek verelim,  o zamana kadar şehirde  "plaj" yok, deniz banyosu kültürü yok. Dahası, üç tarafı denizlerle çevrili bir ülke sakinleri olarak Türklerin denize sırtlarını dönmüş olduklarını söylemek de yanlış olmaz. Mesela, İstanbul halkının yazlıkçılık eğilimleri 1950'lerden sonra başlıyor. Neyse. Florya'da ilk plajı Ruslar açıyorlar. O zamana kadar ağaçlıklı, kuş sesleriyle dolu şarka özgü bir mesire yeri olan , o zaman ki adıyla Fülürye, Rus göçmenlerin buradaki denizi keşfetmeleriyle,  Rus ağzında, "florya" oluyor. Kadın erkek mayolarını giyip deniz banyosu yapıyorlar. Onları gören yerli halk durur mu, üstelik haremlik-selamlık kaygusundan sıyrılmış müslüman kadınlar da plajdaki yerlerini alıyorlar.  İyi ki alıyorlar. Hem de haşemasız.  Tabii bu yeni haller, görüntüler çok şikayet konusu oluyor, ama gel de işgal kuvvetlerine anlat!  O günlerde bir "çıplaklık" tartışmasıdır gidiyor. Bugün  de olduğu gibi, her şeye maydanoz olan köşe yazarları (ama insaflı olalım, o zaman aralarında bugünküler kadar yarı-cahil pek yoktu) duruma müdahil oluyorlar.   "Yiğidi öldür, hakkını ver" demişler. Bu tartışmalar sırasında, çıplaklık ile toplumsal ve giderek siyasal şeffaflık arasında ilişki kurarak çıplaklığı savunan Refik Halid'in  cesur ve kararlı konumunu anmadan geçmek olmaz. Ancak aynı zamanda kendisinin monarşist ve hilafetçi olduğunu, ulusal direnişe "alçakça" denilecek şekilde karşı çıkmış olduğunu da hatırlatayım. Zaten 150'likler arasında yer almıştı. Hele İttihatçıların üç lideri, memleketi felakete sürükledikten sonra gizlice ve korkakça,  ülkeyi ve insanlarını  o halde bırakıp işbirlikçisi oldukları Alman emperyalistleri marifetiyle bir savaş gemisiyle yurt dışına kaçtıklarında, sanki kendisinin savunduğu saltanat ve hilafet makamının ve İhtilafçıların hiç dahli yokmuş gibi, sanki onlar işbirlikçi değilmiş gibi, yazmış olduğu , "nereye beyler, daha karpuz kesecektik" mealinde, "kına yakma" babında sefil bir yazısı var ki, yenilir yutulur gibi değil. Kabul edilemez.  Refik Halid, yurda döndükten sonra yazdığı gazete yazılarında, geçmişteki siyasal konumunun hiç lafını etmez. Devrin siyasal anlayışıyla ta en başından itibaren aynı çizgideymiş gibi yazar. Gerçi arada ince ince eleştiriler de yapar, ama genel olarak suya sabuna dokunmaz. 

Şimdi tekrar  işgal İstanbul'una dönelim. "Yıkılan yuvalar" dan hiç bahsetmeyelim. Patlayan fuhuşla birlikte frengi ve delilik vak'aları, sonra, uyuşturucu tüketimindeki artış  sosyal dokuyu yaralayan önemli sorunlar oluyor. Hatta ruh mütehassısı Prof Mazhar Osman bey dahi bu hale isyan ediyor. Hamaseti de elden bırakmıyor. Eh tabii her devirde getirisi olabiliyor.  Akıl hastanesinin "haroşo" mağdurlarıyla dolup taştığını söylüyor. Yüz elli senedir Çar ordularının yapamadığını, şu "orospu haroşolar" ın başarmış olduğunu, şehrin Ruslara teslim olduğunu ilan ediyor. Çaresiz haroşolara sallamak kolay, sıkıyorsa asıl işgalcilere ve onların işbirlikçilerine salla da görelim hocam!  Zaten hamaset de genellikle sonuçlarla meşgul insanların harcıdır. Ancak bu tür şikayetlerin de hakaniyetle bağdaşmadığını hemen söyleyemeyiz. 

Ruslar gelmeden, daha Mütareke devrinde (ondan öncesi şöyle dursun) , İstanbul'da 2.125 vesikalı fahişe var. Bundan başka, polisin bilgisi dahilinde vesikasız iş tutan 979 fahişe daha var. Bir de düzensiz, ara sıra iş tutanları bunlara ilave etmek gerekir. Bunların sayısı da bine yakın olmalı, belki daha da fazla ( Bu rakamları vaktiyle, değerli araştırmacı Prof. Zafer Toprak'ın Tarih ve Toplum'un 1987'deki 39 nolu sayısında yer alan "İstanbul'da Fuhuş" makalesinden almıştım). Yine o makalede, Rus göçünden sonra bu rakamların ikiye katlanmış olabileceği tahmin ediliyordu. Ama unutmayalım, Rus göçü yıllarında (erken 20'ler), şehrin nüfusu da sürekli artırıyordu. İstanbul sokaklarında, sadece İngiliz, Amerikalı, İtalyan, Fransızlar yok, Hindular, Sihler, Hint müslümanları, Avustralyalılar,  Senegalliler gibi pek çok farklı  etnik  ve dinsel gruptan işgalci asker var. Sadece İzmir ve civarındaki Yunan işgalinden, diğer işgal edilmiş yerlerden kaçıp şehrimize sığınmış insanların sayısı yüz binlerle ölçülüyor.  Yani şehirdeki ihtiyaç da artıyor.  Sadece fuhuş değil, yine bir  "Rus modası" olan tombalacılık denen kumar da epey ocak söndürüyor. Hatta kentte "tombalacılıkla mücadele derneği" dahi kuruluyor . Kuran da tanıdık bir isim, "Limancı Hamdi" nam Ahmet Hamdi Başar (bkz. Tülay Alim Baran: "Mütareke Yıllarında İstanbul'daki Rus Mültecilerin Yaşamı", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,  sayı 61-62-63). Sonuç olarak bu Rus göçünün olumlu ve olumsuz yönleriyle, iki yüzlü, gerçekleri görmek istemeyen, böylece de tepkisiz  bir uyuşukluk içinde mayışmış şark toplumunu silkelemek gibi bir işlevi oluyor. Savaşın yol açtığı göçlerle, ekonomik sefaletle, eksik olmayan büyük yangınlarla evsiz barksız kalan, aç sefil halde şehrin sokaklarında, cami avlularında, askeri kışlalarda en olumsuz şartlarda hayatını sürdürmeye çalışan (Geçerken, 1914-18 arasında, ekmeğin 5 paradan 55 paraya; şekerin 3 kuruştan 150 kuruşa; makarnanın 3 kuruştan 90 kuruşa; patatesin 1 krş'tan 20 krş'a;  sütün kilosunun 2 krş'tan 19 krş'a çıktığını da hatırlatayım. Tabii halk sınıflarının gelirleri yerinde sayıyor, reel olarak dramatik ölçüde düşüyordu.  bkz. Tevfik Çavdar: Milli Mücadele Başlarken Sayılarla Vaziyet: Cumhuriyet Kitapları) aralarında bir çoğu babalarını, ebeveynlerini savaşta kaybetmiş çok sayıda çocuğun da bulunduğu bir sefalete değil, toplumsal-siyasal konumları sayesinde, ülkenin içinde bulunduğu durumu istismar eden, gırtlağa kadar  yolsuzluğa batmış hırsızlara değil de, bu zavallı göçmen Rus kadınlarına kafasını takmış, önde gelen devlet ricalinin ve tuzu kuruların muhterem eşleri, şehrin namusunu kurtarmak (!) adına aralarında imza toplayıp, bu Rus kadınların sınır dışı edilmeleri için hükümete dilekçe veriyorlar (Bkz. Tülay Alim Baran:a.g.e). Ne de olsa kocaları o yolsuzluk, hırsızlık düzeninin dişlileri işlevi görüyorlardı.  

Şunu altını çizerek vurgulamak isterim: O zaman ki İstanbul'un asıl sorunu işgaldi. Sözü edilen, yakınılan olumsuzlukların, kötülüklerin emperyalist işgalle ilişkisini görmek lazım. Şikayet konusu kötülüklerin kanalizasyon taşkını gibi yüzeye çıkmasında  işgalin büyük payı vardı. Mesela, işgal askerlerinin bir çoğu uyuşturucu kullanmaktaydılar. "Uyuşturucuyu Ruslar getirdi" demek, gerçeği tam olarak yansıtmıyor. Sonra o zaman, emperyalist  işgal altında olan sadece Türkiye değildi, Sovyet Rusya da aynı güçler tarafından işgal edilmiş, orada da işgalcilere, ve onların işbirlikçilerine karşı bir direniş vardı. Bu yüzden direnen iki ülke, Sovyet Rusya ve Ankara'dan yükselen yeni Türkiye güç birliği yapıyordu. Fuhşa gelince, fuhuş İstanbul'da Rusların 1920'deki göçleriyle başlamadı. Son dönem Osmanlı İstanbul'unda bilinen ilk büyük fuhuş patlaması, Kırım Savaşı yıllarında ve sonrasında olmuştur. O zaman da,  İstanbul müttefik askerlerin transit geçiş hattı üzerinde yer alıyordu. O zaman da,  savaş nedeniyle göçler oluyordu. Hatta Osmanlı yöneticileri fuhşu, Beyoğlu ve Galata'ya yönlendirerek kontrol altında tutmaya çalışıyorlardı. Bunu temin için önlemler alıyorlardı. Beyoğlu ve Galata asıl o zaman, devlet eliyle, fuhşun şehirdeki merkezi haline  getirildi Bu durum 20 yy'ın daha geç dönemindeki, hatta günümüzdeki  İstanbul fuhşunun coğrafyası üzerinde de belirleyici oldu. (Bu konuyla ilgili olarak kendisi de Yahudi olan  değerli yazarımız Rifat N. Bali'nin İstanbul'daki fuhuş ve  Yahudilerin  o fuhuştaki rolüyle ilgili internetteki makalesine bakınız).  

Her şeyi savaş koşullarıyla açıklamak da tek başına doğru olmaz. Osmanlı ülkesi Tanzimat'tan sonra adım adım  finans kapitalin oyun alanı haline geldi. Özellikle  kapitalist dünyadaki 1873 büyük buhranı, global çapta sermaye ihracıyla ya da finansal genişlemeyle (bugün de olduğu gibi) aşılmaya çalışıldı. Osmanlı Türkiye'sinde sadece devlet değil, sokaktaki adam dahi uluslararası finans ekonomisine entegre edildi (bugün de olduğu gibi).  Havadan büyük paralar para kazanma ve tabii aynı şekilde büyük parasal kayıplar, sosyal hayat üzerinde tahribatlara yol açtı. Bir yanda kaybedenler, sefalet; diğer yanda, kazananlar, yeni zenginler,  sefahat (bugün de görüldüğü gibi)... Aslında benzer şeyler sadece bizde değil, dünyanın Batı kapitalist ekonomisine şu ya da bu ölçüde entegre başka ülkelerinde, bu arada, bizatihi Batı'nın gelişmiş kapitalist ülkelerinde de yaşandı. Özellikle Tanzimat devrinden itibaren Türkiye'deki toplumsal, ekonomik gelişmelerle,  Batı ülkelerindeki toplumsal ve ekonomik gelişmeler arasında bir paralellik  olduğunu görmek gerekiyor.  Kapitalizmin yol açtığı sefalet, çocuk emek-gücünün, ve bu arada tabii çocuk cinselliğinin istismarını da beraberinde getirmişti. Fuhuş İstanbul'da, sadece göçmen Rusların işi değildi. Çok sayıda ve bir çoğu çocuk yaşta müslüman fahişeler de vardı. Evet, bu kadar yeter.  

Bu arada, Rusya'dan şehrimize ilk göç ya da zorunlu sürgün, 1917 Sovyet Devrimi'nden  çok önce gerçekleşiyor. Ta 18.yüzyılda,  "deli" nam Petro devrinde, onun kılık kıyafet reformları içinde yer alan zorunlu "sakal tıraşı" şartı, Rus Kazaklarını çok kızdırıyor. "Sakalsız adam olur mu" diyerek isyan bayrağı açıyorlar. Sakalı kestirmektense, ülkelerini terk etmeyi tercih ediyorlar. O zaman için kalabalık denebilecek bir grup şehrimize geliyor. Sığınma istiyorlar. Padişah kabul ediyor ve bunlar daha sonra Manyas Gölü kıyısında, sonradan Kazaklar Köyü adını alacak yere yerleştiriliyor. Çoğu balıkçılık yapmaya başlıyor. Kiliselerini inşa ediyorlar. Hem de tam teşekküllü, çanlı falan. Bir de kadın-erkek devamlı içiyorlar tabii.  Bu Kazak yurttaşlarımız aşağı yukarı, başbakanı bir ara  köylerinde de ağırlamış oldukları, Menderes döneminin sonuna kadar burada meskun idiler. Sonra Sovyet hükümetiyle yapılan bir antlaşma sonucunda ülkelerine dönüyorlar. Tabii sakalsız olarak. Bir sakal uğruna yarab!...Ne yapalım, Şark'ta en bol bulunan şey zaman. 

Zaman dedim de, Halikarnas Balıkçısı nam Cevat Şakir diyor ki,(mealen)  buralarda ne var ne yok diye kime hal hatır sorsam, "ne olsun işte zaman öldürüyoruz " yanıtını veriyor, yav kardeşim zamanı öldürmek senin haddin mi, asıl zaman onun her kırıntısını değerlendirmesini bilmeyeni öldürür. Evet balıkçımız böyle diyor. 

Nur-u Ziya sk en aşağıda sağda Frs Elçiliği girişi
Balık Pazarı'nda bir ciğerci ve Yılbaşı hindileri
Naum Tiyatrosu içi
Tünel Pasajı ya da Geçidi
Tünel Pasajı
Önce bir eleştiri: Kentte gezerken hep ön sokaklarda , caddelerde dolaşıyoruz. Çok bilinen  ya da güzelikleri gördükleri restorasyondan sonra dile getirilen binaları görmek istiyoruz. Ana artellerin arka taraflarında ne var, ilgilenmiyoruz. Böylece o mahal ya da  binalar hakkında sağlıklı bir değerlendirme yapamıyoruz. Şimdi burada, alt alta üç fotografide gördüğünüz bina çoğumuzun bir çok kez önünden geçmiş olmasına rağmen fark etmediği binalardan bir tanesi. Ve tabii belki hemen hemen hiç geçmemiş olduğumuz sokaklara güzel cepheleri var. Bu bina Tünel'den Yüksekkaldırım istikametine inerken hemen sağdan ikinci adada yer alıyor. Kendisini çevreleyen üç sokağa cephe alıyor. Tünel binasının arkasındaki Tımarcı sokağa, Galip Dede caddesine ve Şahkulu sokağına cepheleri olan bir bina. Her üç sokağa da kapısı var. Ayrıca  Tımarcı sokağından arka avluya açılan bir de geçidi var. Bina 1893 yılında yapılmış. Apartmanın özgün adı da üzerinde görülebiliyor: "Barnathan Apartmanları" İsimden de anlaşılabileceği gibi bir Yahudiye ait olmalı. Bu tahmini güçlendiren bir kanıt miladi tarihlerin yanında İbrani tarihinin de kaydedilmiş olmasıdır (1893/5654). Dört katlı altında dükkanlar olan ve bakımsız halde bir bina. Mimari açıdan bu tipik bir galata-beyoğlu binasıdır dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Oralara özgü standart diyebileceğimiz bir bina. Tam bir art nouveau örneği olmasa bile dış cephede barok kıvrımları içeren pencere kartuşlarıyla "hareketli" tabir edilen  bir dış cepheye sahip. Döküm balkon korkuları var. İç mekanda da döküm malzeme bir hayli kullanılmış. Bugün bu bina -sonraki sahiplerinin adı olsa gerek- Halil ve Hamid Apartımanı olarak çağrılıyor. Bu Tımarcı sokağında çok güzel başka binalar da var. Burası da herhalde bu istikamette ki son  Eşkenaz sokağıydı.  Yahudi Yokuşuyla mesafesi çok fazla değil. Ceneviz Sarayı ile ilgli söyleşiye bakınız. 

Halil ve Hamid Apartmanı Galip Dede Caddesinden Tımarcı sokağına bakış. 

Halil ve Hamid Apartımanı Tğünelden inerken hemen ikinci sağdaki adada, sokağın köşebaşında. 

Yine büyük  beyoğlu-galata bölgesindeki binalarda sıkça gördüğümüz erkek başı süslemeleri. 

Şimdi bilirsiniz,  jeologlara göre büyük depremler belli periyodlarla birbirlerini yinelerler. Bu kapitalist ekonominin depremleri için de geçerlidir.  Mısırlı iktisatçı Samir Amin bir yazısında, her "belle epoque"u  büyük krizlerin takip ettiğini söylüyor. Daha doğrusu o hayat ve iktisat tarzı kaçınılmaz olarak ekonomik ve sonrasında da siyasal (savaş gibi) bunalımlara yol açıyor. 1973 krizi, yaşı uygun olanlar  hatırlar, "petrol krizi" olarak dünyayı alt üst etmişti. O zaman kibarca "petrol krizi" deniyordu. Ama petrol fiyatlarının çok artmış olması sadece krizin görünümlerinden bir tanesiydi. Hatırlarsanız, her şeyin fiyatı artmış, maaşlar ve satın alma gücü düşmüş, işsizlik baş göstermişti. 60'lardaki refah bitmişti. Yine finans oyunları öne çıkmıştı. 80'lerin ikinci yarısından sonra sosyalist sistemin çökmesinin de etkisiyle canlanan para piyasaları yeni bir "belle epoque"un önünü açmıştı. 90'lar bu cicim devrinin balonlarının ortalığı kapladığı yıllar oldu. Artık 3-5 yıldan beri, daha önce tek tek ülkeler bazında patlayan bu balonlar, global ölçekte patlamaya başladı. Buradan çıkış yok! 1914 veya 1939 öncesi günlerdeyiz. Bu "cicim devri" de felaketle mi bitecek?

1 yorum:

  1. Cicim devri yorumları konusunda düşüncelerim aynı sizin gibi ama olan orta ve dar gelirlilere ve onların yetiştirmeye çalıştığı çocuklara oluyor. Tarih tekrardır der bazı yazarlar doğru değildir. Bir sarmal gibi çok daha kötü durumlara sebep olur I ve II Dünya savaşı gibi olmayacak bir nükleer harp insanlığa tarif edilemez zararlar sebep olacaktır selamlar.

    Prof. A. Kamil Pınarcı PhDq, MSc.

    YanıtlaSil