Karaköy'ün kuzeye doğru sınırı, Kemankeş Caddesi'nin eski Denizciler Hastanesi ve eski Posta Dağıtım Merkezi'nin bulunduğu binanın sonunda ; Necatibey ve Galata Mumhanesi caddelerinin benzinlikten önceki kısmında, yada sağdaki Dericiler sokağı hizasında biter. Kaba hatlarıyla, Köprü çıkışının batısı ve kuzeyi (tüm yamaçlar ve tepeler) Karaköy'e ait değildir. Genel olarak Galata demek daha isabetli olur. Doğusu, rıhtımla Kemeraltı Caddesi (bu caddenin eski adı Ermeni Kilisesi Caddesi idi) arasındaki (Kılıç Ali Paşa Camisi'nden önceki benzinliğe kadar) alan Karaköy'dür. Köprü çıkışındaki meydan, meydanın hemen solunda, üzerinde Selanik pasajının da bulunduğu setüstü, sonradan adı Haraççı Ali Sokağı olarak değiştirilen, eski Domuz Sokağı da Karaköy'e dahildir. Galata'nın üst sınırı da Beyoğlu Tünel'dir. Sonradan adı Meşrutiyet Caddesi olan eski Tepebaşı caddesi ve Sıraselviler Caddesi arasında kalan kısım da Beyoğlu'dur. Beyoğlu'nun kuzeydeki sınırı da Taksim Meydanı'dır.
Şimdi Büyükşehir Belediyesi'nin organize ettiği 2010 Kültür Başkenti etkinlikleri çerçevesinde yayınlanmış, yazarı Gönül Kıvılcım olan "Yaşayan Tanıklarıyla Karaköy" kitabında Eminönü'nden gelirken Köprünün karşı ucunda yer alan tüm alan Karaköy'dür. Olmaz böyle şey! Yazar, neredeyse her sayfasına kendisinin bir fotografisini koyduğu kitabında, aynı yer için keyfi olarak bazen Karaköy bazen Galata adını kullanmaktadır. Hatta yazar, Evliya Çelebi'nin bura halkı için kullandığı "Galata kavmi" adlandırmasını bile "Karaköy kavmi" haline dönüştürüyor. Hem de bir üst satırda, Çelebi'nin "Galata kavmi" ifadesine referans vererek. Kitapta "Karaköy kavmi" diye bir bölüm var. Olmaz öyle şey! Bu kitapta ne yazık ki çok yanlışlar var. Belki tanıklıklarına başvurduğu kişiler ve belki kendisini finanse eden belediye görevlileri yanıltıyor. Bilemiyorum. Her hali kârda sorumluluk yazarındır. Yazarın entelektüel arka planın sağlam olmadığı anlaşılıyor. Mesela burada gezilerimizden birinde aktardığımız Fatih Mehmet'in Galata'daki Cenevizli (Floransalı da olabilir) genç bir keşişe ithafen yazmış olduğu şiirindeki "bağlamaz Firdevse gönlünü Kalata'yı gören" dizesinden hareketle, Sultan'ın bu şiiri Galata Kulesi için yazmış olduğunu söylüyor. Bir Kule'ye şiir dizen şair var mıdır bilemem , ama Fatih'in yazmadığı kesin. Şimdi, Karaköy Galata'dadır. Onun içinde yer alan bir mahaldir. Öyleyse, bütün Galata'yı Karaköy diye çağırmak doğru değildir.
Bu Büyükşehir Belediyesi'nin hali pür melalini göstermesi bakımından çarpıcı bir örnektir. Elbette tarih bilinci olmayan bu adamlar kentin tarihsel dokusuna sahip çıkamazlar (rantçı adamların böyle bir derdi olmaz zaten), hafızasına kast ederler. Onların bütün tarih bilgisi, "cennet mekan Abdülhamid Han" edebiyatından ibarettir. Tabii bu edebiyatları da tekmili birden "Kara Murat " tefrikası kalitesindedir.
Galata Köprüsü, Haliç'teki ilk köprü değildir. 19yy'da burada ilk inşa edilen köprü, 1836 tarihinde açılan, bugünkü Unkapanı Atatürk Köprüsü'nün (60'lı yıllara kadar adı "Gazi Köprüsü" ydü) bulunduğu yerdedir. İlk yapıldığında adı, Hayratiye Köprüsüdür. Sonra esaslı bir onarım geçiriyor ve adı Mahmudiye Köprüsü olarak değiştiriliyor. 1845 yılında öncekine benzer ama dubalar üzerinde hareketli bir köprü bugünkü Galata Köprüsü'nün bulunduğu yerde yapılmıştır. Bu köprü Kasımpaşa Tersanesi'nde inşa edilip, yerine çekilmiştir. Adına "cisr-i cedid" ("yeni köprü") denmiştir. Bu ahşap köprü bir çok kez onarım görmüş ve sağlamlaştırılmıştır. Topkapı Sarayı resmen terkedilip(1857), Dolmabahçe Sarayı kullanılmaya başlanınca, eski saraya yakın olan hükümet konağı ("Babıali"), yeni saraya uzak kaldı. Yani "siyasal kent"in yeri değişti. İletişim, ulaşım zaman alıyordu. Üstelik bu durum köprü trafiğinin yoğunlaşması gibi bir sonuç da yaratıyordu. Mevcut köprülerin yeniden inşası gündeme geldi. Bu kez hem Unkapanı'ndaki hem de Galata'daki (aslında bu köprünün adı Karaköy Köprüsü'dür) yabancı firmalara ihale edilerek kısmen demirden yeniden yaptırıldı. 1870'lerin başında her iki köprü de yenilenmişti. Yeni Karaköy köprüsünün adı Valide Sultan Köprüsü olmuştu (Bizim bugün "Yenicami" dediğimiz caminin eski adı Valide Sultan Camisi idi. Köprünün bu camiye yakınlığı dolayısıyla bu ismi almış olduğu tahmin edilebilir). Gelgelelim, tramvayın kullanıma girmesi, Galata ve Karaköy civarında artan ekonomik ve sosyal dinamizm, sarayların ve devlet ricalinin konutlarının tamamen Boğaziçi istikametinde yer almaları nedeniyle, 2.Meşrutiyet'ten sonra, yönetimin siyasal tercihlerini de yansıtır şekilde, 1912 yılında, yeni Galata Köprüsü Alman MAN şirketine ihale edilerek, dubalar üzerinde taşınan çelikten yapılmış sağlam bir köprüyle değiştirildi. Dalan vandalizmine kadar kullandığımız köprü oydu.
1880'lerde ve 90'larda Osmanlı İstanbul'u ziyaret edip bir yıl kadar burada kalmış (hatta ilk gelişinde 1884'de burada bir Katolik hanımla evleniyor) Amerikalı yazar Francis Marion-Crawford (1854-1909) anılarında, zamanın ağır çekim aktığı, bir miskinler şehri görmeyi beklerken, tersine, çok canlı ve dinamik bir şehir olarak bulduğu İstanbul'da, Galata Köprüsü'nden kaba bir hesapla günde aşağı yukarı 28 bin kişinin geçtiğini belirtiyor. Şimdi sözü ona bırakalım : " ....Bu köprünün San Francisco'dan Pekin'e bütün dünyada bir benzeri yok, öylesine göz kamaştırıcı, öylesine hayat dolu, üzerindeki kalabalığın her bir parçası diğerinden öylesine farklı, öylesine sıra dışı ve büyüleyici ki!......Sürekli ileri geri akan arı kümelerine benzeyen ve her saniye gözünüzün önünden geçen bu sayısız insandan yarım düzinesinin kendine özgü yanlarını saptamak, hayatları üzerinde tahmin yürütmek ..... için en ufak bir girişim bile hayal gücünüzü zorluyor." ( F.Marion-Crawford: 1890'larda İstanbul, T. İş Bankası Yayınları s.21-22). Yazar, bu satırları Köprü'nün Karaköy başında, sol tarafta bulunan ve şehrin yabancıları tarafından pek bilinmeyen, kuytuda kalsa da, üç taraftan manzaraya hakim bir kahvehanede yazdığını söylüyor.
Bu aynı noktada Bizans devirlerinde var olan köprü ya da köprülerden kimi tarihçiler söz ediyorlar. Ama bu konuda kesinlik mevcut değildir. Bu köprü yeri konusunda, Haliç'in bir çok değişik noktalarının adı geçiyor. En çok telaffuz edilen, Justinianos Köprüsü'dür. Bu köprünün bugünkü Ayvansaray'da bulunan köprüye yakın bir yerde olduğu iddia ediliyor. Değerli araştırmacı Janin, bu köprünün ancak Kağıthane deresi üzerinde kurulmuş olabileceğini kaydediyor (R.Janin: Constantinople Byzantine, Paris 1964). Bizans devrinde kenti ziyaret eden, aralarında Tudelalı Benjamin(12.yy), İbni Battuta (14yy), Gyllius (16yy) gibi sözlerine itibar edilir kaynaklar, Haliç üzerinde bir köprünün varlığını doğrulamıyorlar. Daha önce bu şehirden geçmiş Ermeni, İtalyan, İspanyol din adamları ya da hacıların hatıratlarında da burada bir köprünün varlığı teyit edilmiyor. Gelgelelim, Gyllius yazın hava açık ve su berrak olduğunda Haliç'in Eyüp tarafında su altında kalmış, muhtemelen bir köprünün ayaklarına ait kalıntıların su yüzeyine aksettiğini söylüyor.
1880'lerde ve 90'larda Osmanlı İstanbul'u ziyaret edip bir yıl kadar burada kalmış (hatta ilk gelişinde 1884'de burada bir Katolik hanımla evleniyor) Amerikalı yazar Francis Marion-Crawford (1854-1909) anılarında, zamanın ağır çekim aktığı, bir miskinler şehri görmeyi beklerken, tersine, çok canlı ve dinamik bir şehir olarak bulduğu İstanbul'da, Galata Köprüsü'nden kaba bir hesapla günde aşağı yukarı 28 bin kişinin geçtiğini belirtiyor. Şimdi sözü ona bırakalım : " ....Bu köprünün San Francisco'dan Pekin'e bütün dünyada bir benzeri yok, öylesine göz kamaştırıcı, öylesine hayat dolu, üzerindeki kalabalığın her bir parçası diğerinden öylesine farklı, öylesine sıra dışı ve büyüleyici ki!......Sürekli ileri geri akan arı kümelerine benzeyen ve her saniye gözünüzün önünden geçen bu sayısız insandan yarım düzinesinin kendine özgü yanlarını saptamak, hayatları üzerinde tahmin yürütmek ..... için en ufak bir girişim bile hayal gücünüzü zorluyor." ( F.Marion-Crawford: 1890'larda İstanbul, T. İş Bankası Yayınları s.21-22). Yazar, bu satırları Köprü'nün Karaköy başında, sol tarafta bulunan ve şehrin yabancıları tarafından pek bilinmeyen, kuytuda kalsa da, üç taraftan manzaraya hakim bir kahvehanede yazdığını söylüyor.
Bu aynı noktada Bizans devirlerinde var olan köprü ya da köprülerden kimi tarihçiler söz ediyorlar. Ama bu konuda kesinlik mevcut değildir. Bu köprü yeri konusunda, Haliç'in bir çok değişik noktalarının adı geçiyor. En çok telaffuz edilen, Justinianos Köprüsü'dür. Bu köprünün bugünkü Ayvansaray'da bulunan köprüye yakın bir yerde olduğu iddia ediliyor. Değerli araştırmacı Janin, bu köprünün ancak Kağıthane deresi üzerinde kurulmuş olabileceğini kaydediyor (R.Janin: Constantinople Byzantine, Paris 1964). Bizans devrinde kenti ziyaret eden, aralarında Tudelalı Benjamin(12.yy), İbni Battuta (14yy), Gyllius (16yy) gibi sözlerine itibar edilir kaynaklar, Haliç üzerinde bir köprünün varlığını doğrulamıyorlar. Daha önce bu şehirden geçmiş Ermeni, İtalyan, İspanyol din adamları ya da hacıların hatıratlarında da burada bir köprünün varlığı teyit edilmiyor. Gelgelelim, Gyllius yazın hava açık ve su berrak olduğunda Haliç'in Eyüp tarafında su altında kalmış, muhtemelen bir köprünün ayaklarına ait kalıntıların su yüzeyine aksettiğini söylüyor.
İstanbul, Bizans devrinden önce ve sonra işgal edilmek istenirken, kuşatma organize eden Makedonlar, Avarlar gibi topluluklar askeri amaçlarla Haliç üzerinde kalıcı olmayan köprüler inşa etmişlerdi. Bunların kalıntıları da sular altında kalmış olmalıdır. Su yüzeyine akseden kalıntılar Justinianos Köprüsü'nün bakiyesi de olabilirler tabii.
Bu fotografide Karaköy Köprüsü'nün Karaköy'deki baş tarafı görülüyor. Sağda, Menderes döneminde yanlışlıkla yıktırılan(!) Karaköy Mescidi, diğer adıyla, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi . Mescit 1903'de mimar D'Aronco'ya yaptırıldı. Art Noveau tarzında. Altında dükkanlar vardı. Sirkeci'de, Büyük Postahane'nin hemen arkasında, Aşirefendi sokağında ve postane binası kompleksine ait Vedat Tek projesi olan Hobyar Mesciti'nde D'Aronco'nun bu çalışmasından esinlenmiş olmalı. Fotoğrafta ileride solda atlı tramvay görünüyor. Demek ki, fotografi 1914'te elektrikli tramvay işletmeye alınmadan önce çekilmiş. Köprünün iki yakasında adeta iki farklı dünya vardı. Ekonomik ilişkiler anlamında olmasa da, sosyal olarak birbirinden kopuk olduğu söylenebilecek iki dünya. 1929 doğumlu lövanten yazarımız Giovanni Scognamillo anılarında, kendisi gibi uzun ömürlü olmuş İstanbul doğumlu babaannesinin ömrü hayatında Köprü'nün Eminönü tarafına geçmemiş olduğunu söyler.
Köprünün Eminönü çıkışı 1930'lar. Sağda görülen ücretli geçiş günlerinden kalma kulübeler 60'lı yıllarda, ve Eminönü ve köprü civarındaki tramway rayları 70'lerin sonuna kadar görülebiliyordu. |
Köprünün Eminönü tarafından görünümler. İlk elektrikli tramvay 1914'te hizmete girdiğine göre, 1900'lerin ilk çeyreği olmalı. Fötr şapkalılar gayrimüslim veya batılı uyruklar. Ticaret hayatı 70'li yıllara kadar onların kontrolündeydi. Genellikle köprünün öbür yakasında ikamet ederlerdi. İş yerleri de Eminönü tarafındaydı. Yemiş'te (Köprünün Eminönü tarafında, Eminönü'ne göre sol tarafta Zindan Han civarı) tacirlik yapmış babam, 70'lerin başında dahi buradaki az sayıdaki gayri müslim olmayan tacirlerden birisiydi. Ben de okul çıkışı yanına, çalışmaya giderdim. Dükkanın sağı, solu, önü, arkası hep gayri müslim tüccardı. Zaten dükkanın mülk sahibi de bir Rum vatandaştı.
Dalan vandalizmi, 12 Eylül faşist rejiminin de onayını alarak Yemiş'i, biraz ilerisindeki Yağ Kapanı'nı, sonra Unkapanı'nı dümdüz etti. Bizim dükkan Haliç surlarına dayanıyordu, Zindan Hanı Kapısı'nın bakiyesiyle bağlantılıydı. Babam 50'li yıllarda kapının bakiyesine ait kalın bir zincirin hâlâ duvardan sarkmakta olduğunu hatırlıyor. Yıkıma kadar kapı kemerinin küçük bir bakiyesi net olarak görülebiliyordu.
Binlerce dükkan o küçük alana nasıl sığmış anlayamıyorum. Yıkımdan sonra kalan alan bana çok küçük görünüyor. Mesela bizim dükkandan Ahi Çelebi Camisi'ne yürümek en az beş dakika sürerdi. Yıkımdan sonra sanki dükkan Ahi Çelebi'ye bitişikmiş gibi bir yanılsamaya kapılıyorsunuz.
Bu arada, cami de hasbelkader yıkımdan paçayı kısmen yıkılmış olduğu halde kurtardı (Bilindiği gibi, bu cami Evliya Çelebi'nin rüyasında peygamberinden "ya seyahat!" komutunu almış olduğunu iddia ettiği camidir. Muhammed'den "şefaat" isteyecekken, freudiyen bir dil sürçmesinin malulu olarak, "seyahat" terennüm ettiğini söyler. Bu arada, Çelebi bu camiye yakın bir yerde, Unkapanı civarında oturmaktaydı.
70'li yıllarda pederimin yanına çalışmaya gittiğimde, yaşları 70'in 80'nin üzerinde olan ve çoğu işi babalarından devir almış gayri müslim tüccardan o dükkanların, iş yerlerinin ne kadar eski olduklarını çok dinledim, çok duydum. Hep dikkatimi çekerdi, dükkanların üzerinde odalar halinde bölünmüş 2-3 kat daha vardı. Eskilere sorduğumda, bir çok tüccarın dükkanlarının üst katlarında ikamet etmiş olduklarını öğrendim. yani o zamanlar (en azından) burada iş yeri ve konut henüz birbirlerinden ayrılmamış.
Babam 40'larda yaz aylarında, Pazar günleri ailece Haliç'e yüzmeye gidenleri hatırlıyor. Yaşlı gayri müslim tüccardan,"gençlikte burada çok yüzdük" laflarını işitirdim. Ben sadece Haliç'in iki yakası arasında çalışan sandalcıların 70'li yılların başında sıcaktan bunaldıkları için suya atladıklarını hatırlıyorum. Ki, o zaman da Haliç temiz görünmüyordu. Bir de, Haliç kıyısında, tahtadan, çerden, çöpten küçük barakalar içinde -bir kısmı aileleriyle birlikte- yaşayan sandalcıları, keşleri, serserileri hatırlıyorum. Oradaki esnafa zarar vermezler, hiç bir hırsızlık olayına karışmazlardı. Hırsızlar genellikle uzak mahallerden gelirlerdi. Kendi bölgeleri olarak gördükleri bir yerde yapılan bu hırsızlık buradaki keşleri, lumpen proleterleri çok öfkelendirir, o kadar ki, hırsızları ele geçirmeye çalışırlardı. Tabii bu tiplerin bir çoğunun hırsızlıkla geçindiğini de hatırlatmak isterim. Bazıları İstanbul'lu olmakla çok övünür, şehrin kalitesini bozduklarını düşündükleri "görgüsüz" göçmen köylüleri yerden yere vururlardı. Bazılarının orta, hatta lise tahsillerinin olduğunu hatırlıyorum. Yaşlıları eski Türkçe okur yazarlardı. Şivesiz, kaba da olsa, İstanbul ağzıyla konuşurlardı. Bazısı orada güzel ama çökmüş şehirli kadınlarla yaşarlardı. Kadın erkek hep birlikte yiyip içerlerdi. Aralarından hiç kimse bu kadınları rahatsız etmezdi.
Yetmişli yıllarda, gayri müslim tüccarın çocukları çoklukla yurt dışına, Yunanistan'a, Avrupa'ya, İsrail'e, ABD'ye gitmeyi anlaşılır nedenlerle tercih etti. Babalarından farklı olarak tahsil görmek istiyorlardı. Bu yüzden son kuşak gayri müslim tüccar işlerini çocuklarına değil, küçük yaşlardan itibaren yanlarında çalıştırmaya başladıkları Müslüman ve çoğu kır kökenli işçilerine bıraktılar. Ben 70'lerin sonlarında iş dünyasındaki kalitenin nasıl düşmüş olduğunun canlı tanığıyım. Aç gözlü, iki yüzlü, köylülükten ancak kasabalılığa evrilebilmiş, cahil ve gerici bir tüccar kuşağının orada nasıl yükseldiğinin tanığıyım. Bunlar arasından okur yazarlıkları dahi tartışma götürür bazısı daha ileride ticaret odasında yöneticilik yaparak, iyice palazlandılar. Mesela 80'den biraz önce, sokaktaki sınıf savaşımının en çok keskinleştiği bir zamanda, 1958'den beri orada çay ocağı işleten Alevi bir yurttaştan bu yeni yetme tüccarın bir kısmı çay içmeme kararı almıştı. Babama da teklif etmişler, ama o teklifi yapanları kovmuştu. 12 Eylül faşizmi bu gerici eğilimleri daha da takviye etti.
Aklıma geldi, anlatmadan duramayacağım. Yetmişlerin başıydı. Dükkan komşumuz, şehrimizdeki hıristiyan ahali için de et mamülleri üreten bir firmanın satış mağazasıydı. Üretici firmanın sahipleri de, bu zat da Modalı bir Rum idi. Çok iyi klasik keman çalardı. Yanlış hatırlamıyorsam, Paris'te konservatuvarda okumuştu. Bazen bana da dinletirdi. İlkokul bir ya da ikideyken bir yaz tatilinde bir ay kadar yanında çırak olarak çalışmıştım. Görevim, sucukların, salamların üzerine konan sinekleri plastik bir sinek savar marifetiyle kovalamaktı. Sonradan öğrendim, haftalığımı babam veriyormuş. Benim iş deneyimi kazanmam için komşuya rica etmiş.
Bir akşam, piyasa hemen hemen kapanmış, biz de kendi dükkanımızı kapatmaya hazırlanıyoruz. Babam ve yanımızda çalışan işçiler ve hamallar toparlanıyoruz. Rum komşumuza ise Kürt bölük hamalları Ragıp Gümüşpala caddesindeki kamyondan küfeler içinde bulunan bir yük indiriyorlar. Her hamal dükkana girince sırtındaki küfeyi yere atıp, başka bir küfe yüklenmek için kamyona dönüyor. Böyle devam ederken, bir hamal birden Rum'un dükkanı içinde bir çığlık attı, Kürtçe diğer arkadaşlarına seslendi.
Küfeyi atınca içinden bir ölü domuz fırlamıştı. Küfelerde domuz olduğu anlaşıldı. Daha önce de böyle sevkiyatlar yapılıyordu. Domuzları dükkanın buzhanesinde görüyordum. Herhalde buradan fabrikaya salam, sosis olmaya gidiyordu. Bu firmanın et mamulleri çok pahalıydı. ABD'ye, Yunanistan'a da satılıyordu. Hatta Yunanistan ve ABD'de bu markanın meşhur olduğu söylenirdi.
Kürt hamalın yaygarasıyla, bir anda hamallar ellerine geçen taş, toprak, ne varsa bu dükkana doğru fırlatmaya başladılar. Sopalarla, bıçaklarla, ellerine civardan ne geçirdilerse, dükkana saldırmaya başladılar. Rum komşumuzun işçileri kepenklerini indirerek canlarını kurtarmaya çalıştılar. Tabii bu arada bizim dükkan da isabet alıyordu. Bizim çalışanlar (ki çoğu Kürttü) Kürtçe seslenerek saldırganları sakinleştirmeye çalışıyorlar, olmuyordu. O dükkanı yıkmaya çalışıyorlar. Kepenklerini tekmeliyorlar. Başka yerlerden hamallar da gelip bunlara katılıyor. Ortalık savaş meydanı gibi.
Biz peynir vb süt mamulleri toptancısıyız, peynir dolu tenekelerimizi, yoğurt kutularımızı, krema güğümlerimizi, tereyağı paketlerini kurtarmaya çalışıyoruz. Kepenklerimiz inik vaziyette. Polise yapılan ihbarlara rağmen ortalıkta henüz polis yok. O karambolde belki biz de gümbürtüye gidecektik. Sonunda peder, işçileri içeri çağırdı, elinde ruhsatlı tabancası olduğu halde dışarı çıkarak, havaya bir şarjör boşaltacak kadar ateş etti. Hamallar çil yavrusu gibi dağıldılar.
En sonunda -tıpkı eski Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi- jeeplerle polisler geldi. Hepsi on tane ya var ya yok (Malum, polis kuvvetlerinin büyük kısmı, bu ülkede, her zaman olası bir sol kalkışma için aportta hazır tutulduğu için bu tür sıradan asayiş olayları için mobilize edilmezler) . Onlar da pederin yaptığını yaptılar. Havaya ateş ettiler. Polisi görünce hamallar iyice uzaklaştılar. Bu arada, biraz okur yazar olan hamal bölük başı eline geçirdiği salçalarla veya boya benzeri maddelerle Rum komşunun dükkanının üzerine, yan duvarlarına çarpık çurpuk harflerle "bürede dumız vordır" yazmıştı. Sonra olay gazetelere de aksetti. Polis adamın dükkanının, güvenlik gerekçesiyle, üç beş gün kapalı kalmasını istemişti. Neyse.
Vandalizme gelince, bilirsiniz, sağcı iktidarların en temel, en popüler icraatı betona yatırım yapmaktır. İnşaatla ülkenin kalkınacağına inanırlar. Ülkeyi şantiye yerine çevirmekle övünürler. Bunun için gerekli kaynak dışarıdan yüksek faizlerle temin edilen paralardır. Bu faaliyet aslında eşi dostu, yandaşı zengin etme gayesi taşır. Sonra da, ekonomiyi batırıp, devrilip giderler. On yıllarca yaptıkları borcu, savurganlıklarının faturasını yine bize ödetirler. Onun için siz siz olun, "otoyol, köprü, baraj, kanal" vaat eden politikacılardan anında uzaklaşın. Bu Zübükzade "şark kurnazları" yıkıp yıkarlar, sonra da "tek parti döneminde yıktılar" diyerek (sanki kendileri ilk fırsatta tek parti rejimine evrilmiyorlarmış gibi, hem de "demokratlık" iddiasıyla), Cumhuriyetin kurucularını suçlarlar. Ahlaksız adamlar!
Domuz etinden söz edince aklıma geldi. İlk dönek aydınımız olarak bilinen, bununla birlikte, zaten sayıları pek fazla olmayan Osmanlı ülkesindeki bir çok Türkçe okur-yazara okumayı sevdiren, edebiyat alanında sonraki okur ve yazarlar için yol açıcı rolünü üstlenmiş Ahmet Mithat Efendi'nin ( 1844-1912) 1891'de yayınlanan Müşahedat (Gözlemler) adlı romanından bir bölüm aktaracağım. Yalnız öncesinde, A. Mithat Efendi'den söz etmezsek olmaz. Biraz uzun olacağını şimdiden söyliyeyim.
Bilindiği gibi, o zamanlar Avrupa'da, ama özellikle de Fransa'da, edebiyatta, öncelikle hayli popülaritesi olan Emile Zola (1840-1902) adı etrafında ün kazanmış natüralizm akımı revaçtadır.
Ahmet Mithat Efendi, bu romanına başlarken, okuyucuyu -Türkiye'de ilk kez- natüralist bir roman yazmakta olduğu konusunda açıkça uyarır. Hatta Zola'nın natüralizmini sadece olumsuz olaylara yer verdiği için eleştirir. Natüralizm, olumsuz olan kadar olumluya da yer vermelidir. Gerçeklik salt olumsuz değildir. Tabii bu eleştirisini, o zaman Osmanlı Tanzimat edebiyatına egemen olan didaktik bir anlatımla, eğitici bir işlev yerine getirmek anlayışına dayanarak yapmaktadır. Edebiyatın toplumu eğitmek, insanları, bu arada dolaylı olarak idarecileri de, iyiye, doğruya yönlendirmek, sorun çözmek gibi bir rolü yerine getirmesi beklenir.
Ancak, 2.Abdülhamit'in kara istibdatının bir sonucu olarak ağır sansür koşulları yazarların siyasal eleştiriler, mesajlar vermelerine izin vermez. Örnekse, yine bir dönek olan, ama öncesinde parlak bir Jöntürk aydını olan Mizancı Murad'ın (1854-1917), Turfanda mı Turfa mı adlı önemli romanının içerdiği siyasal eleştiriler ve reform önerileri yüzünden, yazarı kendi kendisini sürgün ettikten hemen sonra yasaklanarak, toplatılmış olmasıdır. Üstelik buraya kadar da yazarının Sultan ile pek sorunu yoktur. Onu doğrudan hedef tahtasına oturtmaz.
Ahmet Mithat, 19.yy'ın ikinci yarısı ve erken 20.yy Osmanlı toplum yaşantısı, daha da önemlisi, gündelik yaşam hakkında çok önemli bilgiler verir. Bu bilgileri yer yer istatistikler de vererek teyit eder. Mesela Müşahedat'ı yazmakta olduğu sırada şehrin nüfusunun 1 milyon yüz bin civarında olduğunu, bu nüfusun 700 bin kadarının müslüman olduğunu, 280 bini Ermeni, Yahudi, Rum, (Osmanlı müslüman nüfusun belki de pek teması olmadığı için ihmal ettiğini hatırlattığı) Lövanten gibi Osmanlı uyruğu olan gayri müslim, 120 bininin ise kahir ekseriyeti Avrupalı uyruk olmayan yabancılardan oluştuğunu söyler. Bu sonuncuların nüfusunun sürekli artmakta olduğunu, bazı mahallerde yer yer gayri müslim Osmanlı nüfusa galebe çaldığını şikayetçi bir dille anlatır. Bunu bir tehlike gibi gördüğünü ima eder. Varın bugünle benzerliğini siz saptayınız.
Yeri gelmişken, bizim bir çok edebiyatçımızda tarih yazma, hatta tarih imal etme eğilimleri güçlüdür. Ancak tarihçilerimizin edebiyata başvurma eğilimi aynı ölçüde güçlü değildir. Daha geniş bir açıdan, disiplinlerarası çalışma eğilimi tarihçiliğimizin zayıf yanlarındandır.
Edebiyatçılarımızın çoğu da, malum, popüler bir anlayışla tarihe el atarlar. Referansları da genellikle popüler tarihçilerdir. Böyle olunca, anakronik bir anlayışla (mesela Kemal Tahir'in Devlet Ana'sında çok açık biçimde gördüğümüz gibi) ipe sapa gelmez gerçek dışı kurgular oluştururlar. Vermek istedikleri gerici siyasal mesajlar, mesela Türkçü-İslamcı ideolojiyi ihya etmek için tarihi gerçekleri çarpıtırlar.
Gerek tarihçiliğimizin ve gerek "tarihsel" edebiyatımızın ağırlıklı olarak (ta 2.Meşruiyet'ten bugüne kadar açık ya da örtük olarak, değişen devirlerin ihtiyaçlarına göre değişen vurgularıyla, gerçek resmi ideoloji olarak kabul edilmiş) İslamcı-Türkçü ideolojinin timarı olması bu eğilimleri teşvik etmiştir.
Solcuların, anlaşılabilir ama yanlış bir yaklaşımla, sol kemalizmin Cumhuriyet öncesi geçmişe, toptan "cahiliye devri" muamelesi yapmasının etkisinde kalmaları, tarihsel çalışma alanına girmemelerinde önemli bir saik olmuştur. Bu da kanımca, gerici ideolojik tutumun bu alanda serbestçe at koşturmasında önemli bir neden olmuştur.
A.Mithat zeki, sorumluluk duygusuna sahip (çünkü kendisini her şeyden önce bir eğitmen gibi görüyor) bir yazar olarak, entelektüel formasyonunun el verdiği kadarıyla, gözlemlerini romanlarında aktarır. İyi ve doğru olan adına, ama siyasallaştırmadan, tavsiyeler de bulunur, öneriler hatta tezler ileri sürer. Toplumun vicdanı olmaya gayret eder. Bu bakımdan okuyucusunun güvenini kazanmak onun için çok önemlidir. Bunun için de konusunu işlerken dürüst ve samimidir.
Müşahedat'ında A.Mithat, sadece natüralist bir içerik oluşturma çabası içinde olmaz. Aynı zamanda, yeni bir biçim arayışı içindedir. Roman içinde roman yazma tekniğini kullanır. Sanıyorum,buna teknik bir tabirle, "üstkurgulama" deniliyor. Yani bütün bir roman yazma sürecini olduğu gibi okuyucuya aktarıyor. Zaten ta başından, Zola'nın yaptığı gibi bir natüralist roman yazmaya karar verdiğini söylüyordu. Hatta bu romanın "milli" bir roman olmayacağını, yani sadece İslam ümmetinden kişilere değil, gayrimüslimlere de hitap ettiğini, ana kahramanları arasında gayrimüslimlerin bulunduğunu belirtiyor.
Yazar, gayrimüslim nüfus arasında, özellikle de kadınlar kıyaslandığında, okur yazarlığın, görece ama bariz biçimde yüksek olduğunu bilmektedir. Onlar arasında çok sayıda okuyucusunun olduğunu müslüman okuyucularına roman üzerinden hatırlatır. Nitekim, romanın kahramanılarından olan Ermeni asıllı hanım onun adını duyunca hemen tanır. Tefrika romanlarını ilgiyle okuduğunu yazara söyler. Zaten bunun üzerine hikayesini yazarımıza anlatır (Bu arada aklıma geldi, yazarın hekim olan oğlu Kamil Yazgıç anılarında, evinde ziyaret ettiği devrin yoksul semtlerinden Cerrahpaşa civarında ebelik yapan müslüman bir hanımın, kendisine babasının tefrika romanlarını okuduğunu, hatta en çok Eyvah isimli romanını (oğlu "roman" diyor ama aslında piyestir) beğendiğini söylediğini aktarır. Bu ziyaret babasının sağlığında gerçekleşmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, yazarın şehirdeki okur yazar hanımlar arasında kayda değer bir okuyucusu vardır).
Gelgelelim beni asıl şaşırtan, A.Mithat'ın romanın bilinen biçimsel olanaklarını zorlamak istediğini mealen söylemiş olmasıdır. Kendisini her şeyden önce bir eğitmen olarak gördüğünden, natüralist bir romanın kahramanlarının halen yaşayan, hayat mücadelesini sürdüren insanlar arasından seçilmesi gerektiğini belirtir. Bu hem romanın inandırıcılığını sağlayacak, hem kahramanı ve onunla birlikte okuyucuyu da doğru yola yönlendirebilecektir. Yazar, canlı roman kahramanları, roman yazarı ve okuyucu arasında bir diyalog, dahası, bir söyleşi ortamının yaratılmasına çalıştığını söyler. Böylece taraflar bir söyleşi içinde hatalarını görecekler, düzeltmek için öneriler sunabileceklerdir. En önemlisi, herkes anlatılan gerçek hikayeden gerekli dersleri çıkartabilecek, yapılmış olan yanlışlar bir kez daha yinelenmeyecektir. Romanın bu şekilde araçsallaştırılmasının örneğini Müşahedat'ında verir.
Kahramının kendisine anlatmış olduğu yaşanmış hikayesini tanıklara teyit ettirdikten sonra müsvedde haline getirir. Kahramanın ve tanıkların hazır bulunduğu bir ortamda yüzlerine karşı okumaya başlar. Yazar, bu arada, okuyucuyu da orada temsil etmekte olduğunun bilincindedir, okuyucuyu düşünerek arada müdahaleler, açıklamalar yapar. Adeta orada hazır bulunmayan okuyucunun onayını, kendisini onun vicdanı haline getirerek, almayı ihmal etmez. Sürekli olarak okuyucuyu gözettiğini fark ederiz.
Bu okuma süreci içinde hem gerçek kahraman hem de onun tanıkları müdahalelerde bulunurlar. Hem kendi aralarında hem de yazarla karşılıklı tartışırlar ya da görüş alış verişinde bulunurlar. Yani şeklen demokratik, etkileşimli bir yazım süreci söz konusudur. Dolayısıyla, okur da işin mutfağında yer alır, yazım sürecine, adeta kendi vekili gibi hareket eden, yazar aracılığıyla dahil olur.
Yine de, Ahmet Mithat'ın derdi büyük bir romancı gibi usta bir yazarlık örneği vermek değildir (Bence bu bakımdan Zola'nın da büyük ya da usta bir yazar olduğunu söyleyemeyiz). Mithat Efendi çapının farkındadır. Haddini bilir. Derdi, mesajlarını iletmek, eğitmen olarak görevlerini yerine getirmektir. Roman tekniği ya da kurgusu kullanmasının nedeni, hikaye dilinin avantajıyla daha geniş bir okuyucu kesimine ulaşmaktır.
A.Mithat'ın tıp doktoru olan oğlu 1939 yılında Tan Gazetesi'nde tefrika edilen anılarında babasına, "sizin eserleriniz arasında edebi olanlar hangileridir" diye sorduğunu, babasının da şöyle bir yanıt verdiğini söyler: " Ben edebi sayılabilecek hiçbir eser yazmadım! Çünkü eserlerimin çoğunu yazdığım sıralarda, memlekette edebiyattan anlamayanlar nüfusumuzun hiç abartısız yüzde doksan dokuzunu teşkil ediyordu. Benim emelim de ekseriyete hitap etmek, onları aydınlatmaya, onların dertlerine tercüman olmaya çalışmaktı. Zaten edebiyat yapmaya ne vaktim, ne de kalemim müsait değildi. Bunun içindir ki haddimi, hududumu bildim. Çizmeden yukarı çıkmadım ve edebiyatı erbabına, Abdülhak Hamit'lere, Recaizade Ekremlere bıraktım."
Bilindiği gibi yazar Beykoz'da ikamet etmektedir. Dönekliğinin ödülü olarak Saray'ın hediyesi olan (Saray gazeteye aylık 30 liralık bir ödenek temin etmiştir) Tercüman-ı Hakikat Matbaası (1878-1921) Ebusuud Caddesi'ndedir. Hemen hemen her gün sabah ve akşam bu mesafeyi vapur marifetiyle kat eder. Bazı akşamlar geciktiği vakit, birlikte matbaayı işlettiği kardeşi Cevdet'in matbaa yakınında, Hocapaşa olarak çağrılan, Ebusuud Caddesi'nin hemen alt tarafında yer alan mahaldeki evinde kalır.
Şimdi sözü -sadeleştirilmiş Türkçesiyle- A.Mithat'a bırakalım: "Roman, üstelik natüralist de denilen şekilde yazılan roman okumaktan maksat, yalnızca bir adamın macerasını araştırmak değildir. Gerçek dünyanın hallerini görmektir. Bu haller gerçekten araştırılmaya değerdir. Bir çok kişi büyük bir şehirde yaşar, burada yüz bin çeşit ihtiyacını karşılar. Bununla birlikte, bu ihtiyaç maddelerinin nerede, hangi koşullarda, nasıl üretildiğini, hazırlandığını, kendisine sunulduğunu bilmez.... Yiyecekleri, içecekleri, giyecekleri, kuşanacakları önlerine daima hazır gelenler için kendilerini hiç bir şeye karşı sorumlu görmemek kesinlikle mutluluk sayılmamalıdır. Tam bir tembellik olarak görülecek bu hal, insan için gerçekten bedbahtlıktır."
Beykoz, şimdiki gibi orada ikamet eden zenginlerin, ünlülerin, mafya şeflerinin adlarıyla anılan bir semt değildi. Köyleri, beldeleri, çiftlikleri, tarla ve bahçeleriyle, sebze, meyveleri, süt ürünleriyle anılan bir yerdi. Yani İstanbul'u hatta Avrupa'yı besleyen bir üretim sahasıydı. Hatta bizzat A.Mithat da orada modern usulde tarımcılık yapmak için toprak satın almış, ancak bir süre sonra bu tarımsal faaliyetine son vermişti.
Bu arada malum, Beykoz benim çocukluğuma kadar kaynak sularıyla meşhurdu. A.Mithat da Sırmakeş suyunun sahibiydi. Sırmakeş Suyu, Sirkeci'den Babıali'ye çıkarken orada bulunan Paris Oteli'nin giriş katında hem meşe fıçılarla evlere, işyerlerine servis edilir, hem de bardakla perakende satılırmış. Hatta bazen Ahmet Mithat depo-dükkanında kendisi de satış yaparmış. Bu su firması yazarın ölümünden sonra mirasçıları tarafından satılmıştır.
İlginçtir, A.Mithat Osmanlı Türklerinin ticareti bilmemeleri ve hatta onu aşağılamalarından yakınır. Müşahedat'ın baş kahramanı Mısırlı Seyit Mehmet Numan, kendisine teklif edilmiş devlet görevlerini zamanında geri çevirmiş, ticaret yapmayı tercih etmiş başarılı bir işadamıdır. Bu yönüyle idealize edilen bir roman kahramanıdır. Yazar onun ağzından Türklerin ticaretten uzak durarak, memuriyeti tercih etmelerini eleştirir. Üretime katılmak yerine "hazineden geçinmek" (Bu ifadenin Çetin Altana'a ait olduğunu sanırdım, oysa A.Mithat'a aitmiş) arzusunda oldukları için Türkleri kınar.
A.Mithat, doğrudan ifade etmese de, sezgisel olarak roman ve burjuva toplumu arasındaki ilişkinin farkındadır. Ülkede Türkler arasında bir gün ticari faaliyetlerin gelişeceğini, romanın gelişeceğini, yeni kuşak romancıların da ona göre yazacaklarını umut eder.
A.Mithat, Beykoz ve havalisinde tarımla uğraşan nüfusun kahir ekseriyetinin, ürünlerini Hünkâr İskelesi'nden salapuryalarla (mavnadan biraz küçük üçgen yelkeni olan bir tekne), mavnalarla, hatta kayıklarla Eminönü'de bağlantılı oldukları "madrabaz" tabir edilen komisyonculara sevk ettiklerini, onlar ne fiyat biçerlerse, ona razı olduklarını belirtir. Okuyucuları için katılımlı bir gözlem yaparak, bu sevkiyatın Eminönü'ne ulaşıncaya kadar ki bir gününe dahil olur. Bize gözlemlerini olay mahallinden doğrudan aktarır. Bu arada, yazarımızın aynı zamanda kıdemli bir gazeteci olduğunu da hatırlatmak isterim.
Bu noktada kitaptan, günümüz edebiyatçılarına da kılavuzluk etmesi gereken, bir alıntıya yer vereceğim:" ....böyle gezmeye çıkmaktan maksadınız, dünya hallerini görerek düşüncelerinizi aydınlatmaktır. İhtimal ki, bu maksattan kendiniz de haberdar değilsiniz. Ama bahsedilen amaç, doğal durumlardan olduğu için insan onu pek de hissedememekte mazurdur. Doğal durumların çoğuna insan boyun eğmiş ve itaat etmiştir de bu itaatinden ve boyun eğişinden haberdar bile değildir. İnsanın bu inceliklerden haberdar olması derecesindeki uyanıklığına işte hikmet derler." Yani bilgi ve bilinç sahibi olmak derler.
Ahmet Mithat bu Müşahedat kitabında da, diğer bazı kitaplarında olduğu gibi, sıradan, çoğu emek gücüyle geçinen, ya da geçinmeye çalışan "küçük" tabir edilen insanların dünyalarını, günlük yaşamlarından kesitleri hümanist diyebileceğimiz bir anlayışla yansıtır. Onların nasıl güçlüler tarafından sömürülüp, ezildiklerinden, bütün bu olup bitene çaresizce rıza gösterdiklerinden söz eder. Gündüz vakti, Beykoz'daki bahçelerinde yetişdikleri, topladıkları bakla, fasulye, bezelye vs ürünü akşama doğru kâh sırtlarında taşıyarak kâh ağır yükleri altında güçlükle yürüyen yük hayvanları marifetiyle iskeleye yetiştirdiklerine tanıklık eder. Yazara tekrar kulak verelim:
" Beygirin arkasından bir bahçevan yürür. O iriyarı Sakızlı (Sakızlı bir Rum olsa gerek. O zaman Beykoz da, diğer bir çok Marmara, Karadeniz, Boğaz sahil kasabası ya da beldesi gibi Rum ağırlıklı bir nüfusa sahiptir. Beykozlu bahçevanların çoğunun da Rum oldukları anlaşılıyor) şalvarının ağzını toplayıp kıçı üzerinden kuşağına sıkıştırmış. Ayakları, baldırları çıplaktır. Ayaklarına diken batar, taş saplanır diye korkmayınız. Ayaklarının altı kösele gibi, yekpare nasır kesilmiştir.... Bu adamın beygir sürmesi İstanbul'da gördüğümüz Türk'ten, Acem'den yük hamallarının "Dey ha!" diye, çala kamçı, bin küfür bir paraya bağırıp, çağırmalarına benzemez. 'Haydi gözüm, haydi kırçu, gayret babam' gibi teşvik edici sözlerle hayvancağıza gayret verirken sevgisini de gösterir. Zaten bu beygir, o sevgiye layıktır da. Zira beygir gücünün kanun gereği yüz yirmi okkayı geçmemesi gerekirken, bahçevan beygirinin sırtındaki yük iki yüz okka (1 okka =1,283 gr) , belki de biraz daha fazladır.... Küfeler indikten sonra ikinci, belki üçüncü, dördüncü seferleri de yapmaya gider. "
Yazarımız, iskelede karşılaşan bahçevanlar arasında geçen konuşmaları da kaydeder: " Ah! Dün gönderdiğim dört küfe bakla topu topu otuz yedi kuruş getirdi.Hamallığına değmez.... Benim beş küfe yirmi üç kuruş getirdi ya. Toplanmasına değmez.... Biz çalışıyoruz, parayı madrabazlar kazanıyor".
Bahçe kirası, yanaşma yani işçi ücreti, tohum, gübre , nakliye giderleri derken çoğu zaman gelir ve giderini ucu ucuna getirenlere gıpta edilir. Hiç olmazsa yiyip içtiklerini kâr sayarlar. Yedikleri içtikleri ne peki? " Külde pişirdiği patlıcan, biber.Yahut sade suda kaynattığı fasulye filan". İçtiklerine gelince, " deredeki sudan başka, pazar veya yortu akşamları okkası üç buçuk kuruşluk sert, murdar rakıdan, kırk paralık yahut iki kuruşluk rakı!"
Daha önce de söylemiş olduğumu hatırlıyorum. Rum, Ermeni, Yahudi denilince herkes bunların hepsinin zengin olduklarını düşünüyor. Bunlar elbette, Türklerin ticareti küçümsemeleri, memuriyeti, askerliği ya da köylülüğü tercih etmelerinin de etkisiyle, tüccar sınıfın büyük bir kısmını oluşturuyordu. Ancak bu sermaye sınıfı gayri müslim nüfusa nazaran bile çok küçük bir azınlıktı. Çoğunluk yoksul işçiler, çiftçilerdi.
Bir de iskeleye ikindi vakti gelip, kayıkları, salapuryaları, tekneleri içinde uyuyan, akşam karanlık basarken uyanarak küfeleri teknelerine istif eden kayıkçılar var tabii. Bunlar da tamamen kol gücüyle çalışan ağır işçiler. Bahçevanlar uyumaya giderlerken, bunlar uyanırlar. " Bu kayıkların her biri yetmiş, seksen ve bazıları yüz kadar küfe alabilir. Onları istif etmek özel bir sanattır. Çünkü domates gibi ezilmeye meyilli olanları alta koymayacak. Kayık yalpa ederse, küfeler sallanıp denize düşmesin ve hatta kayığı da devirmesin diye tedbir elden bırakılmayacak."
Yazarımız, küfeler özenle yüklendikten sonra İstanbul'a, Eminönü'ne doğru hareket eden bir sebze kayığına atlar, işin bu evresine de tanıklık etmiş olur. "Bu kadarı da fazla artık" diyebilecek okurlarına, romans dozu yüksek bir yanıt verir, adeta onları da böyle bir yolculuğa teşvik etmek ister:
"Fena mı ettim? Mevsimimiz bahar mevsimi. Hem de baharın gayet kuvvetli olduğu bir ay mayıs ayı. Gece, hava gayet açık. Gökyüzü milyarca ışıklı cismin parıltısyla şenlik halinde. Anadolu ve Rumeli sahillerinde akşamdan miktarları çok olan ışıkların çoğu sönmüş. Cihan rahatlık ve uyku yatağına gömülmüş. Yalnız bülbüller uyanık. Akıntılara uyarak kâh Anadolu kâh Rumeli sahiline kayık yaklaştıkça yalı bahçelerinden ve arka taraftaki dağlardan yüzlerce bülbül hazin nağmeleriyle aşklarını ilan ediyorlar. Kayık tam ortan yerden gittiği vakitlerse iki sahilin ikisinden de bülbül nameleri bize kadar geliyor. Bu zevk, bu safa her zaman, her yerde bulunur mu?"
Bununla birlikte, kürek çeken emekçilerin durumunundan da bizi hemen haberdar eder: "Kürek çeken üç kişinin yanlarına sokulup onlarla konuşmak istedim. Zavallı adamlar huy edindikleri nezaket derecesinde bana cevap vermeye de gayret gösterdiler. Lakin çektikleri küreğin her defasında harcadıkları kol ve bel kuvvetinden başka, bir de, bir basamağa, bir oturağa basarak kâh ayağa kadar kalkıp, kâh arkaları üstüne yatmak derecelerinde ahenk ve denge sağlama hareketleriyle zahmetleri daha da artan adamların nefes nefese, tıkana tıkana alınlarından akan yüzlerinin alt taraflarına doğru akan terleri birer kol darbesiyle silmeye çalışa çalışa verdikleri cevaplar bana fayda sağlamaktan ziyade eziyet verdiler. Ta baş üstüne çıkıp kendi hayallerimle meşgul olmayı tercih ettim."
Yazar, tekrar okucuya dönerek ona seslenir: " Ey taze fasulyenin okkasını 25 paraya almak istemeyen okur! Hiç aklınıza getiriyor musunuz ki, bahar gecelerinde, saat altı, yedilerde (bugünkü saatle gece yarısından sonra iki, üçlerde), siz tatlı uykudayken, yarın mutfağınıza girecek sebze.... böyle üç kişi kan tere batmış kürek çekerek ve dördüncüsü olan dümenciyse, gecenin serinliğinden üşüyüp titreyerek deniz üstünden geliyordu".
A.Mithat, okuyucularına somut bilgiler de vermeyi ihmal etmiyor. O saatlerde Marmara'da yüzden fazla kayığın bu tür nakliye işi için hareket halinde olduğunu, yalnız kürek çekenlerinin sayısının dört yüze yakın olduğunu belirtiyor. Tabii kentin iaşesini temin maksadıyla çalışan daha uzaklardan gelen istimbotlar, mavnalar, çektirmeler gibi başka deniz nakil araçları da vardı.
Bir çektirme. Yakın zamana kadar motorluları faal idi. Bizim pedere mal çeken gemilerin hemen hepsi çektirmeydi. Çektirme adının, yük taşıma pazarlığı sırasında yükün kaç paraya çekileceği sorusundan kaynaklandığı iddia ediliyor. Marmara'dan inşaat kumu çeken gemiler de yakın zamana kadar bunlardı.
Yazar sakin ve akıntının sorun olmadığı koşullarda bir buçuk iki saat kadar sürebilen yolculuğun, "orkos" tabir edilen ters akıntının, yani Sarayburnu tarafından gelen kuvvetli akıntının olduğu durumlarda, beş saat kadar sürebileceğini belirtir.
Yazarın da içinde bulunduğu tekne Eminönü'ne vardığında burada gece yarısı saat birden itibaren toplanmaya başlamış büyük, en az iki bin kişiden oluşan bir kalabalık olduğu görülür. Yani Sirkeci ve Galata Köprüsü arasında kalan alanda gece yarısı birden itibaren toplanmaya başlayan bir kalabalığı gözünüzde canlandırınız. Nakliyeciler, kayıkçılar, hamallar, madrabazlar, bahçevanlar, kantarcılar, belediye ve polis zabıtası, çaycılar, gözlemeciler, kebapçılar, sucular . Tabii bir de kara taşımacılığında kullanılan yük hayvanları ve yük arabaları, onların sürücüleri vb.
"Koca bir memleket,koca bir panayır. Henüz görmeyenler için hakikaten görmek zahmetine girmeye değer bir hal.... Bazıları birer kazık ve bazıları küfeler üzerine konulan bir çok fenerin kimisinde petrol lambaları alevlenmiş, patlamak tehlikesinde. Bazılarında petroller bitmiş, sönmek halinde... Bu mahşerin içinde yer yer ve zaman zaman "sıcak pideler", "gözlemeci", "sütlü çay" gibi sesler işitilir. Seyyar kahveciler etraflarında ufak iskemlelere veya yere oturmuş insanlara kahve pişiriyorlar...
"Hamallar küfe kapmak, bahçevanlar küfe kaybetmemek gayretindeler. Arkacılar, sebzeci esnafı, madrabazlar malları yok pahasına kapatmak kurnazlığında...Yeni Cami'ye doğru yer yer, küme küme küfeler konulmuş. Her küme bir dükkan farz edilsin... Kavgaya benzer pazarlıklar...Beyaz Acem gömlekli kantarcılar, omuzlarına vurdukları kantarların sapları bir buçuk arşın (1 arşın =68 cm) öne uzanmış olduğu halde kâh oraya kâh buraya başvuruyorlar.
" O zamanlar pul vergisi de vardı. Yalnız şehir değiştiren eşyaya değil, bir belediyenin sınırlarından diğerine geçen arkacılardan, küfecilerden falan da "toprak bastı " parası alınırdı. Bunun için de küfe ve sandık gibi şeyler üzerine birer pul yapıştırılırdı....Yer yer görevlilerin ellerindeki paketlerden kopardıkları pulları yalayıp yalayıp küfelere yapıştırmaları şeklindeki manzara bir türlü gözümün önünden gitmez." Arkalarında küfe taşıyan bazı arkacılar belediye zabıtasının geriden yetişip küfelerine pul yapıştırdıklarını hissetikleri halde aldırmadan, ve tabii ödeme yapmadan yollarına devam edince, zabıta tarafından küfelerinden aşağı doğru çekilerek yere devrilirlermiş.
Derken, sabaha doğru yazarımız sadece uykusuzluk hissetmiyor. Aynı zamanda, karnının acıkmış olduğunu söylüyor. Kemerin arka caddesinde (Yeni Cami'nin solundaki kasrı taşıyan kemeri kast ediyor olsa gerek) kebapların, şişlerin cızır cızır piştiğini, dönerlerin döndüğünü etrafa saçtıkları mis gibi kokuları dolayısıyla fark ediyor. Ancak yemekten kaçınıyor. Sözü yine ona bırakalım:
" ....kıvırcık etinin okkasının sekiz dokuz kuruş ettiği bir zamanda, kırk paralık kebapla karın doyurmanın mümkün olduğu şu yerde kebap yapılan etlerin mahiyetinden emin olmak mümkün müdür?
" Bir bilenden sağlamlığını temin ederek duyulmuştur ki İstanbul'daki toplam miktarı elli binden aşağı olacağı tahmin edilmeyen kira, yük ve arabacı beygirleriyle, beş binden fazla eşek arasında eceliyle ölenler nadirdir. Bir hayvan artık çalışamayacak dereceye geldi mi böyle sokak kebapçıları onu satın alarak müşterilerine ucuz ucuz kebap yedirirlermiş.
"Muhbir verdiği haberin sağlamlığını temin ettiği halde, biz inanmaya tereddüt edince, demişti ki: 'Hamdolsun şimdilerde her yerin süprüntüleri, çöp arabalarıyla taşınıp, çöp mavnalarıyla denize nakledilmektedir. Bunların hiçbirisinde bir beygir veyahut eşek ölüsü görülmüş müdür? Elli, altmış bin hayvanın çalıştığı yerde günde en aşağı yirmi, otuz hayvan telef olmalıdır".
Yazarımız bu düşüncelerle, Sirkeci'ye doğru Ohannes'in kahvesi olarak bilinen yerde biraz pide ve kaşar peyniriyle açlığını bastırmaya karar verir. Bu arada, A.Mithat aslında bu mahallin ve ortamın yabancısı değildir. Daha çocukken Mısır Çarşısı'nda bir attarın yanında çırak olarak çalışır. Her sabah, kendi ifadesiyle, namaz vakti kalkar, oturdukları Tophane, Lüleciler Sokağı' ndan (Şimdiki Lüleciler Caddesi, Tophane Parkı'nın solunda, İŞKUR'un üzerinde yer aldığı cadde) yalın ayak yürüyerek bu köle gibi, karın tokluğuna çalıştırıldığı, sık sık dayak yediği dükkana çalışmaya gelir. Gayet yoksul Kafkas göçmeni bir ailenin çocuğudur.
Bu çocuk bir dönem, kabul edelim, Türk aydınlanmasına Şinasi, yakın arkadaşı Namık Kemal gibi yazar ve yayıncı olarak katkıda bulunacaktır. Sadece günlük gazete değil, daha ilk sayısında Darwin kuramını tanıttığı bilim dergisi dahi çıkartır. Romanlar, hikayeler, hatta bir ekonomi-politik kitabı yazar. Tabii henüz düzenle uzlaşmamış olduğu o dönemde sıkı takip altında tutulduğu halde bu gazete ve dergilerin bir çoğu bir iki sayı çıkar ve Saray tarafından derhal kapatılır. A.Mithat diğer Yeni Osmanlı dava arkadaşlarıyla birlikte Rodos'a sürgüne gönderilir. Bu sürgünden sonra birlikte görüntü verdiği meşrutiyetçi Yeni Osmanlılar'dan ayrılır. Saray'a, yeni padişah 2.Abdülhamid'e yanaşır. Tabii, Saray'a yanaşanlar ihya edilirlerdi. Sıhhıye Müdürlüğü gibi üst düzey sayılabilecek bir memurluğa da atanır. Bir arada Matbayı Amire'nin, yani sonradan Devlet Basımevi adını alacak kurumun da başına getirilir. Yani bugünkü yandaşlara da yapıldığı gibi, kendisine bir kaç maaş, ya da günümüz yandaşlarının sevdikleri bir tabirle, "huzur hakkı" temin edilir.
Ahmet Mithat bir Tanzimat aydınıdır. Ancak, aynı bir süre için bağlandığı Yeni Osmanlı arkadaşları gibi, bir "geçiş devri" aydınıdır. Eskiden bütünüyle kopmayı değil, eskiyle yeninin, yani "bize özgü olan" la, Batı'nin "ilim ve fenni" nin bir tür sentezini savunur. Bu konum da kaçınılmaz olarak, ikili yapıların oluşmasına, siyasal oportünizme, eskinin yeniyi engellemesine yol açar. O devrin "yeni muhafazakâr" anlayışını temsil eder. Aynı konum, Genç Osmanlılar'ın ardılı olan modernleştirmeci aydın kuşağı Genç Türkler için de aşağı yukarı geçerlidir. İdeolog Ziya Gökalp'de barizdir. Örnekse, onun kültür ve uygarlık ayrımı konusundaki görüşleridir. Atatürk'ün farkı, bütünsel anlamda bir uygarlıkçı olmasıdır. Bir uygarlık ya bir bütün olarak alınır, ya da alınmaz. Öyle içinden cıbızla çekip alacağınız "uygarlık" öğeleriyle yenilenmeyi gerçekleştiremezsiniz.
Bugün nüfusunun kahir ekseriyeti İslam olan ülkelerde fen, teknik hiç olmadığı kadar var. Peki, bu ülkelerde arzuladığımızı ilan ettiğimiz, imrendiğimiz "medeniyet" var mı? Bu kafa karışıklığı, Tanzimat, onun doruğu olan Cumhuriyet tercihinin (yani bütünsel anlamda uygarlık değiştirme tercihinin) sorunu değil, bunu kavrayamayan, ya da ayak sürüyen öznelerin sorunudur.
Doğrudur, hem Tanzimat devrinde, hem de Cumhuriyet devrinde bu söz konusu uygarlaşma programı oportünist bir anlayışla aksak bir şekilde uygulandı. Ancak bu durumda yapılması gereken, olanaksız, iki yüzlü bir sözde sentezi aramak bahanesiyle ayak sürümek değil, programın tam olarak uygulanması için eylemde bulunmaktır. Mücadele etmektir.
Cumhuriyet aydını olduğu öne sürülen aydınların bir kısmında da bu ayak sürüme oportünizmini görüyoruz. Örnekse, huzuru olanaksız, sahte bir sentezde, aslında bir tür senkretizmde arayan Ahmet Hamdi Tanpınar ve hocası, esin kaynağı olarak gördüğü Yahya Kemal.
Unutmayalım, hem Yeni Osmanlılar ve hem Genç Türkler meşruti monarşisttirler. Kafalarında henüz Cumhuriyet fikri, kavramsal olarak, laiklik fikri oluşmamıştır. Mesela, bu iki kuşağın arasında bağlantı sağlayan entelektüellerden Tevfik Fikret(1867-1915) ateisttir, ancak laikliği telaffuz dahi etmez. Onda laik devlet anlayışı oluşmamıştır (Bu son saptama iyi bir şair olmaktan çok iyi bir deneme yazarı olan Cemal Süreya'ya aittir).
Tarihimizin ilk modern aydınları Şinasi ve kendisini onun öğrencisi olarak gören Namık Kemal gibi referans figürlerde aydınlanmacı bir karakter vardır kuşkusuz, ancak kavramsal düşünme kapasiteleri yoktur ya da çok zayıftır. Tabii bir de, kendilerini devletin sahibi olarak görme ya da devleti velinimetleri gibi algılama sorunları vardı. Zaten çoğu sürgünde dahi memuriyetle iştigal etmekteydi. İtiraz ettikleri şeyden bir inkarla kopamadılar. Bu kopuşu göze almadan, örneklerini Batı'da gördüğümüz, aydınlar olarak kendilerini gerçekleştirmeleri olanaklı olamayacaktı.
İttihatçılarla kemalistleri özdeşleştirme eğiliminde olanların anlamadıkları konu şudur: Kemalistler cumhuriyetçidirler. Cumhuriyet fikrini de laiklikten ayrı olarak düşünemezler. Bu çok anlamlı bir farklılıktır. Geçmişten kopmadan yeniyi kuramazsınız.
Bu bakımdan, Atatürk anlayışını yadsımanın yadsınması olarak görmek gerekir. Yadsıma Meşruiyetçilikti. Yadsımanın yadsınması, Cumhuriyetçiliktir. Yani, J.J.Rousseau Aydınlanma felsefesi ve hareketi içinde neyi ifade ediyorsa, Atatürk ya da Cumhuriyet de, Yeni-Osmanlı ve Genç-Türk anlayışı, siyasetleri bakımından onu ifade ediyordu. Bu çok anlamlı, radikal bir farklılıktır.
A.Mithat Efendi'nin modernleşme anlayışı, onların öğrencileri sayılabilecek kuşağı da etkilemiştir. Kendi kuşağından dostu ve damadı (Oğluna göre, A.Mithat'ın hayatında en çok sevdiği kişiymiş. Hatta oğlu anılarında, babasının Beykoz'daki yalıda gece damadıyla ilgili kötü bir düş gördüğünü, sabah paniklediğini anlatır. Çünkü babası kötü düşlerinin gerçekleştiğine inanırmış. Ertesi gün Kadir Gecesi'nin sabahıdır. Hemen ailesine hazırlanmalarını, İstanbul'a damadının evine gideceklerini söyler. Ailenin itirazlarını dinlemez bile. Damadın Fatih, Haydar, Müftü Hamamı sokağındaki evine gelirler. Damatta bir sorun yoktur. Hatta damadı rüya ile dalga geçer. Hep olduğu gibi hemen şakalaşırlar, eğlenirler. İftar saatinden biraz önce damat bir süre için odasına gider, uzunca bir zaman dönmeyince, A.Mithat oğluna,"git şuna söyle gelsin aşağı, yoksa ben gider sakalından çeker getiririm" der. Oğlu, eniştesini yatağında uzanmış halde bulur. Uyandıramayınca, ölmüş olduğunu anlar. Aşağı iner, haberi verir. Oğlu, babasının ilk kez bu kadar üzülerek, uzun uzun ağladığına tanık olduğunu söyler) Muallim Naci de aynı görüştedir. Hatta şiir ve edebiyat konusunda gayet muhafazkardır. Recaizade Ekrem gibi bir yeniciyle, şiddetlenmesi üzerine, Saray'ın araya girerek müdahil olduğu ünlü bir tartışması vardır. O kadar öyle ki, dostu ve kayınpederi A.Mithat, Recaizade Ekrem'in yazılarına gazetesinde yer vermeye başlayınca, tepki göstererek gazeteden ayrılmıştır.
Bununla beraber, muhafazakâr Muallim Naci edebiyatta "Türk" sıfatını ilk kez gururla vurgular, dilde Türkçeleştirmeyi savunur. Bir Türkçe sözlüğü de hazırlamıştır. Ancak özellikle şiir alanında katı muhafazakardır. Aruzcudur. A.Hamit Tarhan, Tevfik Fikret, Yahya Kemal ondan etkilenmişlerdi. Ha bu arada, Muallim Naci de, Saray'dan geçinir. 2.Hamit'in himayesindedir. Asıl adı Ömer olan Muallim Naci'nin kendi çocukluk hatıratı sayılabilecek Ömer'in Çocukluğu kitabı gerçekten etkileyicidir. Hatta daha yeni yayınlanmış olduğu sırada bir kaç Avrupa veya diline tercümesi yapılır.
Bu sözünü ettiğim yeni muhafazakarlığın veya "muhafazkâr modernleşme" anlayışının edebiyat ve düşünce dünyamızdaki son önemli temsilcisi Ahmet Hamdi Tanpınar'dır. Huzur romanı bu anlayışın manifestosu olarak görülebilir. Bu bakımdan Huzur, " bir tereddüdün romanı", bir restorasyon romanıdır. Buradan açılan kapıdan içeri karşı-devrim girer.
Bu arada, A.Mithat'ın bir otodidakt olduğunu da hatırlatayım. Okuma yazmayı hayli geç bir yaşta, çalıştığı attar dükkanına komşu yaşlı bir esnaftan, işten sonra gece onun Bayezit'teki evine giderek öğreniyor. Yani çocukluğunda bir okula gitmiş değil. Kazandığı parayla kitaplar alıp okuyor. Yine o sıralarda (oğlunun anlattığına göre, yirmi yaşlarındadır), Galata da bir Frenk tacirin sabah akşam dükkanını temizlemek şartıyla verdiği özel Fransızca dersleriyle biraz Fransızca okumayı da öğrenir. Tabii asıl gelişmesi, jandarma çavuşu olan Tuna vilayetinde görev yapan ağabeyinin daveti üzerine oraya gitmesi ve orada ona kendi ismini veren Tuna valisi büyük modernist Mithat Paşa'nın himayesine girmesi, onun yol göstermesi ve teşvikleriyle mümkün olur. Sonra hamisi olan, 1. Meşrutiyet'i (1876) ilan ettiren, Tanzimat'ın bu son değerli paşasının ipinin çekilmesine hizmet edecektir.
Oğlu 1939'dan itibaren tefrika ettiği anılarında, aslında babasının ne kadar hürriyet aşkıyla dolu olduğunu, Abdülhamit'e ve istibdat rejimine karşı olduğunu hiç de inandırıcı olmayan şekilde yineleyip durur. Elbette, A.Mithat'ın entelektüel formasyonuna sahip birisinin 2.Hamit'in ve rejiminin ne olup olmadığını kavramış olduğunu tahmin edebiliriz. A.Mithat, hiç şüphesiz, sırtını istibdat rejimine dayamıştı. Bunun aksini iddia etmek gerçekliği yadsımak anlamına gelir.
Aydın olmak, her şeyden önce samimi olmakla, insanın kendi kendisiyle çelişkiye düşmemesiyle olanaklıdır. Kolay bir iş değil. Bu bakımdan aydın olmak meşakkatli, riskleri var. Çünkü eylemli bir çabayı gerektirmektedir. Sadece kitaplar okuyarak, içinizden geçirdiğiniz, kendinize sakladığınız fikirlerinizle ve dahası onlara bile aykırı hareket edip, ihanet ederek aydın olamazsınız. Eşyaya, olgulara hak ettikleri adlarıyla, sıfatlarıyla hitap etmeniz beklenir. Etrafınızı, dünyayı değiştirme çabası içinde olduğunuz ölçüde hem aydınlanırsınız, hem de aydınlatırsınız.
Bu bakımdan, A.Mithat gibi Saray'a bağlanmış bir kişiye ancak, modern bir tabirle, düzenin "organik aydın" ı denebilir. Bu noktadan sonra satır aralarındaki imalarının bir anlamı yoktur. Aksi, devrinin, düzenin vaat ettiği her türlü nimeti teperek, azap çekmek bahasına, düzene meydan okumuş aydınlarına saygısızlık, haksızlık olur.
1908'den itibaren herkes açıkça 2.Hamid ve rejimine karşı çıkabilirdi. Aydın olmak bakımından, önemli ve değerli olan 1908'den önce bunu yapabilmekti. A.Mithat Efendi bunu yapamadı. Tersine, istediği vakit padişahla görüşebilen, ondan maddi yardım talep eden nadir kişilerden birisiydi. Oğlu (biraz farklı biçimde de olsa) böyle söylüyor.
Bir de, A.Mithat'ın ve oğlunun dahi modernliklerinin sınırı (oğlu sıkça babasının zamanına göre modern davranışlı, ama genel anlamında "alafrangaya tahammülü olmayan" biri olduğunu belirtir.) kadınların toplumsal konumudur.
Oğlu da bu bakımdan babasını aşamamıştır. 1940'ların başlarında yazdığı halde onun gibi düşünür. Bu anlayışın feda edilemez sınırı kadının konumudur. Kadının yeri esas olarak evidir. Oğlu, Cumhuriyetin kadına tanıdığı serbestiye tahammül edemez, açıkça kınar. Kadın emek-gücünün hemen hemen her alana girmiş olmasına tepki gösterir.
Tipik bir şarklı maço tavrıdır. Kadın erkeğin "hovardalık" nesnesidir, özellikle de gayrimüslimse, bu konumu daha da meşru görülür. Kendisi de babası da geçmişteki "hovardalıkları" ile övünürler. Kadınlarla uygarca, eşit bir ilişkiyi kabullenemezler. Kaçgöçü, yani hovardalığı, rakı, tütün içip erkek erkeğe eğlenmeyi modernlik sanarlar.
Şarkta eşcinselliği teşvik eden en önemli etken bu cinsiyetler arasındaki segregasyondur. Mekanın dahi cinsiyetlere göre ayrılmış, yasaklanmış olmasıdır. Buradan elbette eşcinsellik ve "kaçgöç" çıkacaktı. Erkeğin kadını sözde koruma, gizleme arzusu, kendisini onun yerine, onun cinsel kimliği yerine ikame etmesini teşvik edecektir. Bu çerçevede, bu eğilimin abartılı hali olan maçoluk da, erkekliğin son sınırlarına, erkekliğin bittiği, kadınsılığın zorlandığı noktaya kadar dayandırılmasıdır.
Konuya dönelim. Şahsen, uygunsuz etler söz konusu olduğunda, eşek ve beygir etinin, "gavur" domuzun etine göre daha itibarlı ve daha kabul edilebilir olduğunu erken yaşlarda fark etmiş olduğumu söylemek isterim. Domuzun coğrafyamızda başına gelmiş olan, onu itibarsızlaştıran başlıca etkenlerin mitolojik kaynakları var.
Benzer şekilde, tarihsel-mitolojik anlatılarda bağımsız kadın kahramanların olmamasından hareketle kadınların "ast" konumlarının bir izahını yapmak mümkündür. Yani kadın,erkek egemen mitolojinin ya da "jön prömiyer" in kadını olarak bir kimliğe sahiptir. Diyelim, Tarzan'ın Jeyn'idir. Domuz da, Adonis gibi bir kahramana yapmış olduğu kötülüğün bedelini ödemektedir. Şimdilerde domuzun bu konumuna, "anti-kahraman" deniliyor.
Domuz eti demişken, arzu ederseniz, yine A.Mithat'ın hekim oğlu Kamil Yazgıç beyin bir hatırasını daha aktarayım: A.Mithat, bir Şeker Bayramı'nda çoğu üst seviyede devlet ricali olan bazı tanıdıklarını Beykoz'daki yalısında ağırlıyor. Oradan sandalla Riva deresi civarındaki köylere pikniğe gidiyorlar. Dönüşlerinde hava bozduğu için Beykoz'a yayan dönmeye karar veriyorlar. Yani 5-6 saat yürümeleri gerekiyormuş. Çok açıkmış oldukları halde A.Mithat'ın Serdaroğlu Çiftliği'ne varıyorlar. Kendilerini karşılayan Bulgar korucuya hemen yemek soruyorlar. Korucu, tesadüf, az önce büyük bir tencere kuru fasulye pişirmiş olduğunu söylüyor. Oğlu, "yemek çok biberli olduğu için kıpkırmızıydı, üstünde iki parmak kalınlığında yağ ve içinde bol miktarda et vardı" diyor. Grupta bulunan, sonradan İttihatçıların şeyhülislamı olacak ünlü Osmanlı İslam alimi Musa Kazım Efendi adeta kuru fasulye tenceresine saldırır. İştahayla kaşıklamaya başlar. Bir yandan da, Bulgar korucuya, yemeğin çok lezzetli olduğunu, kendisine tarifini verirse, eşine aynı şekilde yaptıracağını söyler.
Bulgar korucu tarifi verir. Sonra bütün saflığıyla ilave eder, "efendim buna asıl lezzetini veren içinde bol miktarda yer alan domuz eti ve yağıdır" der. Bunu duyan Musa Kazım Efendi aniden sararır, hemen kendisini dışarı atarak uzun uzun kusmaya başlar.
Arapça ve tefsir konusundaki bilgisiyle meşhur olmuş Erzurum asıllı Nakşibendi Musa Kazım Efendi (1858-1920) medrese öğretmenliği yaparak güç kanaat geçinmektedir. A.Mithat'ın oğlu Kamil Yazgıç'a göre, aylığı 300 kuruşmuş. Bu aylık 19.yy sonlarında ev geçindirmek için yeterli olmazmış. Yazar babası çaktırmadan yardım edermiş. Üstü başı genellikle perişan bir haldeymiş. Paraya önem vermeyen bir zat imiş. Hatta İttihatçılar onu şeyhülislam yaptıklarında, kendisine tahsis ettikleri, devrin makam arabası işlevi gören çift beygirli arabaya binmeye ikna edememişler. Çünkü her yere yayan gitmeye alışık biriymiş. Fatih Çarşamba'da otururmuş. Oradan Süleymaniye'deki makamına yürüyerek gidip gelmek eğilimindeymiş. Güçlükle tek beygirli bir arabaya binmeye ikna edilmiş. Ancak bu makama getirildikten sonra da hayat tarzı hiç değişmemiş. Hâlâ karısı evde yufka ekmeği açarmış. Hemen hemen her Cuma A.Mithat'ın Beykoz'daki yalısına gelir, geceyi de orada geçirirmiş. O kadar dalgın biriymiş ki, sabah evine dönerken dalgınlıkla A.Mithat Efendi'nin elbiselerini giydiği, sarıksız olduğu halde vapur iskelesine indiği olurmuş. Sonra etraftakilerin uyarısıyla, İskele karşısında bulunan eczanede bekletilir. Yalıdan kendi elbiseleri getirilir, üzerini orada değiştirirmiş. Kamil Yazgıç'a bakılırsa, bu durum birden fazla kere yinelenmiş. Bu kadarına da dalgınlık denilir mi?
Musa Kazım Efendi, 1.D.Savaşı sonunda, İttihatçılar iktidardan düştükten sonra işgalci İngilizler tarafından 15 yıl kürek cezasına çarptırılır. Sonra bu cezası 3 yıl sürgüne çevrilir. Edirne'ye sürülür. Orada da hayatını kaybeder. Meşrutiyet devrinde, o gün için ilerici, hürriyetçi fikirleri savunmuş, istibdata karşı çıkmıştır. 31 Mart gerici ayaklanmasının da karşısında olmuştur. Şeyh Bedreddin'in Varidat'ını tercüme eder, Türkçe bir açıklamasını yazar. Thierry Zarcone, 1991 tarihli, "Soufisme et franc-maçonnerie a la fin de l'empire ottoman: L'exemple du Seyhülislam Musa Kazım Efendi (1858-1920)" başlıklı makalesinde, onun mason olduğunu iddia eder. Bununla birlikte, 1911'de yüzüne karşı da yapılmış olan bu iddiayı Musa Kazım Efendi bizzat reddetmiştir.
Bu arada, Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Akif adlı kitabında, Musa Kazım Efendi'nin Mehmet Akif'in itibar ettiği kişiler arasında olduğunu, Meşrutiyet'ten önce Şeyh Bedrettin'in Varidat'ını okumak için İslamcı şairin sık sık M.Kazım Efendi'nin evine gittiğini, ancak orada sadece Varidat okumadıklarını, muhalif cenahtan başka davetlilerin de katılımıyla, ruh çağırma seanslarının yapıldığını söyler. Bu seanslar sırasında çağrılan ruha ısrarla, "despot Abdülhamid"in daha ne kadar saltanat süreceği ya da ne zaman "hal olunacağı" sorusu sorulurmuş. İslam dininin bu tür etkinlikleri yasaklanmış olduğunu hatırlatmama gerek var mı?
İş buraya kadar gelmişken, izninizle, konuyla ilgili bir başka anımdan söz edeceğim. Peder, söylemiştim, yetmişli yıllarda süt mamülleri toptancısıydı. O zaman şarküteriler en önemli müşterilerimiz arasındaydı. Bu müşterilerin farklı satıcılardan, farklı siparişleri de olur, bunları bizim kanalımızla, bizim işyerinin önünde toplatırlardı. Oradan da bir kamyonet ya da devrin önemli nakliye araçlarından olan bir tripatör aracılığıyla müşteriye sevk edilirdi. Çoğu kez müşteriler gelmez, telefon marifetiyle, bizi kullanarak bu diğer siparişlerini temin ederlerdi. Babam bu hizmetten hiç haz etmese de, müşterileri kırmamak için kabul ederdi. Müşterilerin de ona güvenleri vardı tabii.
Bu farklı siparişler arasında et mamulleri de önemli bir yer tutardı. 12 Eylül darbesini izleyen günlerde, piyasadaki bu et mamullerine belediye tarafından (TRT televizyonunda konuyla ilgili hazırlanmış ya da yetkililerce hazırlatılmış bir program sonrasında) bir operasyon yapılmıştı. Kavurma, sucuk gibi ürünler esnafın dükkanından toplanmıştı. O gün tesadüf, baskın bizim dükkanın önünden müşterilere sevkiyat yapılan saate denk gelmişti. Tabii sevk edilecek et mamulleri, belli iki üç marka dışında, bizden de toplandı. Babam müdahale etmek istedi. Tartışma sırasında, babamın tanıdığı olan ve operasyonu yöneten (sanıyorum) belediye şube müdürü, babama sakin olmasını, yukarıdan gelen bir emirle bu ürünlerin imha edilmesi gerektiğini, bunun bir tür şov olduğunu ima ederek söylemişti.
Operasyon tamamlandıktan sonra aynı kişi bizim dükkana gelerek babama, (mealen) "şimdi bu ürünler Hıfzıssıha'ya kontrol için gidecek, hiç bir şey çıkmayacak. Zaten bu işi yapan kişi legal olarak yapıyor aslında. ( O zaman halen hayvanat bahçesi de olan) Gülhane Parkı'ndaki hayvanların et ihtiyaçlarını karşılamak için devletten ruhsat almış. O işi yaparken arada bu şekilde istismarda da bulunuyor. O yapmasa başkaları yapacak. Çünkü böyle bir talep var. Onun için onun dışında başkasının bu alana girmesi istenmiyor. Böylece bu işin kontrolü mümkün oluyor." Bu arada, "adam da hayli zengin oldu" diye gülerek ilave etmeyi de unutmadı. Babam da, tabii ona izin verenleri "gördüğü" için demişti.
Aradan sekiz on gün geçtikten sonra bir gün iri yarı konçlu keçe pantolonu ve yeleğiyle, 75 yaşlarında görünen, kafasını usturayla kazıtmış, tipik bir Arnavut yanında bir kaç adamıyla piyasada dolaşıyor. Tanıyan esnaftan büyük bir itibar görüyor. Kendisine "baba" diye hitap ediliyor. Elini öpen hamal ve tezgahtarlara yüklü bahşişler veriyor. Dükkanlara girip çıkıyor. Esnafla öpüşüyor, sohbet ediyor. Babam, "kim bu herif" diye soruyor. Sonra adam bizim dükkana gelip babama, ondan epey yaşlı olmasına rağmen, "ağabey, sen bizi tanımazsın, ama biz seni tanır, sever, saygı duyarız" diyerek girip yazıhanemizde oturdu. Bana, "evlat bir adaçayı söyle de içelim" dedi. Beni işaret ederek babama, "mahdum mu?" diye sordu. "İnşallah bir istidadı vardır, burada harcanmıyordur" diye ilave etti. Ben pek analayamamıştım. babam, "yok, elbette var, tahsil görüyor, üniversiteye de gidecek" diye yanıt verdi. Adam da, "ha işte böyle, maşallah" demişti.
Sonra adamlarından bir kavurma getirmelerini istedi. Cebinden çıkardığı manav çakısı dediğimiz bir bıçakla kavurmayı kesip, bir dilimini ağzına attı, "ben yemediğim, çoluğuma çocuğuma yedirmediğim eti satar mıyım, vallahi tertemiz et, sonra ben hiç eşek kesmem, ben beygir keserim, beygirlerin hiçbiri de hastalıklı değildir". Bir dilim de babama verdi, babam kokladı ama yemedi. Bana da bir dilim kesti, "ye evladım ye de lezzeti gör " diye üsteledi. Yedim. Gerçekten çok lezzetliydi. Bir dilim daha verdi. babamın ters bakışları üzerimde olduğu halde onu da afiyetle yedim.
Adam yeleğinin iç cebinden kağıtlar çıkardı bana, "gel delikanlı şunları oku bakalım" dedi. Kareli bir kağıdın tepesinde meşhur bir gazinonun adı yazılı altında kargacık burgacık rakamlarla 70, 90 olarak devam eden rakamlar alt alta yazılmış, sonradan adamın konuşmalarından bu rakamların kg'lara tekabül ettiğini anladım. Kilogram olarak verilmiş olduğu anlaşılan etler, karşılarında tarihleri yazılmış olduğu halde kaydedilmiş. Başka bir kağıt uzatıyor, orada da yine çok meşhur başka bir gazinonun yapmış olduğu alımlar var. Öbür kağıtlarda, bazı meşhur restoranların, yine gazinoların isimleri var. Fakat beni çok etkileyen, o zamanlar kışın hemen her gün işkembe çorbası içtiğim Sirkeci'deki çok meşhur işkembecinin alımlarını gösteren kağıt olmuştu. Yani ona da et ve işkembe temin ediyormuş. Hatta babamın şaşırması üzerine, "borcu çok birikmişti, karşılığında (caddeyi işaret ederek) şu sarı Mercedes'ini verdi de sulh olduk" demişti. Hatırlayanlar bilir o işkembecinin duvarında fayansa yazılmış Ahmet Rasim'in şu dizesi okunurdu: "Kana kuvvet, göze fer, batnâ (karına yani) ciladır çorba" Kimbilir, belki bugünkü sağlığımı o yıllarda orada içtiğim işkembe çorbalarına borçluyum.
Dükkanımızın hatırladığım ünlü müşterilerinden biri de, Beşiktaş'ında, Martı adında iki büfesi olan, Türkiye'de ilk banka soyguncusu olan Necdet Elmas idi. Ben tanıdığım vakit, erken ellili yaşlarda olmalıydı. Hep takım elbise ve kravatlı, ve her zaman kibar konuşan bir adamdı. 17 yılını aptalca hapishanede geçirdiğini söylemişti. Yetmişli yılların sonlarından söz ediyorum. Dükkana gelişleri olay olurdu adeta. Büyük bir Amerikan otomobili vardı. Birgün ödeme yapmak için akşam saatlerinde yine dükkana gelmişti. Otomobilini Ragıp Gümüşpala Caddesi üzerinde park etmişti. O zaman trafik polisleri ellerinde pense ve tornavidayla dolaşırlar, hatalı park etmiş araçların plakalarını sökerlerdi. Plakaları emniyetten gidip geri almak hayli pahalıya mal olurdu.
Bir esnaf beni uyararak, "sahibi sizde olan aracın plakası sökülüyor" diye haber verince, Necdet Elmas yerinden fırladı. Ben de peşinden gittim. İki polis plakaları söküyorlardı. Elmas kibarca, "memur beyler bir dakika, sökmeyin, neyse cezası ödeyeyim" dedi. Orta Anadolu şiveli polis önce kızdı, bağırdı, sonra arkadaşına dönerek, "yaz bir ceza da aklı başına gelsin" gibi bir talimat verdi. Polis, makbuz arandı (tabii bu aranmanın ne anlama geldiğini tahmin ediyorsunuzdur), Necdet Elmas "yazın makbuzunuzu " deyince, makbuz bulundu, polis kabaca, "adın ne" diye sordu, "Necdet Elmas" ı duyunca iki polis de adeta esas duruşa geçtiler: "Yav, Necdet ağabey tanıyamadık, şunu baştan söyleseydin ya" dediler. Özür dilediler.
Elmas, yazın babamın bulunmadığı akşam saatlerinde zaman zaman ödeme için gelirdi. O sıralar sohbet ederdik. Halen o anlattığı, bazısı çok ilginç, hikayeleri not almadığıma hayıflanırım. Özellikle hapishaneden kaçışı sonrasındaki macerası, sosyete tabir edilen çevrenin kadınlarından gördüğü ilgi kısımları beni hayli etkilemişti. Bilmiyordum, yakalandıktan sonra o kaçış sırasındaki anılarını bir gazeteye hayli yüklü sayılabilecek bir meblağa satmış olduğunu bir avukattan öğrendim.
Bana anlattığı hikayesine göre, hukuk fakültesi ikinci sınıfında öğrenciyken, sonradan Belçika' da konsolos ya da başkonsolos olacak bir sınıf arkadaşıyla bu soygunu gerçekleştirmeye karar vermişler. Ellilerin sonuna doğru sanırım. "İkimizde, yoksul aile çocuklarıydık, ayağımıza giyecek doğru dürüst bir ayakkabımız bile yoktu" demişti. Sonra arkadaşı son dakikada vazgeçiyor. Kendisi tek başına Çemberlitaş'ta, Yeniçeriler Caddesi'nde, şimdi yerinde Garanti Bankası'nın bulunduğu Buğday Bankası şubesine gelip, soygunu gerçekleştiriyor. Bir anda olay oluyor. O yıllar James Dean (1931-1955) filmlerinin kentli kenar mahalle gençleri üzerinde hâlâ etkili olduğu yıllar tabii. Elmas, rol-model oluyor. Par excellence, bir anti-kahramana dönüştürülüyor. Hele hapishaneden kaçışı bu hali daha da pekiştiriyor.
Bir gelişi esnasında da, tesadüf, o sıralar Yapı Kredi Bankası (sanıyorum Karaköy Şubesi'nde) müdür olan babamın arkadaşı tiyatro sanatçısı Erol Günaydın'ın ağabeyi (Adını şimdi hatırlayamadım. Bu arada, sendikalar çok güçlü, o sıralar hâlâ bankalar çalışanlarına yemek çıkartırlar, bizden de toptan alımlar yaparlardı. Yapı Kredi de o bankalardan biriydi) dükkandaydı. İlginç bir karşılaşma olmuştu. Bir süre geçmişe dönük eğlenceli bir söyleşi yapmışlardı.
Ben Binbirdirek Mahallesi'nde, Klodfarer Caddesi'nde doğdum. Cankurtaran, Tevkifhane civarında oturan eskilerden onun oradaki cezaevinden kaçış ve yakalanış öyküsünü çocukken bir çok defa dinlemiştim zaten. Anlatıcıların bir tekrarı aklımda kalmış, "yakalanıp, Sultanahmet Cezaevi'ne getirildiğinde, seyrine gitmiştik, üzerinde sarımtırak bir şetland vardı, yüzünün rengi de adeta şetlantın rengine dönüşmüştü" . Necdet beye bu hikayeyi anlattığımda, tepkisiz dinledi. Sadece "ama herkesten basın önünde özür dilemiştim" dedi.
Hapis cezasını İmralı'da çeker. Bilindiği gibi, İmralı o zaman ya açık ya da yarı-açık cezaeviydi. Mahkumlar orada zirai üretim yaparlar, ürünleri hapishane mahkum kooperatifi adına Hal'de, Mısır Çarşısı içindeki dükkanlarında satılırdı. Elmas da, kooperatfin gemisiyle bu ürünlerin İstanbul'a taşınmasına nezaret etmekle görevli "torpilli" hükümlüler arasında. O yüzden, haftanın çoğu günlerini şehirde geçiriyor. Hatta devrin gazeteleri onun pavyon, gece kulubü maceralarını haberleştiriyorlar.
Necdet bey siyasal olarak muhafazakârdı ya da öyle görünmeyi tercih ederdi. Ailesinin Konyalı olduğunu söylemişti. Yetmişli yılların son seçimlerinden biri sırasında bana Erbakan'ın Milli Selamet Partisi'ni desteklediğini söylemişti. Gayet modern görünümlü bir adamdı. Dinle falan da alakalı değildi. Bu duruma dikkat çekerek, "neden diye" sorduğumda, "delikanlı Beyoğlu'nda yürürken utanıyorum, çırılçıplak erkek ve kadın film afişleri sinemaların üzerinde dev gibi. Ayıptır ya!" diye yanıt vermişti.
Haydi ondan duyduğum, şimdi aklıma gelen şu hikayeyi anlatarak bu bahsi bitireyim: Necdet bey hiç beklenmediğini düşündüğü gün ve saatlerde büfelerini aniden teftiş edermiş. Barbaros Bulvarının başlarında, o zaman caddeye göbek yapan alanda bulunan büfesini birgün yine ani bir kararla ziyaret ediyor. Büfenin etrafı kalabalık, müşteriler bekliyor. Sosis bitmek üzere, takviye yapılması lazım. Büfenin arka tarafındaki açık alanda büyük sosis tenceresi kaynıyor. Suyu buharlaşmaya başlamış. Sosis ve salçanın tencerenin içine atılması lazım. Ancak ilgili eleman ortada yok. "Hoca" lakaplı, beş vakit namazını aksatmayan orta yaşlı birisi. Tencereyi öyle kaynar halde bırakıp, yakındaki bir camiye namaza gitmiş. Necdet bey söylenmeye başlıyor. Öbür elemanlar çok meşgul. Çok kızıyor. Derken, Hoca lakaplı eleman geliyor. Ancak hareketleri yavaş ve umursamaz. Necdet bey küplere biniyor : "Ulan (Burada çok affedersiniz, demeyi de ihmal etmiyor) senin maaşını Allah mı veriyor, sen nasıl benim işimi aksattıp, ..........namazına gidersin ha!" diyerek, orada bulunan havlularla tencereyi kavrayıp, kaynar suyu olduğu gibi hocanın dazlak kafasına boşaltıyor. Hoca korkunç bir avazla ve rekor kıracak temposuyla Barbaros Bulvarı'nı Yıldız'a doğru koşarak kat ediyor.
Benim hatırladığım zamanlarda, Sirkeci ve Eminönü hattında, akşam saatlerinde el ayak çekilir, mahallin sakin bir vakti başlardı. Tabii tekinsiz kişilerin de sahne aldığı bir vakitten söz ediyorum. 60'ların sonları ve yetmişli yıllardaki Sirkeci-Eminönü-Unkapanı hattı, Köprünün hemen karşı ucundaki Karaköy Türkiye'deki iş dünyasının kalbinin attığı bölgeydi. 1980-82'ye kadar da bu durum pek değişmedi. Sirkecide, vapur, araba vapuru iskeleleri, tren istasyonu, şehirlerarası otobüs firmaları, nakliye şirketleri, şirket ve holding büroları, lokantalar, kahvehaneler, incesazlar, bankalar, çok sayıda mağaza, (bir kısmı randevuevi işlevi de gören ) oteller, (bugünkü tramvay yolu üzerinde ağırlıklı olarak fotoğraf makineleri ve kameralar satılan Hayyam Pasajı yakınında) yerli film gösteren iki adet sinema, hanlar, vergi daireleri gibi kamu binaları sıkış tıkış... Ebusuud caddesi nakliye ambarlarının olduğu caddeydi, sağlı sollu park etmiş, yük alıp, boşaltan nakliye firmaları, gürültü patırtı... Belediye otobüslerinin de Aksaraya doğru zorunlu gidiş hattı. Çoğu zaman bu caddenin Sirkeci başından Demirkapı tarafına, Alemdar caddesine çıkmak yarım saat kadar sürerdi. Bu arada, sahilde Sirkeci'deki araba vapuru kuyruklarının Kumkapı'ya hatta yazın hafta sonları Yenikapı'ya dayandığını iyi hatırlarım.
Sirkeci'den biraz aşağıya, Eminönü'ne doğru yürüyelim. Sağda Üsküdar ve Boğaz iskeleleri, solda Mısır Çarşısı, Tahmis, Asmaaltı, Tahtakale; karşı hatta Yemiş İskelesi, Zindan Hanı, ağırlıklı olarak gıda maddelerinin satıldığı belki binlerce dükkan, sahilde sandal, çektirme iskeleleri. Çamurlu kış günlerinde sahilde yürüdüğünüz zaman, ayağınız on, on beş santim yere batıyor, kendiliğinden dolmuş dolgu alanında yürüyorsunuz çünkü. Esnaf ara sıra talaş döktürerek, yürümeyi kolaylaştırmaya çalışıyor. Haliç yağışlı günlerde yükselip, suyu dükkanların içine kadar girebiliyor. Unkapanına doğru solda Küçükpazar, sobacılar, kantarcılar, tenekeciler, ipçiler, biraz ötede (altmışlı yılların sonunda dahi hâlâ kısmen yapımı devam eden) İMÇ blokları, sağda Haliç kıyısında, İstanbul Meyve ve Sebze hali, hemen karşı kıyıda İstanbul Balık Hali, Tersaneler, daha ileride Mezbaha. O sıralar, haliçin Marmara tarafında, iki köprü arasındaki alanda, sadece Unkapanı, Küçükpazar civarları meskundu. Bugün de olduğu gibi, o zaman da sadece bu civarlarda meskenler vardı. Anadolu'dan, genellikle doğusundan, göçmüş yoksul insanların ortaklaşa kiraladıkları, bahçelerinde kümeslerin olduğu ahşap tarihi konaklar vardı. Halen bir kısmı ayaktadır. Ama nereye kadar ayakta kalabilecekler? Hele de bu açgözlü, kural tanımayan müteahhitlerin palazlanmış olduğu koşullarda...
Evet, benim hatırladığım zaman buralarda gece el ayak çekilirdi, ama sabahın çok erken saatlerinden itibaren özellikle Köprü ve Unkapanı arası büyük bir kalabalığı ağırlardı. Bizim dükkan en geç sabah beş buçukta açılırdı. Okulun tatil olduğu günler babamla birlikte beşte Sultanahmet'teki evden çıkardık. Babam işyerine yakın bir yerde oturmaya hep önem veriyordu. Kışsa, Çemberlitaş'taki hamama yakın Bulgar çorbacıya uğrar, çorbamızı içerdik. Sonra Mahmutpaşa'dan aşağıya...
Sabah toptancı piyasalar, haller büyük bir keşmekeşe neden olarak açılır,öğle sonrası saat bir, iki sularında nispeten durulurdu. Bizim işimiz de o saatlerde yavaşlar, hesap kitap, sayım, temizlik, ertesi günün programlanması işleri başlardı.
O zaman bugünkü kadar motorlu araç yoktu. Ona rağmen trafik kilitlenir. Araçla o civarda yolculuk bir azap halini alırdı.
Şimdi biraz da Köprü'den söz edelim. 4-5 yıl önce İş Bankası Kültür Yayınları'dan çıkan meşhur İspanyol yazarı Blasco İbanez'in Fırtınadan Önce Şark, İstanbul 1907 adlı kitabını okuduktan sonra kitapta Galata Köprüsü'den söz eden kısmın bu köprüyle ilgili olarak yazılmış en güzel metinlerden biri olduğunu düşünüyorum. Tabii bunda çevirmen Neyyire hanımın da büyük payı var. İbanez, çevirmenin de kitabı sunuşunda belirttiği gibi, İstanbul'u oryantalizmin büyüsüne kapılmış, o büyülü gözlerle kentimize bakan, görmek istediğini gören romantik bir seyyah olarak (mesela Loti gibi) değil, natüralist bir romancı olarak gözlemlemiştir.
İstanbul'a gitmeyi önceden planlamamıştır. Budapeşte'den ülkesine dönmek üzereyken, Şark Ekspresi'ni görünce, o ana kadar hiç aklında yokken, ani bir kararla İstanbul'a gitmeye karar verir. Herhangi bir ön hazırlığı yoktur. Şehirde ne bulacağına dair bir fikri yoktur. Gerçekten de kaliteli bir natüralist romancıdan beklenecek şekilde gördüklerini tüm çıplaklığıyla yansıtır.
Sözü İbanez'e verelim: ".... Ne Londra'nın büyük caddelerinde, ne Paris bulvarlarında böyle Galata Köprüsü gibi kalabalık bir yer bulabilirsiniz. Ahşap zemin arabaların tekerlekleri ve binlerce yolcunun ayakları altında titreşmede. Bir kaç dili bir arada konuşan bir halkın bağırıp çağırması insanı sersemletiyor, sağır ediyor; en az bilen beş dil konuşuyor (izninizle, dikkat ediniz, "biliyor" demiyor, "konuşuyor" diyor), on ikiyi aşkın dil konuşanlar çoğunlukta. Kıyafetlerin karnavalı çağrıştıran çeşitliliği insanı şaşırtıyor, gözlerini kamaştırıyor.
"...Köprüye ayak attığınızda uçsuz bucaksız bir gelincik tarlasına düşmüş gibi oluyorsunuz. Yürüdükçe sallanan binlerce fes, has Türk kıyafetleri gibi, Avrupalı kıyafetlerini de tamamlıyor..... İnsanoğlunun kas gücü nereye kadar varabilir, İstanbul'da bunu görüp parmak ısırabilirsiniz. "Türk gibi kuvvetli" sözünü söyleyenlerin bir bildiği varmış. Bir yandan sokakların darlığı, bir yandan Osmanlı insanın hayvanlara karşı duyduğu sevgi ve saygı yüzünden, İstanbul'da her şey kol kuvvetiyle yapılıyor: Alışveriş, taşınma, her şey. Sanki kendi kendilerine yürüyormuş izlenimi veren sandık yığınları almış başlarını gidiyor Galata Köprüsü'nde, sandıklarla yer arasında paçavralara sarılı bir çift bacakla bir fes ancak seçiliyor, ardından da boğuk bir soluma. Bir taşınma sırasında bir Ermeni hamal (Tekrar izninizle araya gireceğim, aşağı yukarı 1910'a kadar İstanbul hamallarının kahir ekseriyeti Ermeni idiler. Sonra işi Kürtler Ermenilerden devraldılar) gördüm, bir piyanoyu sırtladığı gibi, yükünün altında sarsılarak yürümeye koyuldu, bir an bile duraklamadı. Harcadıkları insanüstü çabadan sersemlemiş hamallar körlemesine yürüyor, gelip geçenlere de, ezilmemek için sağa sola kaçışmak düşüyor...... Kendi yasal efendisi olmayan bir erkeğin önünde peçesini kaldırmayı iffetsizlik sayan ve dehşetengiz Osmanlı polisinin, sakın ola bir yabancıyla tek laf etmesinler diye her yerde gözaltında tuttuğu bu Türk hanımları yağmur yağmadığı zamanlar bile eteklerini dizlerinin üstüne kadar kaldırıp, rengarenk çizgili çoraplar içindeki koskoca baldırlarını hiç tınmadan gözler önüne seriyor........ bu örtülü ve esrarlı maskeli kadınlar kalabalığa, romanlara yaraşır bir çekicilik katıyor. Kalabalığın arasında büyük bir rahatlıkla dolaşıyor, çünkü kimsenin kendilerine bakmaya cesaret edemeyeceğini, bütün müslümanların sanki utanılacak bir şeymiş gibi onları görmemek için gözlerini yere indireceğini biliyor; o yüzden bir cüretkar Avrupalı'yla göz göze geldiklerinde, kimileri, en güzelleri, biraz tedirginleşerek gülümsüyor, öbürlerinde dinsel dürtünün mahmuzlamasıyla, çirkinlik şahlanıyor, küçümseyerek yüzlerini buruşturuyorlar."
Erken Bizans devrinde, daha önce bir çok kez belirtmiş olduğum gibi Galata, Beyoğlu ve havalisi bağ, bahçe, bostandı. Hatta daha Bizans ortada yokken, milattan önce 7. yılda veya milattan sonra 17.yılda Byzantion'u, Galata ve civarını gören ünlü Amasyalı coğrafyacı Strabon (ölümü MS. 24 ) buradan, "incir ağaçlarıyla kaplı bir orman" diye söz eder (Kadıköyü anlatırken de, denizden biraz içeride bulunan bir tatlı su kaynağında -Kurbağalıdere olmalı- çok miktarda küçük timsah yaşadığını söyler. Bu timsahlar hala yaşıyor olsalardı, derenin bu kadar kirletilmesine herhalde izin vermezlerdi). Şehrin henüz Byzantion olduğu devirde de burada yerleşim vardı. Hatta (muhtemelen) bugünkü Rüstempaşa (Kurşunlu Han) yakınlarında bir pagan tapınağı bulunduğu söylenir. Bir çok kez yinelenen vak'a dolayısıyla bildiğimiz gibi, hıristiyanlar ya bu pagan tapınaklarını dönüştürmüşler ya da kiliselerini onların kalıntıları üzerinde inşa etmişlerdir. Galata'da ilk hıristiyan yerleşimi de MS 2yy sonlarındadır.
I.Justinianus devrinde (527-565) şehrin genelinde cereyan eden imar hareketlerinden bu bölge de nasibini aldı. Buradaki kıyı surları ilk kez o zaman inşa edildi. Köprünün hemen Karaköy çıkışında, aşağı yukarı bugünkü meydanın ortasına denk gelen bir yerde bulunan kapıya da, muhtemelen buranın kırlık yapısına atfen "Hori" (Yunanca "köy" anlamına geliyor) kapısı adını vermişlerdi. Cenevizlilerin buraya yerleşip, surlar örmeye, kapılar yapmaya, mevcutları elden geçirmeye başlamalarıyla, kapının yakınında (muhtemelen bugünkü Aksu Han'ın bulunduğu yerde- Han'ın bodrumunda bu kiliseye ait olabilecek kalıntılar görünüyor) Santa Chiara olarak çağrılan bir kilise varmış. Bu İtalyan adlandırmasından sonra Yunaniler de onun "chiara" kısmını benimsemiş olmalılar." Öte yandan, "khiara" nın Rumcada bir karşılığını da bulamadım. "Yabancı" İtalyanlarla değil, ama geçmişi İstanbul'un fethinden yüzyıllar öncesine dayanan yakın temaslar, iç içe yaşamlar dolayısıyla Rumlarla çabuk kaynaşan, onların diline aşina Türkler de, çok sayıda başka yer adlandırmalarında yapmış oldukları gibi, Rum çağırışını referans alarak, kapıya izafeten "Karaköy" ismini türetmiş olmalılar. Bu adlandırmanın İtalyanca "Chiara" ve Yunanca "Hori" ile alakalı olabileceğini düşünüyorum. Yunanilerin bu "chiara"yı "khara" veya "kyra" (Bu daha güçlü bir olasılık çünkü Yunanca "kyria" ya İtalyanca "chiara" gibi "azize, güzel, nur yüzlü" kadına işaret eden bir anlam yüklenebilir. Bilindiği gibi, Santa Chiara'ya Anglo-Saksonlar St. Clare diyorlar) gibi telaffuz etmiş olmaları mümkündür. Santa Chiara Kilisesi ile Karaköy ismi arasında bir ilişki olabileceğine ilk değinen kişi Robert Mantran ( Istanbul dans la second moitié du XVII e siecle, Paris 1962).
Bu Karaköy adıyla ilgili olarak başta Prof İlber Ortaylı olmak üzere pek çok tarihçinin bu mahalde yerleşik Kırım kökenli bir Yahudi cemaati olan Karayları sorumlu tutmaları gerçeği yansıtmıyor. (Ansiklopedik bilgilerini tarih diye sunan Ortaylı bu iddiasının, daha 1942'den itibaren Avram Galanti, J.Gottwald, Schneider-Nomidis gibi tarihçiler tarafından meşhur edilen bir hipoteze dayandığından hiç söz etmiyor tabii. Aklıma gelmişken, bir de, aynı tezi savunan Simon Şişman'ın İstanbul Enstitüsü Dergisi, I , 1957'de bir makalesi var.)
Bu mahalde en erken Bizans devirlerinden itibaren bir Yahudi yerleşimi var. Bu yerleşimin erken zamanlarda bugünkü Azepkapısı ve Perşembe Pazarı arasındaki alanda yoğunlaşmış olduğu biliniyor. Tudelalı Benjamin 1170 yılındaki ziyareti sırasında Pera'da 2500 civarında yahudinin yaşadığını ve bunların 500 kadarının Karay olduğunu söylüyor. Ve ilave ediyor, "bu 2500 kişi içinde sadece imparatorun da doktoru olan Solomon adlı bir yahudi ata binme hakkına sahipti" (Ortaçağ'da İki Yahudi Seyyahın Avrupa, Asya ve Afrika Gözlemleri, Kaknüs Yayınları, 2001) . Söz konusu Türk tarihçileri muhtemelen iddialarını bu kaynağa dayandırıyorlar. Hepsinden önce bu rakamlar yuvarlanmış izlenimi veriyor. O devir Galatasının yahudi nüfusu biraz abartılmış gibidir. Sonra yahudi seyyah, "Karay" adına referans veren bir yerde yaşadıklarını söylemiyor. Pera'da diyor. Henüz Galata adıyla bile çağrılmayan bir zamanda. Bilindiği gibi Türkler genellikle, zaten adı olan yerler için yeni adlar üretmiyorlar. Yerleşik adı kendi dillerine en kolay gelen şekilde telaffuz ediyorlar.
Sonra, İstanbul tarafında, Eminönü'nde, özellikle Bahçekapısı (Bugün Yenicami'ye bitişik Valide Sultan kasrının Nimet Abla gişelerine bakan tarafında gördüğümüz sur duvarı bakiyesi, yakınlarda bulunan Bahçekapısı adlı kapıyla bağlantılıydı. Bu kapının müslüman halk arasındaki adı "çıfıtkapısı" idi. Yani [anti-semitist bir imayla] "Yahudi kapısı". Hatta Yenicami inşa edilirken yerinde ve etrafında bulunan yahudi evleri ve dükkanları istimlak edilmiş, burada meskun Yahudilere Küçükpazar, Balat, Hasköy civarları yeni yerleşim yerleri olarak gösterilmişti. Bahçekapısı'nda, Hidayet Camisi'nin Bahçekapısı'na doğru bir blok altında bulunan eskiden Taksim dolmuşlarının kalktığı yerin hemen köşesindeki eski "Yeni Ege" lokantasının bulunduğu yerde de bir sinagogları vardı. Burada bugün hâlâ Sirkeci tren garının tramvay hattı tarafına doğru paralelindeki ilk sokağın gar girişine yakın kısmında beyaz kireç boyalı bina, halen faal olan bir sinagogtur.) ve Yemiş İskelesi arasında kalan alanda da bir Yahudi varlığı söz konusuydu. Buradaki Yahudi varlığının geçmişi de erken Bizans devirlerine kadar uzanmaktaydı. Bizans devrinde Yenicami civarındaki Yahudiler Karay idiler. Karaköy'de bir Karay cemaatinin varlığına değinen bilinen en eski ve tek kaynak yukarıda referans vermiş olduğum Tuledalı Benjamin. Ancak Yenicami arkalarında bir Karay varlığını teyit eden bir çok kaynak var (bkz. Bizanslı tarihçilere ve seyyahlara referans veren Mamboury a.g.e). Müslüman halkın Galata'ya nispeten yoğun olduğu bu mahalde Karaylara referans veren bir adlandırmanın yapılmamış olmasını nasıl izah edeceğiz? Bundan başka, 17.yy'da şehrimizi ziyaret etmiş Karay seyyahlar, şehirdeki bütün Karay cemaatinin Hasköy'de meskun olduğunu belirtirler. Bunlar da muhtemelen 17.yy'da Yenicami yapılırken yerlerinden yurtlarından edilmiş yahudilerdi. Mesnetsiz Karaköy-Karay ilişkisini kuran tarihçilerimiz bu iddialarında ısrarcı olmaktan vazgeçmelidirler. Tarihçinin işi popüler şehir efsaneleri yaratmak değildir. Tersine, bu tür efsaneleri çürütmektir. Sonra müslüman ahali, yahudiye yahudi ya da pejoratif imayla "çıfıt" der. Karay, Eşkenaz, Sefarad diye çağırmaz. Yahudi cemaatiyle ilgili olarak, 16.yüzyılın sonlarına doğru Alman elçilik heyetiyle birlikte Istanbul'a gelen Solomon Schweigger, çok önemli eseri Sultanlar Kentine Yolculuk'da (Kitap Yayınevi, 2004), Galata'dan söz ederken, burada Rum nüfusun yoğun olduğunu, anlamlı miktarda bir Yahudi nüfusun meskun olmadığını söyler. Kent genelinde Yahudi nüfusun 20 binden az olmadığını belirtir. Oransal olarak Galata'daki varlıklarının pek az olduğuna işaret eder.
Bugün Sirkeci'de halen faal olan bir sinagog. İstasyon Arkası sokağında
Bugün yukarıdaki fotografide görülen sinagogun bulunduğu sokağın 1950'lerdeki görünümü. Aşağı yukarı 70'li yılların sonlarına kadar şehirlerarası otobüsler, Sirkeci'de bulunan otobüs firmalarına ait "yazıhane" lerin önünden kalkarlardı. O yıllarda burası "Demirkapı Otobüs Garajı" olarak adlandırılıyordu. Bu semtin adı "Demirkapı" idi. Böyle bir mahalle Osmanlı devrinden beri buradaydı. Adını en arkada görülen Topkapı Sarayı'nı çevreleyen surlar ("sur-u sultani") üzerindeki üç büyük kapıdan biri olan Demir Kapı'dan alıyordu.
Milliyetçi mukaddesatçı tarihçiliğin sefaletine bir başka örnek olması için Karaköy'ün ismiyle ilgili olarak, kimi yazarların lüks baskılı pahalı kitaplarında, yine "Arap parmağı" nın telaffuz edildiğini de geçerken belirtelim. Buna göre, Araplar şehri kuşatma planları çerçevesinde, bu tarafa yerleştiler. Kuşatma uzun sürünce telef olmaya başladılar. Kuşatmayı kaldırma kararı aldılar. Giderlerken arkalarında bıraktıkları bu mahale "kahırlı yer", "kahreden yer" anlamında "kahr" kökünden türettikleri bir isim verdiler. Bu isim sonradan Karaköy oldu.
Konstantinopolis'de altmış yıla yakın bir zaman sürmüş Latin işgalinin sona ermesiyle birlikte (1261), işgal sırasında tarafsız kalmış Cenevizliler ve Bizans devleti arasında Nif'de (İzmir Kemalpaşa) yapılan bir antlaşmayla, Cenevizlilerin Galata'da imtiyazlı yerleşimlerinin önü açılmış oldu. 1267 tarihinden itibaren Cenevizliler bu bölgede giderek yoğunlaştılar. Bir kez daha yineleyelim. Şehirde kendilerine tanınmış çeşitli ekonomik ve siyasal imtiyazlar nedeniyle yaşamakta olan Türk dahil, bir çok yabancı uyruklu topluluklar bu tarihten yüzyıllarca önce bile mevcuttu. Venedik, Amalfi, Cenova, Pisa gibi ekonomileri deniz aşırı ticarete dayanan şehir devletleri ortaya çıktıklarında, Karadeniz ve Akdeniz'i birbirine bağlayan önemli bir geçiş noktası olan Konstantinopolis'te bir varlık haline gelmeye başladılar. Justinyen devrinde Galata'da yerleşik İtalyan tüccar olduğu biliniyor. 991 yılında, Venedik, Amalfi, Lombardiya gibi devletlerin ve yahudilerin birtakım ticari ayrıcalıklar elde ettiğini öğreniyoruz (Mamboury, a.g.e). Bu şehir devletleri ticari serbestinin yanı sıra belli bölgelerde oturma, liman ya da iskeleler, depolar, dini mabetler, pazar yerleri kurma haklarını elde etmişlerdi.
Tabii başka topluluklar da vardı. Ancak bunlara kolonileşme hakları ya da uzun süreli ikamet olanakları verilmemiş, kısmen ticari imtiyazlar tanınmıştı. Mesela, 12.yy'da Almanlar; 10.yy'dan itibaren Bulgarlar ve Beşiktaş civarında depoları ve iskelesi daha sonra Haliç'in İstanbul yakasında dükkanları bulunan Ruslar; 14.ve 15.yüzyıllarda, Latin haçlı seferinin sonuçları arasında görülebilecek, Marsilyalılar, Montpellierliler, Narbonlular, Anconalılar, Floransalılar, Katalanlar gibi Latin toplulukların Galata bölgesindeki faaliyetleri biliniyor. Bizans'ın Osmanlılar tarafından fethinden biraz önce de Tuna boylarında ticaret yapan Hırvat Ragusalılar bazı ayrıcalıklar elde etmişlerdi.
Bunlardan başka önemli sayılabilecek bir müslüman nüfus da 8.yy'dan itibaren şehirde yer edinmişti. Büyük çoğunluğu Araplardan oluşuyordu. Sadece tüccar değil, Arap mahkumlar ve köleler vardı. Bunların dinsel ihtiyaçları için zaman zaman cami ya da camiler yapılmış. Bu yapılar genellikle ayaklanmalar sırasında yıkılmıştı. Mesela Irak'taki Büyük Selçuklu Devleti hükümdarı Tuğrul beye saygısını göstermek için Bizans imparatoru Constantin Monomac'ın İstanbul'da Müslüman nüfus için bir cami yaptırmış olduğunu kesin olarak biliyoruz. Bu cami 1201'deki ayaklanma sırasında yıkılıyor. Daha öncesinde, II. İsak Alexios zamanında (1185-95) ve onun tarafından, Sultan Selahattin Eyyubi'ye şirin görünmek için müslüman tüccarın yoğun olarak görüldüğü bugünkü Perşembe Pazarı civarında inşa ettirilmiş olduğunu (Arap Camisi ile bir ilgisi yok) da Papa 3.Innocent'in 1210 tarihli bir mektubundan anlıyoruz (bkz R. Janin: Constantinople Byzantine, Paris 1964 ). Bir süre sonra zaten Latin Haçlı Seferi'yle (1204) Konstantinopolis düşüyor. Bizans devletinin yanında savaşan müslüman nüfusun evleri yıkılıyor. Depoları yağmalanıyor. Camisi de yakılıyor.
İşgalden sonra 8.Mihail Paleologos, Memluk Sultanı Baybars'ın talebi üzerine 1262'de yeni bir cami inşa ettirdi. Şehirde başlatılan mütevazi bayındırlık faaliyetleri çerçevesinde, müslüman mahallesi batıya taşınmıştı. Söz konusu cami de İstanbul'un (suriçi) batısında kalan bir alanda inşa edilmiş olmalıdır. Elbette Bizans ve müslüman Arap dünyası arasında komşulukları dolayısıyla -her iki taraf için de- olumlu ve olumsuz boyutlarıyla yakın güç ilişkileri söz konusuydu. Bu caminin ne kadar ayakta kalmış olduğu bilinmiyor.
Osmanlı sultanı 1.Bayezid Yıldırım'ın İstanbul'u kuşatması sonrasında, 1398'de Bizans'la kuşatmayı kaldırma karşılığında (Kuşatma esas olarak Timur tehlikesinin yaklaştığı düşünülerek kaldırılmıştı. Osmanlılar ne zaman İstanbul hesaplarıyla hareket etseler, Bizans marifetiyle çeşitli marazalar çıkartılır. İç ve dış tehditlerle Osmanlı devleti tedirgin edilirdi. Ta ki Fatih bunu görüp, önceden önlemler alıncaya kadar...) yapılan antlaşma gereği, şehirde sadece Müslümanların bir arada yaşayacağı bir bölge oluşturulacak ve buraya da İslam hukukuna göre karar veren bir kadı atanacaktı. Tabii bu şartların bir cami inşasını da içermiş olması gerekir. Nitekim Konstantinopolis'in 12. bölgesine tekabül eden eski Davutpaşa kapısının (Aya Emilyon kapısı) bulunduğu yere yakın ve eski Avrat Pazarı civarında ( bu Avrat Pazarı'nın bazı yerli ve yabancı tarihçilerin dedikleri gibi, kadınların alınıp satıldığı bir yer olmadığını, bu adın, bu pazarda alış veriş yapanların büyük çoğunluğunun kadın olması dolayısıyla verilmiş olduğunu belirtelim) bir cami yapılmış, tüm müslümanlar da olasılıkla bu civara nakledilmişlerdir. Ancak fetihle girilen İstanbul'da bir camiye rastlanmaz. Bu arada, 1443'de şehri ziyaret eden Fransız Bertrandon de la Broquiere, Pera'da çok sayıda Türk'ün serbest bir şekilde dolaştığına, köle ticareti yaptıklarına tanık olduğunu belirtir (bkz. Bertrandon de la Broquire'in Denizaşırı Seyahati, Eren Yayıncılık, 2000).
Yanda Arcadius Sütunu'nun kaidesi
Bu sütun Bizans devrinde Kherolopos denilen bugün Cerrahpaşa olarak bilinen mahalde aşağı yukarı MS400-404 tarihleri arasında şehri tehdit eden Gotlara karşı Arcadius tarafından elde edilen zaferin anısına dikilmiş. Bilindiği Roma devletinde önemli savaşlarda elde edilen zaferleri yüceltmek amacıyla bu tür sütunlar genellikle bir forum alanının merkezini teşkil edecek şekilde dikilirdi. Bu gelenek Bizans İstanbul'unda da sürdürülmüştü. Osmanlı devrinde bu sütun Avrat Taşı olarak adlandırılmıştı. Mahal ise belli zamanlarda burada kurulan ve müşterileri genellikle kadınlar olan pazara atfen Avrat Pazarı olarak çağrılıyordu. Pazar bu sütunun etrafındaki alanda kurulurdu. Bugün bu civarda halen haftanın belli bir günü pazar kuruluyor. Alışverişe gelenlerin çoğu da kadın. Bu sütun 18 yy'ın erken döneminde hâlâ ayaktaymış. O tarihlere ait gravürlerde ve bir minyatürde görünüyor. Daha önce bir çok deprem ve yangından zarar görmüş. Mesela sütunun terasında bulunduğu sanılan imparator Arcadius'un atlı heykeli muhtemelen bu depremlerden birisi gerçekleştiğinde yıkılmış. Yani öyle sanılıyor. Heykelin Latin işgali esnasında (1204) çalınıp İtalya' ya, Bari kentine götürülmüş olduğunu iddia edenler de var. Ancak bu iddia pek güçlü görünmüyor. Çünkü bu tarihten önce kentte bir çok yıkıcı depremler olmuş. Muhtemelen sütun bir kaç kez tamir görmüş. Roma'daki örneklerinin bir çoğu gibi, bu sütunun içinde terasa kadar çıkılabilen spiral bir merdiven ve içeriye ışık veren küçük pencereler bulunuyordu. 9 ya da 10 metre olduğu tahmin edilen kaidesi üzerinde Gotlarla yapılan savaşı gösteren kabartmalar varmış. Bugünkü kaide üzerinde bu kabartmaların oyuk izleri takip edilebiliyor. Kaidesi dahil sütunun boyunun 50 metre olduğu tahmin ediliyor. Şimdiki kaide kalıntısını 9 metre olarak hesapladım. Cerrahpaşa kentin 7.tepesi oluyor, ve Marmara'ya bakıyor. Herhalde bu sütun ayakta olduğu devirlerde, özellikle Marmara tarafındaki kent peyzajında, en yüksek yapılardan biri olarak görülebiliyordu. Osmanlı devrinde, 1715'ten sonraya tekabül eden bir tarihte, devrin padişahı tarafından bir depremde yana yatması ve civarındaki evlerin üzerine yıkılması tehlikesinin doğması üzerine yıktırılıyor. Sadece kaidesi kalıyor. Bu kaide de önüne yapılan konutlar dolayısıyla uzun süre unutuluyor. Hatta yıkılmış olduğu düşünülüyor. Sonra sanıyorum 1980'li yıllarda çıkan bir yangında önündeki ev ya da evler yanınca kaide açığa çıkıyor. Bugün hâlâ önünde ne olduğuna dair bir açıklama yok. Kaidenin herhalde içine giriş yapılan kapı işlevi de gören kare şeklinde pencere gibi kısmı taşlarla kapatılmış. Sanıyorum merdivene buradan ulaşılıyor. Kaidenin binalarla kapatılmış kısmındaki kabartmalar belki daha belirgindir. Göremiyoruz tabii. Kaide Bizans İstanbul'unda bulunan spiral bezemeli iki kaidenin tarihsel olarak ikincisi. Birincisi, Artcadius'un babası olan Theodesius'un yaptırmış olduğu Bayezit'teki Taurus sütunuydu. Muhtemelen üniversite bahçesinde bulunan Bayezit kulesinin yakınlarındaydı. Bu sütuna ve etrafındaki forum alanı ve zafer takına ait büyük taş kütleleri bugün Bayezit'te Ordu Caddesi üzerinde görülebiliyor.
Arcadius Sütunu Haseki Hastahanesi istikametinden yukarı doğru çıkarken, Cerrahpaşa Paşa Caddesi üzerinde, Cerrahpaşa Camii'nin biraz ilerisinde hemen sağdaki Haseki Kadın Sokağı'nın başında sağ tarafta yer alıyor. Bu sokağın tam karşı tarafında, yani Cerrahpaşa Caddesi'nin sol tarafında Canbaziye Camisi'nin bulunduğu, Kargı Sokak var. Bu sokağın 1934'ten önceki ismi Tatlıkuyu Sokağı idi. Bu sokağın az ilerisinde bulunan ve şimdi yerinde başka bir bina olan, Küçükpazar Maliye Tahakkuk Şubesi Müdürü Enver bey ve birlikte yaşadığı kızkardeşine ait olan iki katlı bir ahşap evde, Atatürk'e yönelik suikast girişiminin baş planlayıcılarından biri olduğu iddiasıyla aranmakta olan İttihatçı ve Karakol Cemiyeti yöneticilerinden ünlü Kara Kemal bir süre saklanmış, bu eve yapılan bir polis baskını sırasında bahçede bulunan kümese girmiş, orada da intihar etmiştir. Polisin açtığı ateş sonucunda öldürülmüş olduğu iddiaları da vardır. Aynı sokakta bulunan Canbaziye Karakolu'ndaki polisler bu operasyonda yer almışlar, Kara Kemal'in başı için konmuş para ödülünden yararlandırılmışlardır. Oraya kadar gitmişken, bu olayın geçmiş olduğu sokağa da uğramak istedim. Olayın cereyan ettiği evle ilgili olarak bazı şehir tarihçileri bu evde daha önce son önemli divan şairi Şeyh Galib'in oturmuş olduğunuı iddia ediyorlar.
Cerrahpaşa Caddesi'ne çıkarken onunla bitişen Dr Adnan Adıvar Caddesi var. Dr Adnan Adıvar Atatürk'e karşı eşi Halide Edib hanımla birlikte hasmane tavır almış, Atatürk'e yapılacak suikastten önceden haberi olan, hatta bu suikastın başarıya ulaştığının haberini yurt dışında, eşiyle birlikte, heyecanla bekleyen biriydi. Kara Kemal olayı'nın geçtiği yerin çok yakınında bulunan bir caddeye onun adının verilmiş olması herhalde küçük bir ironidir. İlginçtir, Çapa Tıp Fakültesi Hastahanesi'nin Pazar Tekke tarafına doğru sağdan Vatan Caddesi'ne inen bir sokağın adı da Adnan Adıvar'dır. Dr Adnan Adıvar kendisinin ateist olduğunu söyler. Sultan Abdülmecid'in büyük saygı gösterdiği, hatta abdest alırken ibrikle eline, ayağına su döktüğü, Üsküdar'da halen rağbet gören bir tekkesi olan Aziz Mahmud Hüdayi'nin torunuudur.
Bu arada bu civarda dolaşmak isteyenlere, Haseki Hastahanesinin hemen arka tarafında, yani Adnan Adıvar Caddesi'nin paralelinde sağ taraftaki tepenin üzerinde bulunan Küçük Mühendis Sokağı'nı görmelerini salık veririm. Hâlâ üç beş tane ayakta kalmış eski ahşap evleri görmek, sokağın eski devirlerdeki halini gözümüzde canlandırmak mümkün. Belki bir kaç sene sonra bu kadarı da mümkün olamayacak.
Kargı Sokak. Eski adı Tatlıkuyu Sokağı idi. Atatürk'e 1926'daki suikast girişiminin planlayıcılarından olduğu iddiasıyla aranan İttihatçı liderlerden, Karakol Cemiyeti kurucularından Kara Kemal'in saklandığı ev bu sokaktaydı. Polis tarafından saklandığı eve yapılan baskında, evin penceresinden atlayarak girdiği bahçedeki kümeste elindeki silahla kafasına sıkarak intihar etmek zorunda bırakılmış ya da polislerin açtığı ateş sonucunda öldürülmüştü. Resmi açıklamaya göre intihar etmişti. Gayri resmi iddialara göre öldürülmüştü. Devrin çoğu İstanbul gazetesi günlerce bu olayı magazinal bir anlayışla kullanmıştı. Sokağa girdiğinizde, hâlâ horoz ötüşleri duyabiliyorsunuz. Yani bazı bahçeli evlerde hâlâ kümes var.
Kargı sokağın başında bulunan Canbaziye Camisi. Bu küçük cami özgün formunu kaybetmiş. Ancak boyutuna göre hayli kalabalık ve güzel bir haziresi var. Hazireye girmek mümkün olamadı. Ona dayanan güzel bir çesme nasıl olmuşsa, bugüne kadar ayakta kalabilmiş. En sağdaki fotoğraf sokağın sonundan çekildi. Sokakta halen ayakta duran bir kaç eski ahşap ev var. Biraz yukarıda sözünü etmiştim. Tekrar olsun, bazı şehir tarihçileri Şeyh Galib'in bu sokakta, hatta Kara Kemal'in saklanmış olduğu evde yaşamış olduğunu iddia ediyorlar.
Kuvvetle muhtemeldir ki, fotoğrafta görülen sokağın şimdiki sakinleri yaşadıkları sokağın tarihinden habersizler. Bir antropolog, "ilkel" toplumların ya da toplulukların, "tarihsiz" toplumlar olarak adlandırılmasnın daha doğru olacağını söylemişti. Tarih, her şeyden önce, bir bilinç sorunudur tabii. Sağdaki iki fotograf, sokağa girerken hemen sağda yer alan Canbaziye Karakolu sokağından çekildi.
Aynı sokakta İBB'ye geçtikten sonra onarıma alınan ünlü Bulgur Palas da yer alıyor. Aslında Bulgur Palas popüler ismi. Bu taş konak, İttihatçıların Bolu milletvekili tahıl taciri Habib beye aitti. Habib bey 1.Dünya Savaşı yıllarında siyasal bağlantılarını da kullanarak yaptığı tahıl ticareti sayesinde epey bir servet edinmiş. Yani siyasal konumunu ekonomik çıkar temini için istismar etmiş. İddialar böyle. Karaborsa ticaret sayesinde bu konağı inşa ettirdiğine inanan civar sakinleri konağı "Bulgur Palas" olarak çağırır olmuşlar.
Bu sokak bize, aynı siyasal parti içinde yer almış ve dolayısıyla aynı siyasal idealleri sahiplenmiş iki figürden hareketle, her yeni siyasal devirde karşılaştığımız bir gerçekliği bir kez daha göstermektedir. Kara Kemal siyasal davasına inanmış, kendisini ölümüne adamış bir figürdür. Bolu mebusu Habib bey ise o siyasal davayı kişisel ikbali ya da zenginleşmek için kullanmış biridir. İkisi de İttihatçıdır.
Her zaman birinciler, ikinciler tarafından istismar edilir ve çoğu zaman da kurban edilirler. Söz konusu siyasal devir kapandığında, ikinciler badirelerden sıyrılırlar, hatta yeni açılan siyasal devre hemen entegre olurlar. Önceki devrin faturasını ödemek birinci gruptakilere düşer. Kara Kemal'in başına da aynısı gelmiştir.
Bulgur Palas'ın onarıma girmeden önceki halleri. Son yıllarda bu tür tarihi binalar onarılırken, genellikle binaların dış görünüşü aynen korunuyor ama iç yapısı yeni kullanım ihtiyaçlarına göre tamamen değiştiriliyor. Yani asıl tarihin cereyan ettiği içi boşaltılıyor. Bu "içini boşaltmak" tabiri, zamanımızın bütün içeriğini en özlü biçimde ifade etme yeteneğine sahip.
İlginçtir, bu taş konağın inşaatı Kara Kemal'in öldürülmüş olduğu günlerde henüz tamamlanmamıştır. Nitekim, Bolu mebusu Habib bey de 1926 yılında, 48 yaşında bir kalp krizi geçirerek ölüyor. Yani Kara Kemal ile aynı yıl ölüyor. Ölümünden sonra konak, Habib beyin borçları karşılığında Osmanlı Bankası'na devrediliyor. Son olarak, Bulgur Palas'ın mimari planı Gulio Mongeri'ye aittir.
İstanbul'a Fatih Sultan Mehmet'in resimlerini ve madalyon yapmak için davet edilen Gentile Belli'nin Arcadius Sütunu üzerinde görmüş olduğu kabartmaların çizimlerini yapmış
Avrat Pazarı bir 18.yy minyatüründe. Tekrar olsun, "Avrat Pazarı", bazı yerli ve yabancı oryantalistlerin iddia ettiği gibi, kadın kölelerin, cariyelerin satıldığı yer anlamına gelmiyor. Bu adı taşımasının nedeni, pazarda alışveriş yapanlarının çoğunluğunu kadınların oluşturmasıydı. Bugün de olduğu gibi. Bu minyatür bugün Venedik'te bir müzede bulunuyor. Muhtemelen erken 18.yy'da yapılmış. Minyatürdeki cami sütunun yakınında bulunan tek minareli Cerrahpaşa Camisi. Bu arada, bir not da ilave edeyim: Buradaki Avrat Pazarı'nı halen Unkapanı, İtfaiye sokakta bulunan, çoğunluğu Siirtli ve Bitlisli olan kasapların, sakatatçıların, et lokantalarının (özellikle Büryancıların) bulunduğu Pazar'la karıştırmayalım. Bu İtfaiye'nin arkasında, Bozdoğan Kemeri'nin kuzeyinde yer alan Kadınlar Pazarı, 15 yıl öncesine kadar vinçler üzerinde yer alan dev sığırların parça parça, bazen arttırma usulüyle civardaki kasaplara, lokantalara satıldığı hayli canlı, gürültülü bir mekandı. Burada ağırlıklı olarak Kürtçe ve Arapça dilleri konuşulur, sabahları özellikle "büryan" tabir edilen bir tür kızarmış et ve yassı içli köfteyle kahvaltı etmeye gelen insanlar lokantaları doldururdu. Şimdi o eski havası olmasa da, daha turistik bir görünüm içinde varlığını sürdürüyor.
Fatih İtfaiye Parkı arkasındaki kasapları ve et loknatlarıyla ünlü Kadınlar Pazarı
Unkapanı Kadınlar Pazarı'nda kasaplar
Kadınlar Pazarı
Kadınlar Pazarı'nda meşhur büryancılar
Kadınlar Pazarı'na Fatih İtfaiyesi tarafından giriş. Soldaki sokak Fatih Camisi'ne çıkıyor. Sokağı sağa aşağı doğru yürürsek, Unkapanı Atatürk Bulvarı'na ulaşırız. Arkamızda Bozdoğan Kemeri. İleri doğru pazarı kat ettiğimizde Zeyrek ve Haydar semtlerine ulaşırız. Bu pazarın bu şekilde adlandırılmasının nedeni daha çok kadınların kendi el ve ev ürünlerini sattıkları bir pazar olması. Daha doğrusu iddia böyle.
Şimdi tekrar Venedik, Ceneviz hikayesine dönelim. Bizans devleti, 1.Alexios Komnenos (1081-1118) devrinde, zaten komşu İtalyan devletleriye (herhalde) "sıfır sorun" politikası dolayısıyla sürekli bir gerilim içinde bulunduğundan, güney İtalya'da yerleşik Fransız Normanlar Adriyatik'de bulunan (bugünkü Arnavutluk sınırları içinde) Bizans'a ait Durazzo kentine 1081'de saldırdılar. Bu kenti ele geçirdiler. İşte bu kuşatma sırasında Venedikliler Bizans devletine yardımcı oldular (O zaman İtalya henüz ortada yok. Bugünkü İtalya coğrafyasında çok sayıda şehir devletleri var. Onlar da birbirlerini rakip olarak görmekteler). 1083'de, 1.Alexios Komnenos Venedik devletinin Galata'da serbest ticaret yapma, kilise açma, liman kurma ayrıcalıklarını da kapsayan koloni kurma hakkını resmen tanıdı. Venediklilerin şehirde ilk açtıkları kilisenin Eminönü'nde bugünkü yeni Ticaret Odası yakınında olduğu söylenir("Santa Maria di Latina Kilisesi"). Alexios Komnenos benzer hakları çok geçmeden Amalfililere ve 1112 yılında Pisalılara da tanıdı.
Balkapanı ile ilgili olarak Abdülmecid devrinde Bulgaristan'dan İstanbul'a tıp tahsil etmek için gelen hekim Hristo Stambolski'nin anılarından bu hanın Bulgar milliyetçi hareketinin İstanbul'daki merkezi olduğunu, bu bakımdan Bulgaristan'da, Bulgar milli hareketi mensupları tarafından bu hanın adının çok iyi bilindiğini öğreniyoruz. Bu handa ticari faaliyette bulunan Bulgar tüccar hanın böyle bir işlev görmesinde önemli bir rol oynuyorlar. Bu tacirler İstanbul'daki Bulgar öğrencilerin milli harekete katılabilmelerini temin etmek amacıyla bu kapı tarafında bulunan dükkanlarının üst katındaki bazı odaları kiralayıp, öğrencilere, şehirdeki Bulgar milliyetçisi aydınlara tahsis etmişler. Burada konaklayan Stambolski bu handa işyerleri kapandıktan sonra kimi akşamlar düzenledikleri şenliklerden de söz ediyor. Böyle akşamlarda milli coşkuları zirveye çıkarmış. Bilindiği gibi, bu tür hanların genellikle giriş katlarında dükkanlar bulunur. Üst katları da, yine genellikle şehre gelen yabancı tüccar ve başka misafirlere odalar halinde günlük, aylık olarak kiraya verilirdi. Stambolski Balkapanı'nda çoğu Çerkez, Kafkasyalı ve İranlı olan tüccarın çok büyük fıçılar içinde bal, Sibirya yağı, kemik iliği depoladıklarını, sıcak yaz günlerinde han ve civarının bu yüzden leş gibi koktuğunu söylüyor. (H.Stambolski: İmparatorluğun Zor Yılları, Kitap Yayınevi).
Osmanlı İstanbul'unda Balkapanı ve benzeri iş yerleri ve hanlarının başka bir işlevi de bu mekanların bir tür haberleşme ağı oluşumunda çok önemli bir konumda bulunmalarıdır. Bu tür mekanlar her gün çok sayıda farklı kökenlere sahip, farklı ülkelerden ya da coğrafyalardan, farklı faaliyet alanlarından insanın temas kurmalarına olanak sağlıyor. Karşılıklı olarak bilgi, enformasyon paylaşımı oluyor. Buralar sadece toplum açısından bir bilgi, enformasyon kaynağı olmuyor. Devlet açısından da önemli bir jurnal kaynağı işlevi görüyorlar. Benzer bir işlevi kahvehane, meyhane vb gibi toplumsallaşma mekanları da sağlıyor. Mesela İran'dan gelen bir tacir, İran'daki gelişmeleri, İran devletinin Osmanlılarla sorunları hakkındaki yaklaşımlarına dair bilgiler taşıyabiliyor. Aynı şekilde buradan da ülkesine enformasyon taşıyor. Mesela Mehmet Ali Paşa zamanındaki Mısır'la ilgili Osmanlı devletinin kayguları açısından Mısır'dan bu yolla taşınan enformel enformasyon çok önem taşıyabiliyor. Yine başka bir örnek olsun, Osmanlı toplumunu teşkil eden, diyelim tüccar kesimin, piyasalar hakkındaki değerlendirmeleri, diyelim, devlete daha az vergi ödemek için kullandığı yöntemler hakkında bilgileri devlet yönetimine bu kanalla ulaşabiliyordu. Yani bu tür mekanlar özellikle devlet açısından kendi uyruklarını tanıma ve başka ülkeler hakkında haber almak bakımından çok önemli, hatta belki de, gayet safiyane bilgi kaynakları oluyordu. Bunu da ihmal etmemek lazım.
Balkapanı avlusu
Balkapanı avlusunda muhtelen Bizans devrinden kalma bir yapı parçası
Muhtemelen yapının en eski devirlerinden kalma ve yine muhtemelen belli bir işlevi olan ya da oradaki bir yapıdan kalma bir mermer kütle (hemen avlunun girişinde)
Balkapanı avlusundan dışarıya bakış
Avlunun ve onu çevreleyen duvarların hali pür melali
Balkapanı'nın depo işlevi gören bodrumu (Bertele'nin kitabından)
Matmazel Gabuzzi'nin bu çizimi 1900'lerin başında yapmış olduğu tahmin ediliyor. Balkapanı Bizans devrinde Venedikliler tarafından kullanılmıştı. Sadece yazıhane ve depo olarak değil, muhtemelen Osmanlı devrindeki gibi konaklama tesisi olarak da kullanılıyordu. Venediklilerin şehirdeki başkanı, baş temsilcisi gibi işlevi olan Balyos'un ofisi ve/veya ikametgahı da Bizans devrinde buradaydı. Bundan hareketle Mehmet Ziya bey meşhur kitabı İstanbul ve Boğaziçi'nde, Balkapanı adının "balyos"tan gelmekte olduğunu iddia eder. Belediye mektupçusu Osman Nuri Ergin de bu iddiayı destekler. Bu doğru değildir. Burada devr -i Osmani'de bal ticareti yapıldığını, bal deposu bulunduğunu biliyoruz. Belki Bizans döneminde de burada bir bal deposu bulunuyordu. Bilemiyoruz. Bildiğimiz bir başka şey, bu hanın hemen yakınında bulunan Rüstempaşa Camisi'nin yerinde de Bizans devrinde, Venediklilere ait bir Sancta Akindino Kilisesi vardı. Hatta Mordtmann'a göre, Venedikli tüccarın ağırlık ve ölçü birimleri de burada muhafaza ediliyordu.
İtalyan şehir devletleri arasındaki rekabet şehrimizdeki mevcudiyetleri esnasında da sürüyordu tabii. Zaten daha önce bir kaç kez işaret etmiş olduğum gibi, Bizans devletinin bir çok rakip devlete birden imtiyazlar tanımasındaki siyasal gaye de bu rekabet halinden istifade etmekti. 1162 yılında, Eminönü'ndeki Pisalılar, Sirkeci'deki Cenevizlilere saldırdılar. Mallarını, mülklerini yağmaladılar. Bir çok Cenevizliyi katlettiler( Bu katliam ve yağma olayından sonra imparator Pisalıları İstanbul'dan kovdu. Cenevizliler de korunmak için Galata tarafına sığınmışlardı. Orada bir süre diğer rakipleri olan Venediklilerle bir arada yaşadılar. Aşağı yukarı 13.yy sonlarında kadar Venedik ve Ceneviz kavimlerinin bu Haliç'in iki yakası arasında zaman zaman yer değiştirmiş oldukları vak'adır.
I.Manuel Komnenos'un ölümünden sonra taht kavgaları zuhur etti. Bu arada şehirde artan Latin etkinliği ve Bizans'ın deniz aşırı ticaretinde Latinlerin artan kontrolü zaten yerli Bizans ahalisinin tepkisini çekmekteydi. Latinlerin ama özellikle Venedik'in Bizans sarayındaki siyasal çekişmelere müdahil olmaya çalışması bardağı taşırdı. Halk Latin hedeflerine karşı saldırıya geçti. Mallarını yağmaladı. Altı bin civarında Latin hayatını kaybetti (Bizdeki 6-7 Eylül bunun yanında çok mütevazi kalır. Ama unutmayalım, 6-7 Eylül tertibinin veya pogromunun altında da sermayenin Türkleştirilmesi gibi bir boyut vardır: Türk burjuvazisi o tertipten rahatsızlık duymamıştır. Bu olay sonrası Türkiye'den ne kadar gayrimüslimin ayrılmış olduğuyla ilgili araştırma yok. Gayrimüslimlere ait sermayenin ne kadarının Türklerin eline geçmiş olduğunu da bilmiyoruz. Ama böyle bir el değiştirmenin gerçekleşmiş olduğunu o devirdeki canlı örnekler dolayısıyla kesin olarak biliyoruz).
1192 yılında, yani II.İsak Aleksios (1185-95) , herhalde "olan olmuş, geçmişi unutalım ve önümüze bakalım" diyerek Cenevizliler ve Pisalılarla yeni bir imtiyaz antlaşması yaptı. Ancak 1195 yılında bazı Ceneviz gemilerinin bazı Yunan adalarına yönelik korsanlık faaliyetleri, Bizans yönetiminin bu antlaşmayı askıya almasına yol açtı. Dahası, şehirde bulunan Alman cemaati ve askeri varlığı marifetiyle (herhalde bugünkü Nuruosmaniye civarındaydı) Ceneviz Podesta Sarayı'nı işgal ettirdi. Sanırım, Bizans'ın bu imtiyazlara neden ihtiyaç duyduğunu, tarafların bu imtiyazları nasıl birbirlerine karşı kullandıklarını tahmin edebiliyorsunuzdur . Bizans uzatmaları oynuyordu. Bizans ve Osmanlı örneğinde olduğu gibi, bazen bu uzatmalar sancılı bir şekilde yüzyıllara yayılıyor. Kırım Savaşı sonrasında, kapitalist dünya ekonomik sistemine yeniden entegrasyonla birlikte, Osmanlı'nın batılı kolonyalist devletlere tanımış olduğu imtiyazları genişletmesi ve konsolide etmesiyle, bu devletlerin savaş gemileri de genellikle halife padişahın sarayına yakın Dolmabahçe ve Beşiktaş önlerinde her daim hazır halde bekletilmekteydiler. Daha önce söylemiştim. Hatırlatmak adına, Osmanlı yönetimi korkusundan İstanbul'da hastalık saçan yaygınlaşmış fuhuşla bile mücadele edemiyordu. Bu kolonyalist güçlerin arzusu hilafına bu tür en masumane girişimler karşısında bile bu gemiler motorlarını çalıştırarak "sefil" saraya gözdağı veriyorlardı. Yani bir tür başa çuval geçirme edimine başvuruyorlardı.
Kardeşini bir saray darbesiyle tahtından indirerek gözlerine mil çektiren hayırlı kardeş III.Alexios Angelos (yani "melek" Aleks-1195-1203) 1201 yılında Cenevizlililere barış teklif ederek, daha geniş imtiyazlar vaat etti. Bu yeni antlaşmayla Cenevizler Topkapı Sarayı önlerinden Eminönü gümrük noktasına kadar olan uzun bir kıyı şeridi boyunca yerleşebilecekler. Üç tane de iskele kurabileceklerdi. Sadece kıyılarla sınırlı bir imtiyaz antlaşması değildi. Karadan da Ayasofya'dan günümüzdeki İran Elçiliğine kadar uzanan genişlikte bir alanı kapsıyordu. Gelgelelim, çanlar Konstantinopolis için çalıyordu. Latin Haçlı Seferi'nin şehri talan etmesine bir kaç yıl kalmıştı.
Haçlı işgalinden sonra İstanbul'da 57 yıl sürecek Doğu Latin İmparatorluğu devri başladı. Bu süre zarfında Constantinopolis tamamen yağmalanmış, nüfusunun büyük ekseriyetini katliamlar ya da göçler sonucunda kaybetmiş, bir çoğu sanat yapıtı değerinde olan önemli yapıları, anıtları yerle bir edilmişti. Latin işgalinden bir süre sonra Avrupa, Konstantinopolis'e olan ilgisini de kaybetmişti zaten.
1261 yazında, 8.Mihail Paleologos'un diğer Bizans şehirlerinden organize ettiği bir ordu, Cenevizlilerin önemli katkılarıyla, Konstantinopolis'i Latin işgalinden kurtardı. Cenevizlilerin yardımlarını unutmayan imparator, onlara İstanbul'daki (muhtemelen bugünkü Nuruosmaniye civarında idi) eski Podesta sarayını iade etti. Venediklilerin Santa Maria Kilisesi'ni de Cenevizlilere verdi. Bir süre sonra Cenevizlilerin izinsiz bir şekilde sarayı yıkıp (yıkarken de yıktıkları anlaşılmasın diye yüksek sesle müzik çalıyorlarmış), üzerindeki armaları -çaktırmadan- Cenova'ya göndermeleri üzerine imparator öfkelendi ve Cenevizlileri Marmara Ereğlisi'ne sürdü. Gelgelelim, 1268, 1277 ve 1285 tarihlerinde olmak üzere üç ayrı kapitülasyon antlaşması yapmak zorunda kaldı (Mamboury, a.g.e). Sayıları Latin işgali sonrasında oldukça azalan Venedikliler ve Pisalılarsa, hali hazırda bulundukları semtlerde varlıklarını sürdürdüler.
İmparator bu kez Cenevizlileri 13.bölge olan Galata'ya yerleştirdi. Önceden kalmış deniz surlarını yıktırdı. Cenevizlilerin tepenin bugünkü kulenin alt eteklerine düşen kısmıyla kıyı boyunca yerleşmelerine izin verdi. Tabii Cenevizliler çok geçmeden burasını "küçük Ceneviz" haline getirmeye başladılar.
Bu manzara Bizans'tan çok rakip Venediklileri rahatsız etti. Eskiden onlara ait olan bir mekanda şimdi rakiplerinin kontrolü ele almasına tahammül edemediler. Tabii bu rakipler arası gerilim karşısında Bizans'ın tavrının ne olduğunu da üç aşağı beş yukarı tahmin etmeniz gerekir. İmparator 2.Andronic Paleologos (1282-1328) Venediklilerin bu tepkilerini siyasal olarak kullanarak bir Venedik donanmasıyla Galata'yı kuşattı. Kıyıdan kundaklama eylemlerine girişildi. Bir başka benzer saldırıyı bu kez doğrudan Venedikliler 1302'de gerçekleştirdiler. Ancak Cenevizliler büyük zararlar görmelerine rağmen bunları savuşturdular. Nitekim, 1303'de, 2.Andronic Cenevizliler'e geniş imtiyazlar tanıyan bir antlaşma yapmak zorunda kaldı. Bununla beraber antlaşma şartlarına, Cenevizlilerin surlar, hisarlar inşa edemeyeceği maddesi ilave edildi.
Ceneviz'in yaşlı imparatora baskı yapmasıyla, buradaki koloninin "sağlam" binalar, hamamlar, kiliseler, hatta belli yerlerde surlar yapmalarına izin verildi. Cenevizliler tatmin olmadılar. "Bir kere delmekle bir şey olmaz" diyerek yasağı delmeye başladılar (belki de o gün bugündür bu coğrafyada yasaklar delik deşiktir). Kısa kısa surlar, kule gibi yüksek evler, binalar yapıp sonradan bunları ufak ufak yükseltip birbirlerine bağladılar. Tabii Bizans'la çatışma, savaş devam etti. Bazen Bizans kazanıyor. Bastırıyor. İstemediği yapıları yıktırıyor. Ama genellikle Ceneviz istediğini elde ediyordu. 3.Andronic 1341'de vefat edince, fırsattan istifade eden Cenevizliler Bizans'ın Haliç'teki donanmasını ateşe verdiler. Yeni imparator 4.Yannis(John) Cantacuzene intikam için kıyılardaki Ceneviz surlarını yıktı. Karaya asker çıkartarak Galata'yı tahrip ettirdi. Cenevizliler inşa etmiş oldukları, o zamanki adı "İsa Kulesi" olan, Galata kulesine doğru ve hemen etrafındaki -1304'de inşa etmiş oldukları- surların içine çekildiler. Alt taraflar Rum işgali altında kaldı.
Bu gerilim artarak devam etti. Cenevizler, İmparatoru küçük düşürme gayesi güden hareketler içinde oldular. Zaman zaman İstanbul'a top mermileri fırlattılar. İmparator yine Venediklilerden yardım istedi. Venediklilerin denizden kuşatması ve sur içinde kalan yerleşim yerlerine yönelik kundaklama girişimleri karşısında, Cenova devleti buradaki kolonisinin yardımına bir donanma gönderdi. O zaman Gelibolu civarında bir güç olan Katalanlar Venediklilerle işbirliği içinde Cenova filosunun Çanakkale Boğazı'ndan geçişini engellediler. Cenova devleti Osmanlı Sultanı Orhan Bey (1326-1359) ile ittifak kurdu. Donanma Galata'ya gelerek kolonisine destek oldu. Sonunda imparator Ceneviz kolonisiyle yeni kapitülasyon antlaşması yapmayı kabul etti. Ancak bu kez, Osmanlı devleti de, Cenevizliler adına, bir tür garantör devlet rolü üstlenmekteydi. Yani Cenevizliler ve Osmanlılar müttefik olmuşlardı (1352). Bizans bütün bu darbelerden sonra iyice zayıflamıştı. Tabii Cenevizliler bu durumu yine kendi lehlerine kullandılar. Yeniden ve bu kez gizleme gereği de duymadan imar hareketlerine giriştiler. Galata'nın tartışmasız hakimi olmuşlardı. Fiiliyatta Galata, Konstantinopolis'in 13.bölgesi olmaktan çıkmıştı.
Bu tarihlerde Galata'da yerleşik bir Müslüman nüfus yoktur. Yukarıda değinmiştim. Yıldırım Bayezid'din (1360-1403) İstanbul kuşatmasından sonra müslümanlar Davutpaşa kapısı yakınlarına yerleştiriliyor. Burada bir cami ve bir kadı mahkemesi kuruluyor. Bazı kaynaklarda (Mamboury, a.g.e) müslümanların bugünkü Tahtakale'de Rüstempaşa Camisi'nin bulunduğu yerde bir mescit etrafında ikinci bir yerleşimlerinin olduğu iddia ediliyor. Ancak bu ikincinin 1397'den önce mevcut olmadığı da ifade ediliyor. Türk fethine kadar Galata'nın hali vaziyeti böyle.
1349'da Cenevizlilerin en çok kaygılandıkları konu, Trakya tarafından gelebilecek bir "barbar" saldırısıydı. Pera'ya doğru çıkartılan surların önceden yıktırılmış olan Kule hisara (Galata Kulesi'ne)bağlanması gerekiyordu. Bu sayede bütün şehri ve etraflarını yukarıdan gözleme olanağına kavuşacaklardı. Kulelerini 1349'da yükseltiler. Sen Piyer hanının alt tarafında bulunan Yanık Kapı'ya yakın bir hisar daha yaptılar. Onu yukarı, Kule'ye doğru bir kaç hisar daha izledi. Kule'nin doğusundan Yüksekkaldırım istikametine doğru inen bir sur daha ördüler. Bu surun üzerinde de Voyvoda, Karaköy (Chiara Porta) ve Horoz kapıları vardı. Bu Voyvoda kapısının yakınındaki hisar, bugün Hacı Ali Sokağı'na çıkan merdivenlerin sağında, Yüksekkaldıım'ın solunda bulunan eski İmar Bankası binasının bulunduğu yerdeydi. Tramvay buradan geçirilirken kalıntıları yıktırılmıştı.
1352'de Bizans devleti, Venedik, Ceneviz ve İspanyol Aragon filoları arasında, Beşiktaş ve Üsküdar arasındaki sularda cereyan eden çok kanlı bir savaştan sonra İmparator, Cenevizlilere yeni imtiyazlar tanıdı. Ceneviz kontrolündeki bölge Kurşunlu Mahzen (Yeraltı Camisi) kalesine ya da hisarına (o zaman ki adı Aziz Haç hisarı- Castrum Sanctae Crucis)kadar geldi dayandı. Hendekler kıyılara kadar uzatıldı. Şimdi yeri tam olarak bilinmeyen aynı civarda bir yere bir Ceneviz hisarı daha inşa edildi (Yeraltı camisinin solundaki ilk sokak olan Eski Gümrük sokağının hemen başında olabilir).
Fetihden sonra 1490 tarihli Vavassore haritasında Galata'nın gelişmiş bir kent görüntüsü var. Yukarıda Pera bağ,bahçe,bostan. |
Aşağıdan Galata Kulesi Sokağı'ndan yukarı çıktığımızda mescid solda kalıyor. Hemen solunda Horoz Sokağı var. Mescidin bir blok üstünde de Kule var. |
Bereketzade Mescidi |
Mevcut Galata Ceneviz kolonisine dar geliyordu. Şehir Galata bugünkü Şişhane meydanına doğru biraz daha genişletildi. Yeni surlar ve bugünkü Büyük Hendek Sokağı'nın olduğu yere büyük hendekler kazıldı. 1397'de Azapkapısı ötelenerek, bugünkü Unkapanı köprüsünün ayağının bulunduğu yerde yeniden yapıldı. Ve yakınına yeni hisarlar inşa edildi. Yeni Azapkapısı, İçazapkapısı gibi iç kapılar ilave edildi. Bu kapılardan bir tanesinin, Harup Kapısı'nın kalıntıları bugün Şişhane-Yenikapı metro köprüsünün inşaatı altında kalacak. Bundan başka, halen adını korumayı başarmış Horoz Sokağı'nda (Kamondoların Felek Sokağı'ndaki evlerinin bir üst sokağı. Avusturya Hastanesinin giriş kapısının bulunduğu sokak) sonradan Horoz Kapısı adını alacak olan San Michele Kapısı yapıldı. Bu kapıyla bağlantılı olduğunu tahmin ettiğim sur duvarlarının bir kısmı Felek Sokağı'nın altında, Banker Sokağı'nda kısmen görülebiliyor. Demek ki neredeyse, sokak sokak surlar, hendekler ve kapıları varmış. Sarnıçlar var. Bir de denize kadar inen gizli dehlizler var. Bunlardan bir tanesi uzun zaman önce yıkıldıktan sonra 3-5 sene önce yeniden aynı yerinde yapılmış olan Belediye Göz Hastanesinin hemen karşısında bulunan Bereketzade Mescidi'nin minaresinin altında bulunuyor. Galata Kulesi'nin altından gelip, tek kişinin yürüyebileceği genişlikte bir tünel bu caminin altından geçerek Karaköy'den denize çıkıyor. Yine bu caminin altında bulunan derin kuyunun bir sarnıçla bağlantılı olduğu tahmin edilebilir.
Harup Kapısı ve bağlantılı duvar kalıntıları Metro inşaatının altında kalacak.Bu kapı Şişhane'de, Unkapanı köprüsünün doğusunda, yani Galata'nın kuzey-doğusunda bulunuyordu. Arap camisiyle Azapkapı arasında, Emekyemez adlı mahallede bulunuyor.. Şimdi üzerinde metro şantiyesi var. Kapı saç levhalarla kapatılmış. |
Şimdi, 14.yy'ın sonuna kadar genel olarak Galata'nın batı istikametinde büyümüş olduğu söylenebilir. 15.yy'da bu kez doğuya doğru bir genişleme görülüyor. Galata, Tophane'ye doğru yayılıyor.
Yanıkkapı muhtemelen 60'lı-70'li yıllarda
Karaköy Meydanı'nda Aksu Han. Bu binanın yerinde Bizans veya bir Ceneviz Kilisesi (muhtemelen Santa Chiara) vardı. Sonrasında burada geç 16yy'ın ikinci yarısından itibaren Havyar Han'ın bulunduğu biliniyor. 1930'lardaki kazılar esnasında, eski kiliselerin bakiyesi olabilecek, tonozlu duvarlardan oluşan bir zemin kata rastlanmıştır. Bugünkü hanın bodrum katında olmalıdır. Han, Karaköy Kapısı ve İç Kapının birbirine bağlandığı noktaya çok yakın bir konumdaydı. P. Gilles(Gyllius), 1548' e kadar kaldığı, Istanbul'a ilk gelişinde, burada altındaki sarnıcıyla birlikte var olan bir kiliseyi görmüş olduğunu söylüyor. Ancak 4-5 yıl sonraki ikinci gelişinde yerinde bir kervansaray bulunduğunu belirtiyor. Gilles sözünü ettiği kilisenin San Michele olduğunu ilave diyor. Burada bir karışıklık olmalı. Çünkü söz konusu bu kilisenin Galata'daki Rüstempaşa Hanı (diğer adı Kuşunlu Han) 'nın yerinde olduğu biliniyor. Hatta Kervansarayın avlusunda bugün bile o kilisenin bakiyesi olan sütun başları görülebiliyor. Gilles'in ikinci ziyaretinin tarihiyle bu kervansarayın Sinan tarafından yapılmış tarihi örtüşüyor. Gilles' e referans veren Arseven merhum da aynı yanlışı yapıyor. Onun Galata kitabında, bu hanın yeri net olarak belirtilmeyip, "Galata" da olduğu söyleniyor. Galata'nın neresinde olduğu net değil. Zaten merhum Arseven'in kitabındaki bilgiler karşısında da genel olarak ihtiyatlı olmak gerekiyor. Yanlış hatırlamıyorsam, 1914'de (en azından kısmen) ilk kez yayınlanmış bir kitaptır. Cumhuriyetten sonra yeni bir baskısı yapılmıştı. Arseven'in kitabını yazarken Galata'da saha çalışması yapmamış olduğu izlenimi edindim. Mesela, kitabını hazırladığı yıllarda sur kapılarının bir kısmı henüz ayaktaydı. Bunlarla ilgili somut bilgiler aktarabilirdi. Neyse. Bugün, Aksu Han'ın yerinde evvelce bir büyük bir hanın bulunduğu ve 19yy'ın ikinci yarısında yıkılmış olabileceği kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık olarak biliniyor. Yine bu hanın da, bir kilisenin (ya da kalıntılarının) yerine yapılmış olduğunu arkeolojik bulgular doğruluyor. Gilles herhalde isimleri karıştırıyor. 19yy da halen burada bulunan han, kervansaray tarzı büyük bir han imiş. İçinde dükkanların yanı sıra bir tiyatro, gemicilerin toplantı yaptıkları salon ve bir de borsa varmış. Bu Karaköy gezisini yazarken bir kitapçı dükkanında (yeni yayınlanan kitapların tanıtımı yapılmadığı için) tesadüfen Galata Hanları başlıklı bir kitap gördüm. Yazarı Başak Ergüder. Kitabı ayaküstü karıştırırken, Galata Borsası'nın ilk olarak, İstanbul Tahvilat Borsası adı altında 1863 yılında "Bankalar Caddesi'ndeki Havyar Han'da " faaliyetine başlamış olduğunu, 1866 yılındaki resmi kuruluştan sonra Karaköy'deki Komisyon Han'a taşındığı şeklinde bir bilgi var. Üç beş sayfa sonra, bu kez, "Havyar Hanı'nın Karaköy Caddesi'nde " olduğunu söylüyor. "Karaköy Caddesi" neresi? Bu bir doktora tezine benziyor. Tez hocaları olduğunu sandığım kişilerin önsözleri var. Sadece tez olarak iddia edilen şeyi değerlendirmek yetmez. Onun nasıl iddia edildiği de önemli. Tabii eğer bu kitap yayınlanmış bir tez çalışmasıysa. Vakit bulduğumda alıp okuyacağım. Şimdi, Bankalar Caddesi'nde bir Havyar Hanı yoktu. Karaköy'de, ama şimdiki Meydan'da Aksu Han'ın olduğu yerde bir Havyar Hanı vardı.. Prof Zafer Toprak Havyar Hanı'nın Konsolid Han olarak da anıldığını, Komisyon Han'ın hemen onun karşısında 1866'da faaliyete geçmiş olduğunu söylüyor. Ben Havyar Hanı'nın "Konsolid Han" olarak da anıldığına başka bir kaynakta rastlayamadım. Ama yine Karaköy'de bir zamanlar mevcut olan Komisyon Han'ın, Konsolid Han olarak çağrıldığına işaret eden bir çok kaynak var. İki han da artık mevcut değiller (Yazarlarımız devrin gazete haberlerini ve edebiyatını ihmal ediyorlar. Mesela Ahmet Mithat Efendi 1891 tarihli Müşahedat'ında, bir yerde, Karaköy'de, Köprü başındaki Azizye Karakolu'nu geçip, Havyar Hanı sağına, Komisyon Hanı soluna alarak Tünel'e doğru yürüdüğünü söyler) Böyle bir kitap ya da doktora tezi yazmadan önce civarda sık sık dolaşmakta fayda var. İnternetten bakıyorum. Son yıllarda (sevindirici bir gelişme olarak) eski Galata finans kapitaline artan akademik ilgi (burada Prof Haydar Kazgan'ın değerli çalışmalarına işaret etmek isterim), çoğu kez, fiilen yürütülen alan çalışmasıyla desteklenmediği için mekan ve işlevselliği arasındaki bağıntının kurulmasında yetersizlikler görülüyor. Hem ekonomi bahsinde hem de şehir sosyolojisi alanında teorik bilgilerden hareket etmek yeterli olmuyor. Mekanda bilfiil yürütülen çalışmayla yeni teorik katkı yapmak olanakları doğabilecektir. Bir akademisyen çıkıyor, "Galata Borsası, Galata'daki ya da Bankalar Caddesi'ndeki Havyar Hanı'nda kariyerine başladı" mealinde bir şey söylüyor. Ondan alıntı yapan öbürleri de onun aynısını sorgulamadan yineliyorlar. . Olmuyor. Bir kere neresi Karaköy neresi değil bunu bileceğiz. Bir eleştiri de yayınevlerine. Kitapları basarken onlara hem konu hem yer ve kişi isimleri indeksleri koymak, okuyucuya saygının gereğidir. Kaldı ki şimdiki teknolojik olanaklarla bu eskisine göre, kıyaslanmayacak ölçüde kolay. Neyse. Havyar Hanı'nın ne zaman yıkılmış olduğunu tespit edemedim. Öğrendiğim vakit sizi de bilgilendireceğim. Ancak bu binanın 1870'lere kadar burada olduğu biliniyor.
1926 tarihli Serveti Fünun'un Türkiye Borsası'nın Bahçekapı'da, 4.Vakı Han'da, faaliyete geçtiğini duyuran haberi. Fotografın sol üstünde resmi görülen kişi binanın mimarı Kemalettin Bey, alt soldaki fotoğraf Borsa Meclisi başkanı Fehmi Bey'e ait. Haberle birlikte şöyle bir bilgi de veriliyor: Borsa esasen 1.D.Savaşı'nın hemen öncesinde bu binada faaliyet gösterecekmiş, ancak savaş çıkınca bu proje aksamış. Mütareke'de de işgal kuvvetlerinin önemli karargahlarından birisi olmuş. 70 ve 80'li yıllarda bu 4.Vakıf Han'da, o zaman ki popüler tabirle "bankerlik" yapan bir çok kişi veya firma vardı. Mesela Banker Kastelli buradaydı. |
Karaköy meydanından sağa, Necatibey'e dönmeden sol altta Havyar Hanı İçi Sokağı. Bu sokağa girdiğimizde sağda eski Havyar Hanı'nın yerinde bulunan Aksu Han ve solda Ömer Abed Han'ın batı kapısı var. |
Haraççı Ali Sokağı üzerinden bir çirkinlik abidesi olan Aksu Han ve sağında Ziraat Bankası binasının görünümü. |
Ziraat Bankası'nın Perşembe Pazarı tarafına bakan yüzü |
Bu heykelin mitolojik mason figürü, onun "kurucu babası" olarak hikaye edilen duvarcı ustası Hiram olma olasılığı var. İki yandaki fenerli çocuk figürleri de limana giren gemilere kılavuzluk ediyorlar herhalde.
Karaköy Rıhtım Caddesi |
Tanzimat yönetimlerinin modernleştirici faaliyetlerinin İstanbul ve İzmir ve Selanik gibi, özellikle dış boyutuyla, ticari etkinliğin nispeten yoğun olarak yaşandığı kentlerde altyapı, teknolojik yenilenme, ulaşım ve iletişim gibi alanlarda yoğunlaşmasını bu entegrasyon çabasıyla izah etmek gerekir. Örnekse, bu kentler Avrupa'nın büyük ticaret ve finans ağına telgraf aracılığıyla bağlanmıştı.
Hatırlarsanız, Türkiye'de 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra başlatılan neo-liberal entegrasyon programı çerçevesinde de benzer şekilde, iletişim, ulaşım gibi altyapısal ve teknik yatırımlara öncelik verilmişti. Nitekim dünya genelinde de, ekonomik entegrasyonlar yoluyla sermayenin uluslararası karakterinin takviye edilerek, çok daha az elde toplanması sürecinin adı olan globalleşme, bu altyapısal, teknik gelişmeler ve buluşlar (Engels, "keşif ihtiyaçtan doğar" demişti) sayesinde bir olgu haline gelebilmiştir.
Globalleşme sadece 80'lerde başlatılmadı. esasen kapitalizmin her uzun ve derin krizi başladığında, sistemin tepkisi sermayenin dünya düzeyinde entegrasyonu ve temerküzü şeklinde olmuştur. 1873'de baş gösteren ilk büyük kapitalist kriz ya da buhran sonrasında da aynısı olmuştu. Bu yayılma yoluyla entegrasyonun, sermaye dolaşımının ve temerküzünün engellendiği noktada da savaşlar patlak vermişti. Bu globalleşme hamlesi 1929 Buhranı sonrasında da yapılmış ve ardından savaşla sonuçlanmıştı. Bir başka hamle 1973 büyük krizinde yapılmıştır. İki kutuplu dünya ya da soğuk savaş olgusu, kapitalist-emperyalist bloğun aralarındaki sorunları ertelemelerine, birlik görüntüsü vermelerine vesile olmuştur. Bu yüzden 1970'lerin sonuna kadar süreç nispeten yavaş gelişmiştir.
Sosyalist bloğun çöküşünden sonra yerin göğün kapitalistleştiği koşullarda, öngörülenin aksine, kapitalizmin krizi derinleşerek müzminleşmiştir. Önce 1997'de ortaya çıkan "küçük kıyamet" Asya Krizi, ardından 2008'de patlak veren bunalım kapitalist-emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri de yadsınamaz bir realite olarak ortaya çıkarmıştır. Sermayenin yeni bir globalleşme hamlesi bu kez askeri müdahaleler (19yy'da, 20.yy'da örneklerini gördüğümüz şekilde) aracılığıyla sürdürülmek istenmektedir. Bu müdahalelerin emperyalist devletler ve emperyalistleşme yönünde güçlü eğilimlere sahip Çin ve Rusya gibi devletler arasındaki paylaşım sorununu ve ayrışma eğilimini azdırması kaçınılmazdır. Bu küçük küçük bölgesel müdahaleler, büyük yangının körükleyicisidir.
Kapitalist dünyanın en uzun süre ekonomik refah, demokrasi ve barış içinde yaşadığı dönem 1946'dan sonra başlamış olan "soğuk savaş" dönemidir. Öyleyse hiç tereddüt etmeden, bunun SSCB ya da sosyalist bloğun varlığı sayesinde mümkün olabildiğine işaret etmek gerekir. Sosyalist blok iç ve dış nedenlerle çökertilince, emperyalist kral -rezil görüntüsüyle- tekrar çıplak kalmıştır.
Tahmin edilebileceği gibi, kapitülasyonlarla dış ticaret ağı içine çekilen Osmanlı devleti, geleneksel ve endüstriyel olarak zayıf ekonomisini, endüstriyel ve sermaye hacmi dolaysıyla gelişmiş kapitalist ekonomilere, üstelik de tanıdığı imtiyazlarla birlikte eklemlemesi, çok geçmeden yerli üretimin çökmesine ve büyük dış ticaret açıklarının ortaya çıkmasına yol açmıştı. Dramatik ölçülerde artan ithalat, kontrolsüz devlet harcamaları, burjuva tüketim kalıplarının toplumda giderek benimsenmesiyle birlikte Osmanlı devleti ve toplumu borç sarmalı içine girmişti. Yani bugünkünden pek farklı olmayan bir hal. Bugünkü halin şöyle bir 10-15 yıl öncesinde de yine bir Tanzimat benzeri AB programı benimsemişti. Sonra Gümrük Birliği adı altında Türkiye'nin sürekli kaybeden taraf olduğu kapitülasyonlar mecmuası bayram havasında (Tanzimat'ta da aynısı olmuştu) kabul edilmişti. Gelgelelim bu sürecin siyasal ve ekonomik temelleri 24 Ocak 1980 kararlarıyla atılmış, arkasından da siyasal alanı yeni programın isterlerine göre dizayn edecek 12 Eylül darbesi gelmişti. Süreç içinde Türkiye'nin tarım ve hayvancılıktan başlamak üzere aşama aşama küçük sanayisini ve giderek genel olarak sanayisini devre dışı bırakan emperyalizmin telkin ettiği politikalarla üretme kapasitesi düşmüştür. Serbest ithalata dayalı ve kaçınılmaz olarak borç sarmalına sokulmuş bir ülke görünümündedir. Türk ekonomisi bugün de dün olduğu gibi seyyal sermaye girişleri ve bu sermayenin "hava oyunları"na tabidir. Demek ki reel anlamda, yani yatırım, üretim, istihdam ayakları üstünde duran bir ekonomi, dün olduğu gibi, bugün de mevcut değildir. Dışarıdan bakıldığında, toplumun tüketim eğilimleri, sürekli artan AVM sayısıyla bir refah varmış izlenimine kapılabiliyorsunuz. Gelgelelim, emekçilerin satın alma gücü 70'li yılların bile gerisinde olan ülkede, bu izlenimi serap olarak izah etmek gerekir. Söz konusu olan, tamamen borca, faizle borçlandırmaya dayalı bir "refah" tır.
Tabloda eksik olan "cennet mekan" Abdülhamid Han'dır. Bir "padişah taslağı" yla bu eksiğin de giderilebileceği sanılmaktadır. Daha doğrusu, mevcut, kerameti kendinden menkul "taslak", 2.Abdülhamid modeline göre tasarlanmıyor. Tersi doğrudur. Abdülhamid, "Tayyip" figürüne uyarlanıyor. Genel olarak popülist "karizma" modeli zaten bu tür inşanın konusu olur. Tarihten seçilmiş bir "kahraman" ya da "kahramanlar" alınır, "yeni yükselen yıldız" figüre uyarlanır. Yani tarihi olan güncel olana göre yeniden tanımlanır veya betimlenir diyelim.
Bu koşullar altında Osmanlı devleti vadeli ve yüksek faizli iç ve dış borçlanma tahvilleri çıkarmıştı.. Bu tahviller piyasada spekülasyon nesnesi haline gelmişti. Yanı sıra, tüccar da sermaye toplamak adına tahviller çıkarmaya başlamıştı.Hatta gemilerdeki ya da depolardaki mallarını teminat göstererek piyasadan para toplamaya başlamışlardı. Artık limanlar, limanlardaki kafeler, birahaneler, oteller, genelevler, tiyatrolar, açık ya da kapalı bir çok yer bu kağıtların spekülasyonunun da yapıldığı mekanlar olmuşlardı. Sadece lövantenler, gayrimüslim Osmanlılar değil, müslüman Türk uyruklar da özendikleri tüketim kalıplarını realize etmek için kolay yoldan ya da "havadan" para kazanmak adına bu spekülatif oyunlara dahil olmuşlardı. O zaman Türkler bu oyunlara, isim üretmedeki yaratıcılıklarını bir kez daha göstererek "hava oyunları" adını vermişlerdi.
Kırım Savaşı yıllarında artan nakit kaynak ihtiyacı, devletin borçlanmasını arttırmıştı. Bu artış spekülatif faaliyetlerin yoğunlaşması anlamına geliyordu. Artık çığırından çıkmış, bir çok yolsuzluk, istismar ve hileye açık haldeki "mali piyasa" kontrol atına alınmak istenmiş, Havyar Han'daki ilk borsa bu surette ortaya çıkmıştır. Devlet bir yandan bu faaliyeti kontrol altında tutmak istiyor, diğer yandan da sürekli arz ettiği istikraz kağıtlarıyla teşvik ediyordu. Kırım Savaşı sonrası devletin piyasaya sürdüğü bir tür kağıt para olan "kaime"nin piyasada altın karşılığı spekülasyonu, kaimenin altın karşılığının sürekli arttırılmasıyla, muazzam servetler bir takım ellerde birikmiştir. Tabii devletin borçlarının katlanarak artması pahasına. Galata'da devlete ve şahıslara yabancı devlet ve bankalardan komisyonları karşılığında borç para bulan bankerlerin mekanı olmuştu. Osmanlı yüksek bürokratlarının hemen hepsinin bir "danışman" bankerinin olduğunu biliyoruz. Aldıkları rüşvetleri, yaptıkları yolsuzlukları bu borsada değerlendiriyorlardı. Sahip oldukları hanların, yalıların kaynakları da böylece anlaşılıyor olsa gerektir. Onların borçla finanse edilen saltanatlarını, kaybedilen topraklar, canlar, çöken ocaklar, kanlı savaşları hesaba katmayacaksak, sokaktaki adam ödeyerek 1954'de kadar ancak bitirmiştir. Tabii bu kez de yanlış bir yola girmiş Cumhuriyet'in borçları büyümeye başlamıştır. Hep olduğu gibi, borçlandıkça kriz büyümüş; kriz büyüdükçe borçlanma artmıştır. Bu oyunun kuralı bu.
Bu spekülatif faaliyet Havyar Han'ın, daha öncesinde de olduğu gibi, dışında da devam etmiş, müslüman uyrukların ilgisi giderek artmıştır. İstanbul tarafındaki kahvehanelere, mahallelere kadar yayılmıştır. Bir çok vak'ada görüldüğü gibi, işinden gücünden, malından mülkünden, çok ve kolay para kazanma hırsı yüzünden feragat etmiş küçük insanların felaketleriyle sonuçlanmıştır (Tıpkı Türkiye'nin yeni bir neo-liberal entegrasyona tabi tutulduğu 1980'den sonra olduğu gibi. O zaman ki banker, sonraki borsa, tefeci banka felaketlerini. hatırlayınız. Bir çok küçük tasarruf sahibinin tek tek küçük sayılabilecek ama birlikte devasa meblağlara tekabül eden para ve servetleri, faiz, kâr, temettü olarak büyük kapital sahiplerinin kasalarına aktarılmıştı. Yani refah vaadiyle iğfal edilip, yoksullaştırılmışlardı. Aynı kumar oyunlarındaki gibi, önce biraz kazandırır, hevesi teşvik edersiniz, sonra amiyane tabirle "donuna kadar" el koyarsanız) Kontrolsüz faaliyet, büyük istismarlara, olaylara ve sık sık devletin müdahalesine neden olmuştur. 1914'deki savaşla beraber bütün dünya borsalarının kapanmış olmasına rağmen, İstanbul'da sokaklardaki "hava oyunları" çılgınlığı devam etmiştir. Hatta Şehzadebaşı'nda kendiliğinden bir borsa oluştuğu kaydedilir. Savaş şartlarında her türlü mal üzerinden büyük spekülasyon olanakları ortaya çıktığından, büyük kapital sahipleri arasında büyük "voli" vuranlar olmuştur.
Havyar Han'dan sonra borsa onun hemen karşı tarafında bulunan Komisyon Han'a taşınmıştır. Bu han bazı kaynaklarda "Konsolid Han" olarak geçer. Konsolid de o sıralarda piyasaya sürülmüş ve hayli ilgi görmüş bir tahvildir. Dünya Savaşı esnasında faaliyetini durduran bu han 1921'de yeniden faaliyete geçmiş, bu sıralarda oyuncular arasında işgal kuvvetleri askerleri de görülmeye başlanmıştır. Bu yıllara damgasını vuran, Rum uyrukların İstanbul'daki müslüman halkın mülk ve arazilerini Rum banka ve bankerlerinin desteğiyle satın almak için borsayı da kullanarak yaptıkları spekülatif oyunlardır. Bunun nedeni, Prof Haydar Kazgan'ın işaret ettiği gibi, savaş sonrası uygulanması düşünülen Wilson Prensipleri'dir. Buna göre, ihtilaflı topraklarda tapu kayıtları esas alınacaktı. Türklerin bir çoğu, işgal şartlarında, yapılan menfi propagandayla İstanbul'un elden gideceğine ikna edilmişti. O yıllarda borsa oyunlarına da başvurarak Rumlar İstanbul'da epey mülk edinmişlerdi. Aynı yıllarda, Türk nüfus arasında da borsa oyunlarına olan ilginin dramatik olarak artmış olduğunu yine Prof Kazgan'dan öğreniyoruz. Komisyon Han'dan sonra hisse senedi borsası, Köprü'nün Balık Pazarı tarafındaki Fermeneciler sokağında, şimdi artık bulunmayan, Mehmet Ali Paşa Hanı'nda faaliyetini sürdürür.
Geçerken şunu da belirtmek isterim. Bu borsacılık faaliyeti, emperyalizmin kapitalizmin bir evresi, dolayısıyla ekonomik-politik bir olgu olduğunu, basit bir dış siyaset sorunu olmadığını, sosyalizme dönüştürülmeyen bir burjuva devriminin, emperyalizm çağında, kaçınılmaz olarak, bu emperyalist boyunduruk ilişkisini yeniden üreteceğini görmek istemeyen kadroların yönetimindeki Cumhuriyet'te de devam etmiştir. Ta ki 1929 krizi gelip kapıya dayanana kadar. Sonrasında da 50'li yıllardan itibaren tekrar bu faaliyet canlanmaya başlamış, 24 Ocak kararları sonrasında çok büyük bir ivme yakalamıştır. O zaman da kurumsal, hukuksal oluşum ve kararların önüne geçen bir fiili durum yaratılmış olduğundan, "hava oyunları" yine Galata'da ( mekanların tarihsel-işlevsel sürekliliğine dikkat ediniz) sokaklara taşmıştı.
Tabii Osmanlı devrinde bu hanlarda yürütülen daha çok bireysel bankerlik faaliyetleriydi. Yani "broker" faaliyetleriydi. Büyük işler, büyük banka ve tefeci kuruluşlar biraz daha sonra, Merkez Bankası'nın faaliyetine başlamasıyla beraber Voyvoda caddesinde iş göreceklerdi. Ancak hanlardakilerle büyükler arasında sıkı bir "iş" bağlantısı olduğunu unutmayalım. Bu hanların alt katlarında yazıhaneler, üst katlarda da mubayaacı tabir edilen (bugün "broker" denen) "ayakçı" aracılar faaliyet gösterirlermiş. Benim çocukluğumda ve sonradan 80'li yıllarda bu faaliyet İstanbul'da Sirkeci tarafında, özellikle şimdi otel olan 4.Vakıf Han dahilinde ve etrafındaki bazı hanlarda da sürdürülmüştür.
Şimdi Osmanlı'da durum böyleyken Avrupa ülkelerinde de çok farklı olduğu söylenemezdi. Aradaki fark, borsada oynayan küçük tasarruf sahibi ve büyük sermayedar arasındaki farkla kıyaslanabilirdi. Osmanlı bu global oyunda küçük tasarruf sahiplerinin derekesine düşürülmüştü. Avrupa'da borsa faaliyetleri en erken İtalyan şehir devletlerinde daha 13.yy'dan itibaren modern formuna benzer şekilde ortaya çıkmıştı. Fransa, İspanya, Hollanda, İngiltere gibi ülkelerde 16.yy'da önemli borsa faaliyetleri vardı. O zamanın Avrupasında da bu faaliyet kafelerde, birahanelerde, açık alanlarda sürdürülüyordu. Hatta "coffy" ya da "kafe" denilen mekanların bu ihtiyaçtan doğmuş olduğunu söyleyen tarihçiler var. Piyasadaki dalgalanmalar, iniş ve çıkışlar hakkında bilgisi olmayan, şahsen bilgi edinme olanakları da bulunmayan küçük tasarruf sahipleri, brokerler tarafından büyük sermaye sahipleri adına manipüle ediliyorlardı. Kısacası, borsanın işleyiş kuralı her yerde aynıdır. Kapitalizmin temel eğilimini yansıtır: "Büyük balık, küçük balığı yutar".
Lafı çok uzattık. Yürümeye devam edelim. Aksu Han ve Ziraat Bankası'nın arasında kalan bir yerde Ömer Abed Han var. Mimarı Vallaury. Yapım yılı 1321. yani 1905-6 yılları. Daha önce değinmiştim. Galata'da, Beyoğlu'nda, Taksim'de, hatta Sultanhamam ve Aşirefendi civarındaki bir çok büyük bina, apartmanlar, pasajlar 1880-1912 yılları arasında yapılıyor. "Belle Epoque" devrinde. Yani Avrupa ve Amerika'da kapitalizmin parasalcılaştığı, finans sermayesinin temel bir fail haline gelmiş olduğu dönemde. Özellikle 1905-6 yıllarında bir yoğunlaşma var. Herhalde o yıllarda İstanbul'u gezebilseydik, şehrin bu kesimlerinin bir şantiye görünümünde olduğunu gözlemleyecektik. Sahildeki hemen hemen bütün binaların, sarayların şimşir tabir edilen suyu soğurdukça sertleşen ağaç kazıklar üzerinde inşa edilmiş olduklarını biliyoruz. Aynısı Ömer Abed Han için de geçerlidir. Tipik bir neo-klasik yapı. Üzerinde cam atriumu olan bir pasaj olarak dizayn edilmiş. Binanın dört tarafa açılan kapıları var. Binanın sahipleri iki kardeş, muhtemelen zahire ticaretiyle iştigal etmekteler. Zaten handa da uzun yıllar zahireciler faaliyet gösteriyorlar. Limana yakınlığı da bu bakımdan bir avantaj olarak görülmüş olmalıdır. Sonradan faaliyetleri itibariyle çeşitli dallarda yer alan esnaflar kiracı olmuş. Kasacılar, elektrik malzemesi satıcıları vs. Yetmişli yıllarda burada bulunan çok sayıda avukat yazıhanesi hatırlıyorum. Muhasebeciler de vardı. Şimdi büyük ölçüde elektronikçiler bulunuyor. Karaköy'de bundan daha büyük ve ihtişamlı bir han yoktur herhalde.
Şimdi sıkı durun. 1958'de Menderes'in "Yıldırım yıkım ekipleri" yıkılacak binalar listesine dahil olduğu için bu mescidi de kaşla göz arasında yerle bir ediyorlar. Yıkımlar tamamlanıp, temizlikler yapıldıktan sonra bu mescidin yıkılmasına gerek olmadığı, bir yanlışlık sonucu yıkım listesine dahil edilmiş olduğu anlaşılıyor. Mescidin arsası epey bir müddet orada boş duruyor. Bu arada, caminin mihrab ve minberinin başka bir camiye (Çemberlitaş'taki Atik Ali Paşa Camisi) nakledildiği söyleniyor. Bunun da doğru olmadığı çok geçmeden anlaşılıyor. Caminin içindeki eşyaya ne olduğu bilinmiyor.
1958'deki yıkımdan önce Köprü'nün Karaköy tarafında yolcularını boşaltan bir vapurdan çekilmiş fotografide Karaköy Meydanı.
58'teki Menderes yıkımlarından manzaralar. Hemen solda görülen ve yıkımdan paçayı kurtarmış olan bina Norstende Sigorta binası. 50'li yıllarda Banca di Roma bu binada idi. Mimarı da, emin değilim, ama tarzına bakılırsa Mongeri olsa gerektir. Bankalar Caddesine doğru tam karşıda meşhur Galata Bonmarşesi.
Buraya kadar gelmişken Mongeri'nin Karaköy Palas'nı da gezelim. Ama o ne? Güvenlik memuru, şimdi Yapı ve Kredi Bankası ve Halk Bankası'nın birlikte yer aldıkları binanın içinde resim çekilmesine mani oluyor. Ne yapalım, biz de çekmeyiz. Karaköy Palas 1920 yılında yapılıyor. Yapımı esnasında en ünlü iki Türk mimar, Kemalettin ve Vedat beylerin de katkıları oluyor. Neden diye düşündüm? Binaya bakınca anlamak zor değil. Evet, bu binanın hakim stili neo-bizanstır. Fakat bir çok Selçuk ve Osmanlı öğeleri de içeriyor. Türk ulusal mimarlık akımının katkıları çok hareketli dış cephenin detaylarında da olsa algılanabiliyor. Özellikle kat aralarındaki çıkıntılara ve ince bezemelere dikkat ediniz. Tabii dış cephedeki en belirleyici Bizans öğesi cumbadır. Bina özgün olarak 4 katlıdır. Son kat sonradan ilavedir. Binanın han olarak yapıldığı anlaşılıyor. İki taraftaki girişlerde bugün iki farklı banka var. Orta giriş ise han kapısıdır. Bu yapının beni en çok etkileyen kısmı kemerli kapılarıdır.
Karaköy Palas Kemeraltı Caddesi üzerindedir. Bu caddenin eski adı "Ermeni Kilisesi Caddesi"dir. Herhalde biraz ileride sağda, Kemeraltı Caddesi'nin Sakızcılar Sokağı ile kesiştiği yerde bulunan Surp Krikor Lusoroviç Ermeni Kilisesi dolayısıyla bu ad verilmiştir. Bu kilisenin bulunduğu yerde 15.yy'a tarihlenen İstanbul'daki belki de en eski Ermeni Kilisesi vardı. Bizans devrindeki Ermeni kiliseleri hakkında hemen hemen bir bilgi yoktur. Bununla birlikte Ermeni tarihçi Kevork Pamukçuyan bu kilisenin yerinde, 1360'da kaleme alınmış bir Ermeni belgesinde Surp Sarkis adında bir kilisenin mevcut olduğunu söyler. Öte yandan, bugünkü kilisede bulunan iki haçkarlı (ikonlu) kitabeden eskiden burada bulunan kilisenin 1431 tarihinde inşa edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Öyleyse, Bizans İstanbul'undan Osmanlı İstanbulu'na intikal etmiş bilinen tek Ermeni kilisesi burada idi. Bilindiği gibi, Osmanlı devrinde, daha önce Bursa'da olan Ermeni patrikliği, 1461 yılında Mehmet Fatih'in isteğiyle İstanbul'a taşınmıştır. İstanbul'daki Osmanlı devri Ermeni kiliseleri bu tarihten sonra kurulmuştur. Tek istisnası Surp Krikor Lusoroviç Kilisesi'dir. Özgün kilisenin üç bölümden oluşmuş olduğunu, Antoine Galland anılarında anlatıyor. Kilisenin sonraki bir çok kez yeniden yapılışında bu formun genel hatlarıyla korunmuş olduğu anlaşılıyor. Depremler ve yangınlar dolayısıyla bir çok kez yıkılıp yeniden yapılmış ya da yenilenmiş olan bu kilise, en son 19yy'da özgün boyutları içinde yeniden inşa edilmişti. Ancak Kemaraltı caddesini genişletme çalışmaları sırasında, kilise 1958'de önce kısmen ve sonra da tamamen yıktırılmış. Cumhuriyet devrinde yeni kilise yapılması yasaklanmış olduğundan, Ermenilerin yeni bir kilise yapmak istemeleri hukuksal sorunlar çıkarmış, sonradan eski kilisenin bulunduğu alanın küçük bir kısmına tekabül eden bugünkü yerinde şapel boyutlarında küçük bir kilisenin yapımına izin verilmiştir. Böylece bu görülen kilise 1964 yılında açılmıştır.
Şimdi tekrar Karaköy Meydanı'na doğru aşağı yürüyelim. Kilise'yle aynı sırada, Kemeraltı Caddesi'nin soldan Lebleci Sokağı ve sağdan Aynalı Lokanta Sokağı'yla keşiştiği adada, "venedik kırmızısı" tabir edilen renge boyanmış Büyük Balıklı Han'a girelim. Bu han orijinal olarak 1454 tarihinde Balıklı Rum Hastanesi olarak ahşap binasında faaliyete geçmiştir. Sonra limana yakınlığı dolayısıyla denizciler tarafından taşınan veba gibi salgın hastalıkların burada tedavisinin yapılması, o zaman ki anlayışa göre, uygun bulunmamış. Hastanenin şehir dışına taşınması istenmiştir. Bugün Yedikule sur dışında bulunan yerine Galata'daki açılışından bir kaç yıl sonra intikal etmiştir. Yedikule'de tarihi 437 senesine kadar giden, yani erken Bizans zamanlarına dayanan kutsal bir ayazmanın ("Zohodos Piyi") ve kilisesinin varlığı biliniyor. Hastane, o civarda "küçük balıklı " diye bilinen arazi üzerinde inşa edilmişti. Halen han olarak kullanılmakta olan Karaköy'deki binaysa, Balıklı Rum Hastanesinin akarıdır. Hastane buradan taşındıktan sonra binanın geçirmiş olduğu evrim tam olarak bilinmiyor. Ancak bugünkü boyutlarında olmasa da, han ya da dükkanlar şeklinde kullanıldığı tahmin edilebilir. Bugünkü han binası 1875 tarihinde, Patrik 2.Yoakim tarafından Zografyon, Zarifi gibi Rum bankerlerinin katkısıyla yaptırılmıştır. Mimarı Ariditi Razi'dir. Bir ara Galata Postahane binası olarak da hizmet vermiş olduğu biliniyor.
Bu koşullar altında Osmanlı devleti vadeli ve yüksek faizli iç ve dış borçlanma tahvilleri çıkarmıştı.. Bu tahviller piyasada spekülasyon nesnesi haline gelmişti. Yanı sıra, tüccar da sermaye toplamak adına tahviller çıkarmaya başlamıştı.Hatta gemilerdeki ya da depolardaki mallarını teminat göstererek piyasadan para toplamaya başlamışlardı. Artık limanlar, limanlardaki kafeler, birahaneler, oteller, genelevler, tiyatrolar, açık ya da kapalı bir çok yer bu kağıtların spekülasyonunun da yapıldığı mekanlar olmuşlardı. Sadece lövantenler, gayrimüslim Osmanlılar değil, müslüman Türk uyruklar da özendikleri tüketim kalıplarını realize etmek için kolay yoldan ya da "havadan" para kazanmak adına bu spekülatif oyunlara dahil olmuşlardı. O zaman Türkler bu oyunlara, isim üretmedeki yaratıcılıklarını bir kez daha göstererek "hava oyunları" adını vermişlerdi.
Kırım Savaşı yıllarında artan nakit kaynak ihtiyacı, devletin borçlanmasını arttırmıştı. Bu artış spekülatif faaliyetlerin yoğunlaşması anlamına geliyordu. Artık çığırından çıkmış, bir çok yolsuzluk, istismar ve hileye açık haldeki "mali piyasa" kontrol atına alınmak istenmiş, Havyar Han'daki ilk borsa bu surette ortaya çıkmıştır. Devlet bir yandan bu faaliyeti kontrol altında tutmak istiyor, diğer yandan da sürekli arz ettiği istikraz kağıtlarıyla teşvik ediyordu. Kırım Savaşı sonrası devletin piyasaya sürdüğü bir tür kağıt para olan "kaime"nin piyasada altın karşılığı spekülasyonu, kaimenin altın karşılığının sürekli arttırılmasıyla, muazzam servetler bir takım ellerde birikmiştir. Tabii devletin borçlarının katlanarak artması pahasına. Galata'da devlete ve şahıslara yabancı devlet ve bankalardan komisyonları karşılığında borç para bulan bankerlerin mekanı olmuştu. Osmanlı yüksek bürokratlarının hemen hepsinin bir "danışman" bankerinin olduğunu biliyoruz. Aldıkları rüşvetleri, yaptıkları yolsuzlukları bu borsada değerlendiriyorlardı. Sahip oldukları hanların, yalıların kaynakları da böylece anlaşılıyor olsa gerektir. Onların borçla finanse edilen saltanatlarını, kaybedilen topraklar, canlar, çöken ocaklar, kanlı savaşları hesaba katmayacaksak, sokaktaki adam ödeyerek 1954'de kadar ancak bitirmiştir. Tabii bu kez de yanlış bir yola girmiş Cumhuriyet'in borçları büyümeye başlamıştır. Hep olduğu gibi, borçlandıkça kriz büyümüş; kriz büyüdükçe borçlanma artmıştır. Bu oyunun kuralı bu.
Bu spekülatif faaliyet Havyar Han'ın, daha öncesinde de olduğu gibi, dışında da devam etmiş, müslüman uyrukların ilgisi giderek artmıştır. İstanbul tarafındaki kahvehanelere, mahallelere kadar yayılmıştır. Bir çok vak'ada görüldüğü gibi, işinden gücünden, malından mülkünden, çok ve kolay para kazanma hırsı yüzünden feragat etmiş küçük insanların felaketleriyle sonuçlanmıştır (Tıpkı Türkiye'nin yeni bir neo-liberal entegrasyona tabi tutulduğu 1980'den sonra olduğu gibi. O zaman ki banker, sonraki borsa, tefeci banka felaketlerini. hatırlayınız. Bir çok küçük tasarruf sahibinin tek tek küçük sayılabilecek ama birlikte devasa meblağlara tekabül eden para ve servetleri, faiz, kâr, temettü olarak büyük kapital sahiplerinin kasalarına aktarılmıştı. Yani refah vaadiyle iğfal edilip, yoksullaştırılmışlardı. Aynı kumar oyunlarındaki gibi, önce biraz kazandırır, hevesi teşvik edersiniz, sonra amiyane tabirle "donuna kadar" el koyarsanız) Kontrolsüz faaliyet, büyük istismarlara, olaylara ve sık sık devletin müdahalesine neden olmuştur. 1914'deki savaşla beraber bütün dünya borsalarının kapanmış olmasına rağmen, İstanbul'da sokaklardaki "hava oyunları" çılgınlığı devam etmiştir. Hatta Şehzadebaşı'nda kendiliğinden bir borsa oluştuğu kaydedilir. Savaş şartlarında her türlü mal üzerinden büyük spekülasyon olanakları ortaya çıktığından, büyük kapital sahipleri arasında büyük "voli" vuranlar olmuştur.
Havyar Han'dan sonra borsa onun hemen karşı tarafında bulunan Komisyon Han'a taşınmıştır. Bu han bazı kaynaklarda "Konsolid Han" olarak geçer. Konsolid de o sıralarda piyasaya sürülmüş ve hayli ilgi görmüş bir tahvildir. Dünya Savaşı esnasında faaliyetini durduran bu han 1921'de yeniden faaliyete geçmiş, bu sıralarda oyuncular arasında işgal kuvvetleri askerleri de görülmeye başlanmıştır. Bu yıllara damgasını vuran, Rum uyrukların İstanbul'daki müslüman halkın mülk ve arazilerini Rum banka ve bankerlerinin desteğiyle satın almak için borsayı da kullanarak yaptıkları spekülatif oyunlardır. Bunun nedeni, Prof Haydar Kazgan'ın işaret ettiği gibi, savaş sonrası uygulanması düşünülen Wilson Prensipleri'dir. Buna göre, ihtilaflı topraklarda tapu kayıtları esas alınacaktı. Türklerin bir çoğu, işgal şartlarında, yapılan menfi propagandayla İstanbul'un elden gideceğine ikna edilmişti. O yıllarda borsa oyunlarına da başvurarak Rumlar İstanbul'da epey mülk edinmişlerdi. Aynı yıllarda, Türk nüfus arasında da borsa oyunlarına olan ilginin dramatik olarak artmış olduğunu yine Prof Kazgan'dan öğreniyoruz. Komisyon Han'dan sonra hisse senedi borsası, Köprü'nün Balık Pazarı tarafındaki Fermeneciler sokağında, şimdi artık bulunmayan, Mehmet Ali Paşa Hanı'nda faaliyetini sürdürür.
Geçerken şunu da belirtmek isterim. Bu borsacılık faaliyeti, emperyalizmin kapitalizmin bir evresi, dolayısıyla ekonomik-politik bir olgu olduğunu, basit bir dış siyaset sorunu olmadığını, sosyalizme dönüştürülmeyen bir burjuva devriminin, emperyalizm çağında, kaçınılmaz olarak, bu emperyalist boyunduruk ilişkisini yeniden üreteceğini görmek istemeyen kadroların yönetimindeki Cumhuriyet'te de devam etmiştir. Ta ki 1929 krizi gelip kapıya dayanana kadar. Sonrasında da 50'li yıllardan itibaren tekrar bu faaliyet canlanmaya başlamış, 24 Ocak kararları sonrasında çok büyük bir ivme yakalamıştır. O zaman da kurumsal, hukuksal oluşum ve kararların önüne geçen bir fiili durum yaratılmış olduğundan, "hava oyunları" yine Galata'da ( mekanların tarihsel-işlevsel sürekliliğine dikkat ediniz) sokaklara taşmıştı.
Tabii Osmanlı devrinde bu hanlarda yürütülen daha çok bireysel bankerlik faaliyetleriydi. Yani "broker" faaliyetleriydi. Büyük işler, büyük banka ve tefeci kuruluşlar biraz daha sonra, Merkez Bankası'nın faaliyetine başlamasıyla beraber Voyvoda caddesinde iş göreceklerdi. Ancak hanlardakilerle büyükler arasında sıkı bir "iş" bağlantısı olduğunu unutmayalım. Bu hanların alt katlarında yazıhaneler, üst katlarda da mubayaacı tabir edilen (bugün "broker" denen) "ayakçı" aracılar faaliyet gösterirlermiş. Benim çocukluğumda ve sonradan 80'li yıllarda bu faaliyet İstanbul'da Sirkeci tarafında, özellikle şimdi otel olan 4.Vakıf Han dahilinde ve etrafındaki bazı hanlarda da sürdürülmüştür.
Şimdi Osmanlı'da durum böyleyken Avrupa ülkelerinde de çok farklı olduğu söylenemezdi. Aradaki fark, borsada oynayan küçük tasarruf sahibi ve büyük sermayedar arasındaki farkla kıyaslanabilirdi. Osmanlı bu global oyunda küçük tasarruf sahiplerinin derekesine düşürülmüştü. Avrupa'da borsa faaliyetleri en erken İtalyan şehir devletlerinde daha 13.yy'dan itibaren modern formuna benzer şekilde ortaya çıkmıştı. Fransa, İspanya, Hollanda, İngiltere gibi ülkelerde 16.yy'da önemli borsa faaliyetleri vardı. O zamanın Avrupasında da bu faaliyet kafelerde, birahanelerde, açık alanlarda sürdürülüyordu. Hatta "coffy" ya da "kafe" denilen mekanların bu ihtiyaçtan doğmuş olduğunu söyleyen tarihçiler var. Piyasadaki dalgalanmalar, iniş ve çıkışlar hakkında bilgisi olmayan, şahsen bilgi edinme olanakları da bulunmayan küçük tasarruf sahipleri, brokerler tarafından büyük sermaye sahipleri adına manipüle ediliyorlardı. Kısacası, borsanın işleyiş kuralı her yerde aynıdır. Kapitalizmin temel eğilimini yansıtır: "Büyük balık, küçük balığı yutar".
Ömer Abed Han. Karaköy Vapur İskelesi'ne bakan ama artık önünde başka binalar bulunan yüzü |
Eski yazıyla "Ömer Abed Hanı 1321" |
Vallaury'nin imzası. |
Ömer Abed Hanı zeminden tavana bakış |
Sonradan iki kardeş hisselerini ayırıp binayı paylaşmışlar. Küçüğünün payına düşen Abed Hanı adını almış. |
En üst kattan binanın içine bakış |
1986 yılında Kemal Sunal'ın başrolünü oynadığı Zeki Ökten'in Yoksul filmi bu handa çekilmiş. |
Bu hana yaptığımız ziyaretten sonra tekrar Köprü'ye doğru yürüyelim. Ziraat Bankası'nın hemen arkasında yer alan bir set üzerinde boş bir arsa var. Bu arsa üzerinde 1958 talanına (bu operasyonun o zaman ki adı "Yıldırım Yıkma Harekatı"ydı. Evet, yanlış okumuyorsunuz, adı resmen böyleydi) kadar Karaköy Mescidi vardı. Bu mescidin yerinde erken Fatih devrinde bir tekkenin bulunduğu ve bunun sonradan camiye çevrilmiş olduğu biliniyor. Bu cami zamanla harap hale gelince, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın onun yerine fevkani (yüksek girişli) başka bir cami yaptırmış olduğu Merzifonlu Vakfı kayıtlarından anlaşılıyor. Yüzyıllar sonra, 20.yy başlarında altındaki dükkanlarla birlikte epey harap durumda olduğu görülen caminin yerine, D'Aronco'nun mimarı olduğu yeni bir fevkani mescid, altında dükkanlar bulunduğu halde, inşa ediliyor. Sene 1908. Tabii maddi kaynak sıkıntısı yüzünden bu küçük mescidin yapımı biraz zaman alıyor. Cami mimarisi bakımından hayli özgün bir örnekti. Art Nouveau ve (hatırlarsanız, Frej apartmanını gezerken değinmiştik) jugendstil karışımı bir tarzı olduğu söylenebilir.
Karaköy Mescidi 1910 yılı olmalı. En sağdaki bina Ziraat Bankası binası. Solda D'Aranco'nun çizimleri. Dikkat ediniz, o sıkışık mekana nasıl estetik olarak yerleştirilmiş. Soldaki fotografiye dikkatle bakınız. Tam karşıda solda o yıllarda, bugünkü AKM'ler gibi, furyası görülen bonmarşelerden biri olan Galata Bonmarşesi var. Onun karşı köşesi diyebileceğimiz bir konumda da ("Hasan" yazılı tabelanın olduğu bina) bizim "1.milli mimarlık" tarzı binalarımızdan biri varmış. Bugün yok. Yerinde 1958'den sonra yapılmış ve mimarlık ödülü almış, halen yerinde duran yarım daire şekilli eski Türk Ticaret Bankası binası var. Halen Finansbank olsa gerek. Bu arada, ben bu mescidi kısmen, mimar Vedat beyin Büyük Postane binasını yaparken hemen arkasında bulunan Aşirefendi sokağının köşesine kondurmuş olduğu Hobyar Mescidi'ne çok benzetiyorum. Daha doğrusu, mimar Vedat Tek'in Hobyar Mescidi, mimar D'Aranco'nun Karaköy Mescidi'ni andırıyor diyelim. Öte yandan, eleştiriler karşısında devrin hükümeti, mescidin parça parça kesilip, numaralandırılarak o yıllarda henüz bir camisi bulunmayan Kınalıada'ya götürülmüş olduğunu iddia etmiştir. Ancak bugün adada gördüğümüz modern görünümlü cami, sonradan Kınalıada'nın içine eden ANAP'lı belediyenin meclis üyesi mimar Başar Acarlı'nın eseridir. 1964'te yapılmıştır. Mimarisinde Llyod Wright'ın çizgilerinin etkisi görülmektedir. Yani anlayacağınız, kesilen parçalarıyla söz konusu mescid Ada'da tekrar kurulmamıştır. Fotoğraf DB İst Ansiklopedisi'nden. |
1958'deki yıkımdan önce Köprü'nün Karaköy tarafında yolcularını boşaltan bir vapurdan çekilmiş fotografide Karaköy Meydanı.
58'teki Menderes yıkımlarından manzaralar. Hemen solda görülen ve yıkımdan paçayı kurtarmış olan bina Norstende Sigorta binası. 50'li yıllarda Banca di Roma bu binada idi. Mimarı da, emin değilim, ama tarzına bakılırsa Mongeri olsa gerektir. Bankalar Caddesine doğru tam karşıda meşhur Galata Bonmarşesi.
Bugünkü Tersane Caddesi |
Buraya kadar gelmişken Mongeri'nin Karaköy Palas'nı da gezelim. Ama o ne? Güvenlik memuru, şimdi Yapı ve Kredi Bankası ve Halk Bankası'nın birlikte yer aldıkları binanın içinde resim çekilmesine mani oluyor. Ne yapalım, biz de çekmeyiz. Karaköy Palas 1920 yılında yapılıyor. Yapımı esnasında en ünlü iki Türk mimar, Kemalettin ve Vedat beylerin de katkıları oluyor. Neden diye düşündüm? Binaya bakınca anlamak zor değil. Evet, bu binanın hakim stili neo-bizanstır. Fakat bir çok Selçuk ve Osmanlı öğeleri de içeriyor. Türk ulusal mimarlık akımının katkıları çok hareketli dış cephenin detaylarında da olsa algılanabiliyor. Özellikle kat aralarındaki çıkıntılara ve ince bezemelere dikkat ediniz. Tabii dış cephedeki en belirleyici Bizans öğesi cumbadır. Bina özgün olarak 4 katlıdır. Son kat sonradan ilavedir. Binanın han olarak yapıldığı anlaşılıyor. İki taraftaki girişlerde bugün iki farklı banka var. Orta giriş ise han kapısıdır. Bu yapının beni en çok etkileyen kısmı kemerli kapılarıdır.
Mongeri'nin Karaköy Palas'ı |
Karaköy Palas üzerinde Mongeri'nin imzası |
En üst kattaki iki yandaki porfir ya da porfir benzeri levhalar ve üç adet sütün arasındaki pencerelere bakınca, Ayasofya'nın içindeymiş gibi bir duyguya kapılıyorsunuz. |
Fotografi net değil. Üst pencerenin altındaki balkon görüntüsü verilmiş mermer korkuluk üzerindeki bezemelere dikkatli bakarsanız haç şekli göreceksiniz. |
Binada cumba sadece sol tarafta kullanılmış. |
Surp Krikor Lusoroviç Ermeni Kilisesi'nin Çan Kulesi |
Surp k. Lusoroviç'in Sakızcılar Sokağı'ndaki kapısı |
Kilisenin bitişiğinde bulunan Özel Getronagan Ermeni Lisesi |
Surp (Aziz) Krikor Lusoroviç Kilisesi |
Kilise'nin özgün formunun çizimi. Osmanlı devrinde cami dışındaki mabetler de kubbe kullanılması yasaklanmış olduğu için küçük küçük kubbelerle kubbe ihtiyacı giderilmeye çalışılmış. |
Şimdi tekrar Karaköy Meydanı'na doğru aşağı yürüyelim. Kilise'yle aynı sırada, Kemeraltı Caddesi'nin soldan Lebleci Sokağı ve sağdan Aynalı Lokanta Sokağı'yla keşiştiği adada, "venedik kırmızısı" tabir edilen renge boyanmış Büyük Balıklı Han'a girelim. Bu han orijinal olarak 1454 tarihinde Balıklı Rum Hastanesi olarak ahşap binasında faaliyete geçmiştir. Sonra limana yakınlığı dolayısıyla denizciler tarafından taşınan veba gibi salgın hastalıkların burada tedavisinin yapılması, o zaman ki anlayışa göre, uygun bulunmamış. Hastanenin şehir dışına taşınması istenmiştir. Bugün Yedikule sur dışında bulunan yerine Galata'daki açılışından bir kaç yıl sonra intikal etmiştir. Yedikule'de tarihi 437 senesine kadar giden, yani erken Bizans zamanlarına dayanan kutsal bir ayazmanın ("Zohodos Piyi") ve kilisesinin varlığı biliniyor. Hastane, o civarda "küçük balıklı " diye bilinen arazi üzerinde inşa edilmişti. Halen han olarak kullanılmakta olan Karaköy'deki binaysa, Balıklı Rum Hastanesinin akarıdır. Hastane buradan taşındıktan sonra binanın geçirmiş olduğu evrim tam olarak bilinmiyor. Ancak bugünkü boyutlarında olmasa da, han ya da dükkanlar şeklinde kullanıldığı tahmin edilebilir. Bugünkü han binası 1875 tarihinde, Patrik 2.Yoakim tarafından Zografyon, Zarifi gibi Rum bankerlerinin katkısıyla yaptırılmıştır. Mimarı Ariditi Razi'dir. Bir ara Galata Postahane binası olarak da hizmet vermiş olduğu biliniyor.
1881 yılında, ABD'de icat edildikten 5 yıl sonra İstanbul'da ilk telefon kullanılmaya başlıyor. İlk telefon Gülhane'de bulunan (yakın bir zamana kadar Suriçi Posta Dağıtım Merkezi'ydi) Posta Telgraf Nezareti binasıyla Bahçekapısı'nda, Yenicami arkasında bulunan ahşap postahane binası (sonra yerine taş bina yapılan halen İş Bankası Müzesi olan bina) arasında; ikinci özel hat da, bu Yenicami'deki postahaneyle Galata'da sözünü ettiğimiz handa bulunan Galata Postahanesi arasında çekiliyor. Yani 2.Hamid devrinde bina bir süre postahane işlevi görüyor. Geçerken, Sultan 2.Hamid'in malum vehimleri dolayısıyla 1886'da bütün telefon hatlarını iptal etmiş olduğunu, telefonun Osmanlı coğrafyasında ancak 2.Meşrutiyet'ten sonra özgürlüğüne kavuşmuş olduğunu da hatırlatmak isterim. Aynısını elektrik kullanımı içinde söylemek gerekiyor. Hamid elektriğin Osmanlı insanının yaşamına girmesini de engellemişti. O da meşrutiyette serbest bırakıldı (Bu telefon ve elektrikle ilgili bilgiler için bkz. Yavuz Selim Karakışla, Tarihsel Toplum Dergisi, Temmuz 2002) . Tekrar binaya dönecek olursak, han Cumhuriyet devrinde Büyük Millet Han olarak adlandırılmış, sonradan tekrar Büyük Balıklı Han olarak çağrılır olmuştur. Eskiden dört yana giriş çıkışı olan kapıları varken, bugün sadece iki tanesi mevcuttur. Çünkü hanın etrafı binalarla sarılmıştır. Biraz daha aşağıda, Abed Han'ın hemen arkasında bulunan Yemişçi Hasan Sokağı'nda da biraz daha küçük ölçekli olmak üzere Küçük Balıklı Han vardır. Bu hanın içindeki kitabeden 1875 yılında yapılmış olduğu anlaşılmaktadır.
Büyük Balıklı Han (eski adıyla Büyük Millet Han) |
Rıhtıma yakın Küçük Balıklı Han |
Bu iki hanın aynı tarihte yapılmış oldukları anlaşılıyor |