Aya İrini'nin Vilayet binası karşısındaki Defterdarlık'ın arka sokağından alınmış bir fotografisi. Öndeki kubbeli yapı Beşirağa Medresesi ve camisi. Onun sol ön tarafındaki binalar Vilayet'e ve Fatih İlçe Emniyet Müdürlüğü'ne ait. En soldaki bacalı yapı eski Darphane-i Amire binasına ait. Alttaki fotografide Ayasofya ve Aya İrini birlikte görünüyor. Bu arada civarın nasıl bir (otel) bina mezbeliliğine dönüştüğünü de görebiliyoruz.
|
Ayasofya'nın ikinci versiyonunun kalıntıları. 2.Kilise bugünküne göre tabii daha küçük. Biraz daha batıya ve kuzeye doğru. |
|
Gavurun vaftiz kurnası varsa, bizim abdest lavabomuz var! |
Beyoğlu ve Galata muhabbetinin sizleri bir miktar sıkmış olabileceğini tahmin ediyorum. Bir kaçamağa ne dersiniz? Epeydir gidip bir kahve içmeyi düşündüğüm ama bir türlü gidemediğim, Topkapı Sarayı'nın Bab-ı Humayun girişinden sonra hemen solda yer alan kafeteryaya dönüştürülmüş eski karakol binasına bugün gidebiliriz. Haydi bakalım.
|
Kilisenin içinden. Atriumların sol ve sağda görünümü.Bu atriumların üstü muhtemelen Türkler tarafından depo ya da müze olarak kullanılırken kapatılmış olmalıdır. |
Esasen bu karakol binası uzunca bir süredir lojman olarak kullanılıyordu. Hatta liseden bir sınıf arkadaşım ailesiyle birlikte burada ikamet ediyordu. Bu lojmanın yanına ve arkasına geçilemiyordu. Kapalıydı. Arkası ve yanı uzaktan görülemiyordu. Önünde de uzunca bir süre İstanbul fethinde kullanılmış, Osmanlı'nın savaşlarında savaşılan devletlere ait Osmanlı'nın eline geçmiş toplar sergilenmekteydi. Sonra bu toplar, Harbiye'deki Askeri Müze açılınca oraya ve onun yakınındaki alanlara taşınmıştı. Oysa burada kalabilirlerdi. Neyse.
Efendim, Topkapı Sarayı ve civarını sonra vakit buldukça anlatacağım. Şimdi eski karakolun kafetarya olarak düzenlenmesinden sonra etrafı açılınca görünebilen kalıntılarıyla adeta yeniden ortaya çıkan Aya İrini Kilisesi'nden biraz söz etmek istiyorum. Tabii resimler eşliğinde. Bu resimleri herhalde bir çoğunuz ilk kez görüyor olacaksınız.
|
Fetihten sonra bugünkü Fatih Camisi'nin yerinde bulunan Havariyun (12 Havari) Kilisesi'nin enkazının bulunduğu yerden buraya getirilmiş olduğu tahmin edilen bir vaftiz kurnası |
|
Bir başka vaftiz kurnası |
Bugünkü şekliyle Aya İrini, bilindiği gibi, Aya Sofya ile yaşıttır. Ebadı ve önemi itibarıyla Aya Sofya'dan sonra gelen Bizans İstanbul'unun ikinci büyük kilisesi. Bilindiği gibi hıristiyanlık ilk kez bu şehirde legal bir din, bir devlet dini haline geliyor. Tabii bu dinin ilk büyük tapınakları, sanat eserleri da bu şehirde inşa ediliyor. Bir anlamda meşru bir din, bir devlet dini olarak hıristiyanlık bu şehirde kuruluyor. Ya da isterseniz, yeniden doğuyor. İstanbul resmen ilk hıristiyan şehirdir. (Tabii o zaman, bizim bugün "bizans" dediğimizin adı, Doğu Roma idi. Bu Bizans ismi sonradan Grek kültürünün hakim olmasıyla birlikte batılılar tarafından verilmiştir. Tıpkı bu coğrafyanın Türklerin kontrolüne girdikten sonra yine aynı batılılar tarafından "Turchia" [Türkiya] olarak adlandırılmış olması gibi).
Aya İrini'nin Ayasofya ile birlikte yapılmaya başlandığı, aynı avlu duvarı içinde yer aldığı kaydediliyor. MS 324-337 yılları arasında hükümdarlık etmiş Büyük Konstantin, Roma mabetlerinin kalıntıları olan taşları, sütun ve mermerleri buraya taşıtarak yaptırmış. O zaman bu kilisenin, bugünkü şekli ve boyutu itibariyle, Ayasofya ile bağlantılı olarak yapılmış olduğu arkeolojik bulgularla hemen hemen doğrulanıyor.
Bugünkü Aya İrini'nin yerinde, daha mütevazi ölçülere sahip küçük bir kilisenin, Ayasofya'dan önce var olduğu ve "Eski Kilise"(Ecclesia Antiqua) olarak çağrıldığı bir çok yazar tarafından belirtiliyor (örnekse, tarihçi Sokrates [Ecclesiastical History],onu zikreden Millingen[Byzantine Churches in Constantinople] ve Milligen'i zikreden Prof Semavi Eyice[Istanbul: Petit Guide..]). Konstantin'in bu kiliseyi sıfırdan yaptırmamış olduğu, mevcut kiliseyi genişlettiği söyleniyor. Demek ki, Byzantion'un, Konstantinopolis olmadan önce bir kilisesi (belki kiliseleri) var. Zira Roma'da olduğu gibi, Istanbul'da da devletten önce hıristiyanlığı kabul etmiş bir cemaat ve dini lideri var. O liderin bu kilisede oturduğu belirtiliyor. Öyleyse, burası Büyük Konstantin'den önce bir katedral işlevi görmekteydi. Hıristiyanlık B.Konstantin tarafından resmen devlet dini olarak kabul edildikten sonrada Aya İrini'nin, Ayasofya inşaatı bitip, açılıncaya kadar(yani 360 yılına kadar), kentin uzun denebilecek bir süre, katedrali işlevini görmüş olması gerekiyor. Ancak Ayasofya'dan sonra önemini yitirmiyor. Aynı avlu içinde yer aldıkları için aynı din adamları tarafından yönetiliyor. Hatta ikisini birden tek bir isimle, "Megali ecclisia" olarak çağırıyorlar (E. Mamboury: Istanbul Touristique, 1951).
Ayasofya, "ilahi hikmet" ya da "bilgelik"e adanmışken; burası, "ilahi Barış"a (Aya İrini) adanıyor. Neden? Büyük Konstantin buraya kadar Roma'da 18 yıl sürmüş iç savaştan zaferle çıkmış, artık bu zaferlerden sonra barışın hakim olmasını diliyor. Zaten başkenti (o zamanki adıyla) Byzantion'a taşımasının altında da, yeni huzurlu bir başlangıç yapma arzusu yatıyor olmalıydı. Kenti 330 yılında yeniden, başkent olarak Yeni Roma (Nea Roma) adı altında kurmaya başladı. Bu kentteki 7 yıllık hükümdarlığı sırasında kenti açık bir şantiye alanı haline çevirmişti. Eskiden kalma (Hipodrom gibi) yapıları genişletti. Surları elden geçirdi. Yenilerini yaptırdı. İşte Aya İrini de aynı sıralarda genişletilmişti. Ama bu şehir genel olarak hiç de "barış"ın mekanı olmadı. Mesela şu barışa adanan kilise önünde bile iki dinsel hizbin (Aryusçular ve İznikçiler) rekabet ve anlaşmazlığından kaynaklanan gerilim ve sonrasında, aryusçu imparatorun atadığı aryusçu patriğin Aya İrini'deki makamına gitmesini engellemek amacıyla yapılan kitlesel barikat kurma, bir tür oturma eylemi, güvenlik güçlerinin müdahalesiyle kanlı bir sonla bitmişti. Kalabalık göstericilerden (üç aşağı beş yukarı) 3150 kişi hayatını kaybetmişti. Hem de "barış" a adanmış kilisenin hemen yakınında. Miladın 350. yılında. "Din bu!" deyip geçelim. Ama geçerken, bu kentin hıristiyanlık tarihi bakımdan önemli üç konsül toplantısına (Bazen Batı ve Doğu kiliselerinin temsilcilerinin birlikte; kimi zamanda, sadece doğu kiliselerinin temsilcilerinin dinsel-öğretisel ve kurumsal sorunları görüşüp karara bağlamak adına düzenledikleri toplantılar) ev sahipliği yapmış olduğunu belirtelim. Bunlardan bir tanesi yukarıda anlattığım büyük kavgadan sonra çatışmanın odağında yer alan Aya İrini'de 381 yılında toplanıyor. Demek ki Aya İrini bu sıralarda hâlâ katedralmiş. Yani Patrik'in doğrudan yönetiminde ve makamı imiş.
|
Güney tarafında kemerlerle ayrılmış oda izlenimi veren alanlar var. |
|
Güney yüzüne yapışık bir küçük bir kemer sağdaki duvarda tuğla su ya da pis su kanalı |
|
Güney yüzün hemen sağ üstü penceresindeki sütunlardan birisinde dışarıdan nadiren görülen haçlardan biri |
|
Kuzeydoğuda Osmanlı devrinde örülmüş duvar ve şekli değiştirilmiş ya da yeni açılmış dörtgen pencere |
|
yukarıdaki resmin yakından görünümü |
K
|
Kuzey yüzün önündeki alanda daire şeklinde bir alanın görüntüsü |
|
kuzey yüzdeki tuğla payandalar |
|
kuzey yüzün(mevcut cümle kapısına göre) solundaki bir payanda |
|
Kuzey yüzün hemen önünde kaide üstündeki sütun. Resimler arasında sütunsuz benzer bir kaide resmi daha göreceksiniz. O da hemen doğu yüzünün önünde. Bir de güney yüzünün önünde var. Acaba bu tür sütunlar kısmen de olsa kiliseyi kemerlerle çevreliyorlar mıydı? |
|
Kuzey yüzde bir başka payanda. Önünde Osmanlıların yaptıkları kapı var. |
|
Osmanlıların ilave ettikleri giriş. Kitabede 1139 tarihi var. Yani 1724 veya 1725. Yani Lale Devri (ya da 3.Ahmet devri). |
|
Burası eski silahlar müzesiyken muhtemelen müzede bulunan bir top. Şimdi Arkeoloji müzesi önünde çamura gömülmüş olduğu halde duruyor. Baktım bir envanter numarası da göremedim. Yani bunu oradan kaldırıp, bir kaide üzerinde teşhir etmek zor mu geliyor. Anlamak mümkün değil. Hem de müzenin karşısında. Herhalde "biz Arkeoloji müzesiyiz, bizi ilgilendirmez. Askeri müzeciler gelsin ilgilensinler" diye düşünüyorlar. Kim bilir belki de varlığının farkında bile değildirler. |
|
Kuzey yüzün en altında bulunan kapı. |
|
Doğudan batı ucuna bakış. Sağda bir kısmı duvar örülmüş kemerler. |
Bu Aya İrini konsülü önemlidir. Çünkü bundan yıllar önce toplanmış (B.Konstantin zamanında) Doğu ve Batı kiliselerinin en üst düzeylerde temsil edilmiş olduğu İznik Meclisi, İznik Akidesi (Nicean Creed) tabir edilen ve bütün hıristiyan alemini bağlayan bir karar almıştı. Bu karar esas olarak "teslis" denilen (kabaca) Oğul+Baba=Kutsal Ruh formülünü (aslında bu üç unsur ilahi olarak eşit statüde görülmekteydi) bir temel akide olarak öngörüyordu. Dikkat ederseniz, bu formülde çok-tanrılı paganlıktan, tek-tanrılı dine geçişin izleri vardır. Yani, doğrudan tek bir Tanrı telaffuz edilmemiştir. Yumuşak bir geçiş vardır. Bir anlamda, kulak dolaylı olarak gösterilmektedir. Sonradan sapkın ilan edilecek olan Arius adlı İskenderiye kökenli (bu Mısır kenti de o zaman Roma dünyasına dahil) ve kentimizde yaşamış ve ölmüş bir ilahiyatçı, bu akideye şiddetle karşı çıkar. Hatta (enteresandır yarı-pagan olduğu kabul edilen) Büyük Konstantin'in desteğini alır. Arius, kısaca oğul ve Tanrı'nın aynı şey olamayacağını (Yuhanna'nın İncilini kendisine kanıt göstererek) iddia eder. Bu İncil'e göre, İsa, ölümüyle Tanrı'ya gideceğini ve onun himmetiyle tekrar döneceğini söyler). Arius, İsa'nın bu beyanına dayanarak "teslis" (=üçleme) akidesine itiraz eder. "İlahi olan sadece Tanrı'dır; İsa Tanrıya eşit olamaz" der. Bu anlayış sonradan İslam'ın tek-tanrıcılık anlayışını etkilemiş olmalıdır. İşte bu meseleden dolayı hıristiyan dünyasında çok cana mal olan kanlı çatışmalar meydana gelmiştir. 381 yılında, hıristiyanlık tarihinin 2.Ekümenik Konsülü, I.Theodosius (ya da Büyük Theodosius) döneminde ve himayesinde ( aslında kendisi de yeni hıristiyan olmuştu) Aya İrini'de toplanır ve Aryüsçülüğün kesin mağlubiyetini ilan eder.
Büyük mabetler (hele bir de ilk olarak yapılıyorlarsa) inşa edilirken ya da edildikten sonra popüler söylenceler de imal edilir. Bunların bir kısmının şu ya da bu ölçüde doğruluk payı içermesi de mümkündür. Şimdi bir Aya İrini söylencesine kulak verelim. Bu mabetin, her ne kadar adı farklıysa da, ilk İstanbullu (Romalı da olabilir) hıristiyan kadın olan azize Penelope'ye adanmış olduğu popüler bir hikayedir. Azize, hıristiyan olunca paganlar tarafından işkenceye tabi tutuluyor. Yılanlarla dolu (hiç yılansız popüler-dinsel hikaye olur mu?) bir kuyuya atılıyor. Eza görüyor. Taşlanıyor. Atların arkasına bağlanıp yerlerde sürükleniyor. Ölmüyor (Öldürmeyen "yeni" Allah öldürmüyor işte). Yenisine olan inancı ona direnme gücü veriyor. Sonra bu manzara karşısında paganlar, "bizim Zeus'un gücü bir kadına bile yetmiyor. Artık iş görmüyor" deyip, yeni genç ve yakışıklı Zeus olan İsa'ya biat ediyorlar (Bence bu hikayedeki en doğru taraf, bu Zeus ile ilgili popüler hükümdür. Eğer Zeus'un bir kadına gücü yetebilseydi, Hera'yı yok ederdi).Tabii bu hikaye bizim Konstantin gibi duygulu bir hükümdarı derinden etkiliyor. Kiliseyi "azize" Penelope'ye adıyor.
Şaka bir yana, hıristiyanlığın ya da genel olarak dinlerin zuhur ve yayılma devrelerinde bu tür "aziz" ve daha az olarak da, "azize" (Ne de olsa Tanrı babadır, erkektir. Gelgelelim ona en sıkı inanlar da kadınlardır) hikayelerine her yerde rastlanıyor. Zaten halen kabul görmekte olan aziz ve azize figürleri de böyle anlatılar etrafında oluşturuluyor. Kısacası, Bizans İstanbul'u bir dinsel dönüşüm ya da geçişin yaşanmış olduğu bir şehir. Bu yüzden erken çatışma ve iç karışıklıkların bir çoğunda bu olgunun etkilerini tespit etmek gerekiyor. Paganlıktan tek tanrılı bir dine geçişin getirdiği sorunlar, baskılar ve direnişler yanında, bu tek tanrılı dinin de siyasal erkin çıkarlarına uyarlanması, resmi ideolojik yorumunun yapılması gibi zorunluluklar sadece uyruklarla devlet arasında değil, siyasal erkin kendi içinde, egemen sınıf fraksiyonları arasında, kilise bürokrasinin hem kendi içinde hem de siyasal erkle çatışmasına yol açıyordu. Yukarıda değindiğimiz konsül toplantılarının amacı da bu tür sorunları tartışmak, çözümler bulmaktı. Tabii bazen tersi oluyordu. (Benzer çatışmalara bütün İslam devletlerinde de rastlıyoruz. Zaten batısıyla doğusuyla Roma imparatorlukları İslam devletleri bakımından önemli bir referans olmuştur).
Yukarıda söylediklerimi sevimli bir örnekle somutlaştıralım. Hıristiyanlığı kabul etmekle birlikte, hâlâ kafasında "acaba" sorusu olan Büyük Konstantin'in kendisini öteki cihanda sağlama almak için ahali karşısına, resmi olarak, imanlı "hıristiyan" pozlarında çıkarken, "mahrem" hayatında da Gülhane civarında, sanki Boğaz havası almaya gelmiş gibi dolaşıp durduğu sıkça görülüyordu. Pagan İstanbul'un en kutsal mabetleri, putları, yani akropolisi Gülhane ve Topkapı Sarayı civarındaydı. Hatta bazı arkeologların iddialarına göre Aya İrini, Artemis, Apollon, Afrodit mabet kalıntılarının üzerine inşa edilmişti. Ancak bu iddiayı doğrulayacak somut arkeolojik bulgulara henüz ulaşılmamıştır.
Bizim Konstantin merhum ölmeden önce iki dinli imiş. Dini vecibelerini "ne olur ne olmaz" diye, iki dinin de hatırı kalmayacak şekilde yapmaya özen gösterirmiş. Yani İsa'nın hakkını İsa'ya, Zeus'unkini Zeus verirmiş (Bu arada geçerken belirteyim, Zeus'un Romalı versiyonu Jüpiter oluyor). Anlayacağınız, yaptığının günümüzdeki siyaset erbabının yaptıklarından pek de farklı yanı yokmuş yani. Hatta bir çok tarihçi B.Konstantin'in ölüm döşeğinde vaftiz olmayı kabul ettiğini iddia ederler. Oraya kadar bir pagan olarak kaldığını söylerler. Nitekim, Konstantin bastırdığı sikkelere Apollon figürü koydurmaktan vazgeçmez. Dahası, kendisinin "güneşin oğlu" olarak çağrılmasından hoşnuttur. Ne diyelim, günahı boynuna.
İstanbul'un fethi de, henüz Türkmen gazilerin, aşiretlerinin dinsel geçiş sürecinin devam ettiği, ya da eski dinin hatıralarının hala canlı olduğu bir devreye tekabül eder. Mesela, Fetih kadrosu arasında bulunan Anonim Tevarih'te, hatta Aşıkpaşazade'nin tarihinde, Fatih'e sitem edilmesi bu bakımdan manidardır. Orada bilindiği gibi mealen "yeni dönmeler ya da gavurlar bizden kıymetli oldu. Onlar malı götürdü. Bizler başımızı sokacak bir fakirhaneden bile mahrum kaldık" der. (Haydi bu da benden olsun) "Biz olmasak, sen İstanbul'un surlarına yaklaşmak şöyle dursun, Emirgan da ( o zaman henüz çay buralarda bilinmediği için) ayran molası bile veremez idin" mealinde laflar eder. Neyse, eski yaraları daha fazla deşmeyelim. Geçerken, Fatih gibi bir hükümdarın (cep telefonu, digital fotograf makinesi, AVM'lerde alışveriş gibi başkaca şeylerin yanı sıra) çay zevkini ömür boyu tadamamış olduğunu, (Fetih molası esnasında bulunduğu mahal itibariyle) "Hisar" ya da görevi icabı "Silahlı Kuvvetler" sigarasını Boğaz'a karşı tüttürerek demli bir çayla demlenme zevkinden mahrum kalmış olduğunu çay ve sigara tiryakisi olan arkadaşlara hatırlatarak, ne kadar şanslı nesiller olduklarına vurgu yapalım.
Ayasofya gibi çatısı ahşap olan ilk Aya İrini bir süre sonra Ayasofya tamamen yanarken onunla birlikte (kısmen )yanıyor. İkinci kez, Ayasofya avlusunda bulunan yanan kısmı onarılıyor. 404 yılındaki bu yangından kısa bir süre sonra yenilenip tekrar açılıyor. Yine ahşap ve kagir malzemenin yapıda ayrıcalıklı bir yeri var. İkinci Ayasofya'nın inşaatı 414 yılında tamamlanmış olduğuna göre, Aya İrini 10 yıl boyunca kentin tek katedrali olma işlevini görüyor. 532 yılındaki Nika ("zafer") Ayaklanması esnasında, Ayasofya ile birlikte -bu kez- büyük ölçüde yakılıyor.
O zaman bu büyük kiliselerin bir çoğu bizim camilere de model olmuş, merkezde Cami ve etrafında külliyesi tarzında inşa ediliyor. Yani sadece ibadet edilen tapınak yok. Etrafında onu merkez alan hayır amacına hizmet eden sağlık yurtları(şifahaneler), misafirhaneler ("tabhane"), imaret (aş evleri) vb işlevsel mekanlar var. Yani bu binalar, mekanlar kompleksi aslında bir şehir modeliydi.
Bizdeki Türkçü-İslamcı sefil tarihçilik bu tür kıyaslamalardan haz etmiyor. Ne de olsa, İslam öncesinde "medeniyet" adına bir şey yoktu. "Cahiliye" dönemiydi. Dolayısıyla tarih İslam'la başlıyordu. İslam model almaz; model alınırdı. Bilindiği gibi, Ayasofya ve Aya İrini henüz İslam peygamberi doğmadan iki asır önce inşa edilmişlerdi.
Aya İrini'nin etrafında bir külliyenin bileşenleri olan bağlantılı mekanlar görüyoruz. Sampson şifahanesinin ya da hastanesinin kiliseyle Ayasofya arasında muhtemelen bugünkü Soğukçeşme sokağını, Ayasofya'nın buraya bakan avlusuna doğru kat ediyordu. Güney yüzün önünde, fotografilerde görülen kalıntılar kısmen bu hastaneye ait olmalıdır. Semavi Eyice, erken dönemdeki Bizans patrikhanesinin burada olabileceğini iddia ediyor. Bu kalıntıların patrikhane binasına ait olabileceğini söylüyor (bkz. Yıllarboyu Tarih: cilt 1 yıl 1978). Şimdi bu hastaneyle ilgili olarak, 1540'ların ortalarında Fransa kralı I.François'nın himayesinde İstanbul'a, tarihi eserleri incelemek, tabii bu arada Osmanlı devleti hakkında bilgi toplamak amaçlarıyla gelerek 3-4 yıl kadar kalan Pierre Gilles (Petrus Gyllus)'un ünlü (ve Kanuni devrinde şehirde bulunan Bizans yapıları ve durumlarını öğrenmek bakımından) çok önemli bir kaynak olan Topografyası'nda bu hastane hakkında Bizans tarihçisi ve devlet adamı Prokopius'a ve Zonaras'a dayanarak yazdıklarını okuyalım: (parantez içindeki açıklamalar bana ait) "... çok yoksul ve hasta insanlar için Sampson adında dini bütün bir hayırsever eski tarihlerde bir şifa yurdu yaptırmıştı. Yapı, isyancıların çıkardığı (Nika İsyanı, 532 yılı) bir yangında kiliseyle (Aya İrini) birlikte yandı. Justinyen hastaneyi daha görkemli olarak yeniden inşa ettirdi. Oda sayılarını arttırdı. Odaları genişletti. Daha fazla hastanın yararlanabilmesi için gelirini arttırdı. Bütün bunlar onun Tanrı adına hayır yapma isteğini tatmin etmediği için hemen karşısına (muhtemelen Soğukçeşme sokağının saray kapısı tarafındaki başıyla Aya İrini'nin güneydoğusuna tekabül eden alanda) İsodoros'un ve Arcadius'un evleri olarak bilinen iki binayı yıktırarak, yerlerine bir Ksenodokheion (güçsüzler evi ya da tabhane) yaptırdı." Öte yandan, kaynaklara bakılırsa, bu hastanenin hemen yanında, aynı Aya İrini külliyesine dahil bir başka mütevazi hastane daha vardı. Eubolos Hastanesi. Ancak bu hastanenin yangından sonra tekrar yaptırılmış olduğuna dair bir bilgi yok. Yazar, ayaklanmayla başlayan yangından söz ederken, bu iki hastanenin hastalarıyla birlikte yanmış olduğunu belirtir. Bu tarihten sonra Aya İrini, Ayasofya'dan sonra kentin ikinci büyük kilisesi olur.
Veronalı Panvinio'nun 1529 tarihli Hippodrom gravürü.
Bu da Matrakçı Nasuh'un 1536 tarihli Hippodrom minyatürü . Panvinio ve Nasuh'un çizimleri arasında 7 yıl mesafe var.
Hatırlarsanız önceki söyleşilerden birinde, mekanların tarihsel devirler arasında süreklilik gösterebildiğini söylemiştik. Bu iddiayı desteklemek adına, Topkapı Sarayı'nın Gülhane Hastanesi'nin de, Bab-ı Humayun'dan girince hemen sağ tarafta bulunduğunu ilave edeyim. Yani aşağı yukarı Bizans'ın Sampson Hastanesi'nin karşısında yer almaktaydı.
Şimdi efendim, bugün Ayasofya'nın Soğuk Çeşme Sokağı'na bakan ( bir mezbelelik görüntüsüne sahip[geçen gün Soğukçeşme'den aşağı inerken, müze de mebzul miktarda bulunan güvenlik personelinden bir tanesinin bir bacağı Ayasofya avlusuna kurulmuş açık ve yüksekçe bir lavabo üzerinde olduğu halde abdest almakta olduğuna tanık oldum ]) kuzey cephesinde gördüğümüz 2. Ayasofya binasının kalıntılarıdır. Frej Apartımanından tanıdığımız merhum üstadımız, dostumuz Feridun Dirimtekin'in müze müdürlüğü zamanında yapılmış olan kazılarla ortaya çıkartılmış. Ancak mevcut binanın temellerine kadar uzandığı için daha öte kazılar yapılamamış. Ancak bir ölçü insanı olan üstat ikinci yapının enini kesin olarak tespit etmiş. 60m. Ama uzunluğunu tespit, sözünü ettiğim sakınca dolayısıyla yapılamamış.
Şimdi yukarıda bugünkü Ayasofya'nın 3.bina olarak yine I.Jüstinyen tarafından Nika isyanının bastırılmasından hemen sonra Aya İrini ile birlikte aynı avluda yaptırılmış olduğunu söyledim. 564 yılında, Aya İrini'nin içinde bir yangın daha çıkar. Atrium ve narteks (kilisenin antresi, son cemaat yeri) tamamen yanar. Yine Jüstinyen devreye girer, gereken onarımı yaptırır. Evet Büyük Konstantin bu şehri yeniden kurdu, mamur etti. Gelgelelim, şu Jüstinyen kadar hiç kimse bu şehri İstanbul'a anlamsal değerini kazandıran, her biri sanat eseri, yapılar kazandırmamıştır. Ama biz (haydi Konstantin'den vazgeçtik) onun adını bu kentin kenar bir yerinde olsun yaşatamıyoruz. Yazık! Biliyor musunuz, İngiltere'nin York kentinde bile B.Konstantin'i elinde kılıcıyla otururken gösteren bronz bir heykeli var.
|
3.Ahmet Çeşmesi ve Bab-ı Humayun 1865 (Galata ve Beyoğlu'nda aynı yıllarda bir dinamizm var. Buradaysa miskinlik)
|
Azize Euphemia
|
Haydi bu da bonus bir fotografi olsun. 1908 Gedikpaşa yangınından sonra Sabah&Jollier tarafından alınmış bir fotografi. Sultanahmet, eski Firuzağa mahallesi (şimdiki Adliye yakınlarından çekilmiş olmalı). Soldaki Osmanlı yapısı, Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi'ne benziyor. Evler ne kadar iç içeymişler. Ve taş binalar ciddi bir zarar görmemişler. Firuzağa mahallesinde doğmuş, büyümüş merhum Feridun Çeliksoy dostum, daracık sokaklarıyla, burasının yüzlerce evin sıkışmış olduğu, (yıkımdan önce) en az 3 bin nüfusun yaşadığı bir mahalle olduğunu söylerdi. Hatta mahalle gençlerinin tek "gizli" flört mekanının da, caminin hemen yan tarafında bulunan "Bulgar Şekerci" olduğunu anlatırdı.Şekercilerden söz edince, bizim çocukluk ve ergenlik yıllarımızda, işlevsel olarak bu şekercilerin yerini pastaneler ve daha kısıtlı bütçesi olanlar için de muhallebiciler almıştı. Bu sonuncular hayli yaygındı. Mesela Divanyolu'nda 80'li yılların başlarına kadar, Alemdar Caddesi'nden gelirken, sağda, Lale (Hippilerin şehirdeki en önemli buluşma mekanı olan meşhur Pudding Shop), 150 metre kadar yukarısında solda şimdiki Piyerloti Oteli'nin olduğu yerdeki küçük parkı andıran alanın içindeki Piyerloti Muhallebicisi, yüz metre ileride sağda, aslında Çemberlitaş Hamamı'nın bir parçası olan, içinde iki küçük fiskiyeli havuzu bulunan Cennet Muhallebicisi, karşı sırasında Peykane Sokağı'nın girişinde Çemberlitaş sinemalarının altında Büyük Muhallebici. Bunların sahipleri de Kastamonulu idiler. Şimdi bir parantez açıyorum: 60'lı yılların sonuna doğru Binbirdirek'ten iki blok aşağıda, (aşağı yukarı 450 yıllık bir tarihi olan ) Dizdariye Çeşme Sokağı'na taşınmıştık. Orada civarın ilk apartmanları inşa edilmişti. Bir çoğu Bizans yapıları, mazgalları üzerinde yer alıyordu. Bu Bizans yapılarının bazısı kömürlük, depo vb işlevi görürlerdi. Mesela, duvarlarında freskoları olan 2-3 katlı bir hamam yapısı bakkalımızın deposuydu. Daha sonraki yıllarda, Özal ailesinin bir kaç dairesine sahip olduğu "Selamet Apartımanı" tam bu hamam yapısının önüne yasalara aykırı olarak dikildi. Mahalleli bu inşaatı durdurmak için çok uğraştı ama başaramadı. Bu inşaatla birlikte, o zaman aynı zamanda bizim oyun alanımız olan bu Bizans hamamından zorunlu olarak uzaklaştık. "Selamet" gericiliği devrinin yükselmeye başladığı erken yetmişli yıllar... O hamam şimdi ev haline getirilmiş. İçinde yaşayan aile veya aileler var. Sokağımızda artık apartman olarak kullanılan taş konaklar vardı. Bunların birinde bir kaç Alman aile otururdu. Sanırım bazısı Siemens'de çalışıyordu. Gayet kültürlü insanlardı. Onlardan biri olan, mahallelinin "Matmazel" diye hitap ettiği yalnız yaşayan 35-40 yaşlarında olduğunu sandığım bir hanım sürekli klasik müzik dinler, bana da dinlettirdi. Bana hediye ettiği opera plaklarını hala saklarım. Bana klasik müziği ve operayı daha 8-10 yaşlarımdayken o hanım sevdirmiştir. Mütteşekkirim. Aklıma gelmişken, caminin hemen bitişindeki bir apartmanda da Nazi subayı olduğu halde ( yüzbaşı olduğu söylenirdi) savaştan sonra yargılanmamak için Türkiye kaçmış olduğu iddia edilen hiç güldüğünü görmediğim Alman asıllı bir zat vardı. Eşi Türktü. Adam avukatlık yapıyordu. Oğlu arkadaşımız olmasına rağmen bir kerre bile hiçbirimiz ona babasıyla ilgili bir soru sormadık. O zaman bu tür, insanların etnik ya da dinsel menşeiyle ilgili sorgulamalar, konuşmalar doğru karşılanmazdı. Ya bugün ? Her neyse. Apartmana taşındıktan sonra evlilik çağına gelmiş kızları olan komşularımız, bu kızların nişanlı oldukları erkeklerle birlikte dolaşmasına izin vermez, yanlarına güvendikleri bir erkek çocuğu katarlardı. Bakınız bu aileler o zamana göre modern, hepsi cumhuriyetçydiler. Ama mahalle kültürü bunu gerektiriyordu herhalde. Ben de o erkek çocuklarından biriydim. Dolaşmalar sırasında, genellikle önce muhallebiciye ya da pastaneye gidilir, oradan da sinemaya... Valla ne yalan söyliyeyim çok işime geliyordu. Hatta yediklerimin lezzetinin verdiği rehavetle, nişanlı çiftlerin ufak tefek kaçamaklarına göz yumuyordum. O kadar da tembihli olmama rağmen... İşte o zamanlar en sık gidilen muhallebici, sinemaların altında, çeşidi bol ve büyük olması nedeniyle Büyük Muhallebici idi. Parantezi kapatmadan önce mahalle baskısına örnek olsun diye Divanyolu'nda daha Lale Muhallebicisi ("Pudding Shop") olmadan önce "şekerci" olan mekanda 50'li yıllarda flört eden çiftlerin devam etmesi, mahallenin "delikanlı" ağabeylerini rahatsız etmiş, mekan sahibi İdris beyamca uyarılmış. Uyarılara aldırmamış olmalı ki, bir akşam dükkanını kapattıktan sonra darp edilmiş. Darp eden de sonradan apartman komşusu olduğumuz, teknik öğrenim görmüş, o zaman pek nadir rastlanan bir şekilde, bir kaç kez Avrupa turuna çıkmış, batılı yazarların romanlarını okumayı seven hem muhafazakar Atatürkçü hem akşamcı, bu arada, Mithatpaşa'daki maçlarını kaçırmayan, "cefakâr" Beşiktaş taraftarı (60'lı, 70'li yıllarda Beşiktaşlı olmak cefaya katlanmak manasına geliyordu) Muhsin bey amca. Şehirli bir adamdı. Taşralıları sevmez, hatta "bela" gibi görürdü. Ermeni asıllı eşiyle restoranlarda, davetlerde dans ederlerken çekilmiş fraklı, tuvaletli fotoğraflarını ölümünden sonra oğlu göstermişti. Kendisi bana olayı ölümünden biraz önce anlatmış, o zaman mahalle adabının bunu gerektirdiğini söyleyerek kendisini savunmuştu. Aynı mekanı işletmeyi sürdüren İdris beyamcayla da ölüne kadar arkadaşlıkları devam etmişti. O zaman suriçi İstanbulunda halen gayrimüslim tabir edilen ailelerle "Türk" tabir edilen (Dikkat ediniz, "Gayrimüslim" karşısında "Müslüman" değil, "Türk". Herhalde Cumhuriyetin dili artık egemen olduğundan) aileler aynı binalarda komşu olarak birlikte yaşıyorlardı. Bizim binada da bir kaç Ermeni ya da Ermeni asıllı aile yaşardı. Hatta buna basit bir komşuluk yaşamı değil, iç içe bir yaşam denebilirdi.
Şimdi bakınız, İstanbul'da tarihi kalıntıların hemen hemen 80'li, neo-liberal yıllara kadar iyi korunmuş olmasının nedeni, üzerlerinin kalın bir toprak tabakasıyla örtülmüş olmasıdır. İstanbul'da geleneksel ahşap mimari, temel işlevi gören taşlar ve zemini sağlamlaştırmak için yerleştirilen meşe veya şimşir tabir edilen kalasların üzerine ahşap malzemeden bina çıkmak şeklinde gerçekleştirilirdi. Yangınlardan sonra geriye taş, toprak ve moloz yığını kalırdı. Sonra yeni binalar, eğer yangın bakiyesi temizlenmişse, tekrar bunların üzerinde aynı şekilde inşa edilirdi. Bir başka faktör, Osmanlı devrinde, tepelere kondurulan camilerin temel kazılarından çıkartılan epey hacim tutan toprak, yakın çevreye taşınır, dökülürdü. Mesela Nuruosmaniye Camisi yapılırken, temel kazısından çıkan toprak, bu adliye binasının, sonradan Firuzağa mahallesinin de üzerinde kurulacağı alana dökülmüş. Burada ilk kazılar kısmen 1935'te yapılmış. Ulaşılan kalıntılar korunmuş. Menderes devrinde, Divanyolu'nu genişletme çalışmaları sırasında bu mahalle buradan kaldırılınca alttaki Bizans yapıları kalıntıları nispeten iyi durumda ortaya çıkartılmış. Bugün Antiokus ve Lausos adlı iki Bizans zenginin sarayının bakiyesi olarak görülen etrafındaki yapı parçalarıyla dairesel alanı görüyoruz. Daha batıya ve güneye doğru, çoğu Adliye binasına dayanan ve onun altında kalmış olan kalıntılar, özel erken dönem hıristiyan şehitlerden kabul edilen Euphemia'nın şehitliği (Martyrion). Şimdi bu azize Euphemia (yukarıda kazılarda bulunan bir ona atfedilen bir kadın portresinin bulunduğu bir mermer parçası var. Dikkat ediniz saçı görünmüyor. Başı kapalı yani). Kadıköylüdür. Henüz hıristiyanlığın resmi din olaarak kabul görmediği ama bir popüler din olarak yayaılmakta olduğu 300'lü yılların hemen başlarında Kadıköy'de (Kalkedon) sıradan bir hristiyan vatandaş olarak yaşamını sürdürüyor. Birgün bir Pagan festivaline onun da katılması isteniyor. Reddediyor. Muhtemelen hristiyan söylemine dayanarak paganlar aleyhinde laflar ediyor. Tutuklanıyor. İşkencelere maruz kalıyor ve öldürülüyor. Tabii bunun bir hıristiyan hikayesi olduğunu unutmayalım. Din peygamberleri, aziz ve azizeleri, kısacası dinsel kahramanlar bu tür geriye doğru, egemenlerce verilen siparişler üzerine, tarih yazımlarıyla kurgulanıp, imal ediliyor. Üzerine tarihsel kurgu yapılan şahıs o kurgudakiden son derece farklı bir kişidir haliyle. Aslında o çıkış noktası olarak kullanılan gerçek, somut kişinin bir önemi de yoktur. O bir tür kalıp işlevi görür. İhtiyaca göre kaplama yapılır. Neyse. Kadıköylü azize hanım adına daha sonra Kadıköyünde (Sanıyorum, Haydarpaşa tarafında) bir kilise inşa edilir. Kemikleri oraya taşınır. Bu hanım şehir tarihindeki ilk iki hıristiyan şehidinden biridir. Sasanilerle yapılan bir savaş sırasında, Sasani ordusunun buraya doğru yürümesi ihtimali belirince, azize hanımın kemikleri bu kez şimdiki Adilye Sarayı'nın bulunduğu yerde inşa edilen bir türbeye taşınır (Neden orası seçilmiş, yanıtını bulamadım). Bizans devrinde, özellikle erken devirde, en itibar gören, en popüler ziyaret yeridir. Bugünkü Eyüp Sultan'la kıyaslanabilir. Buradaki türbe yapısı da uzun zaman toprak altında kalmıştı. Ayasofya'nın Marmara'ya doğru paralelinde bulunan Adliye binası (eski Bizans senato ve hapishanesinin olduğu yer yani) 1939'da yanınca şimdiki adliye binası, İbrahim Paşa Sarayı'nın arka tarafında, 1920'lere kadar kullanılan hapishane binasının olduğu alanda inşa edildi (Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları'nda bu hapishaneden söz eder). Temel kazıları sırasında bir çok eser gibi, bu yapı da ortaya çıkartıldı. Benim çocukluğumda, kalıntılarının üzerinde kulübe gibi bir bina vardı. Halen de var. Herhalde adliye arşivi olarak kullanılıyordu. Yalnız bir duvar kalıntısı üzerinde bir kaç silik fresko gördüğümü hatırlıyorum. Yapının içi tıkabasa dosyalarla dolu idi. Bu civarda itibarlı kişilere ait saray ya da saray gibi yapıların yoğun olduğu düşünülebilir. Mesela bu alanın batıya doğru yukarısında yer alan, Binbirdirek sarnıcı üzerindeki şimdiki parkta (Bu arada, ben de bu parkın bulunduğu alanı çevreleyen Klodfarer Caddesi'ne bağlanan sokaklardan birinde -Işık Sokak- doğdum. Çocukluğum da burada geçti) Phileksenus'un sarayı vardı. Phileksenus çok zengin bir zatmış. Bu sarayını imparator Büyük Konstantin'in ricası üzerine yaptırıyor. Şehre ziyarete ya da diplomatik görüşmeler yapmaya gelen gelen ecnebi misafirlerin kalacağı bir yer lazım. Bu amaçla yapılıyor. Herhalde 300'lü yıllarda. Yani bu saray o zaman bin küsur yıl sonra inşa edilecek İbrahim Paşa Sarayı gibi bir işlev görüyor. Bu Phileksenus Sarayı'na su temini için altına da bir sarnıç yapılıyor. O saray yapısından eser yok ama altındaki sarnıç duruyor. Şehirdeki en eski kapalı sarnıçtır. Bugün içine edilmiş halde olsa da... Üzerindeki alan park olarak işlev görüyor. Çocukluğumda, park bekçisi çok saf, çok temiz bir Zaralı Alevi dedesiydi. Adı Celal idi. Celal amcanın kızı Zühre abla evimizde anneme yardımcı olarak çalışırdı. Bu sayede, sık sık bu sarnıca girer saklambaç oynardık. Sarnıcın dev projektörlerini Celal amca bizim için yakardı. Nadiren de turist kafileleri uğrardı. Onlarla da inerdik. Giriş bekçi kulübesiden yapılıyordu. Dar merdivenlerle aşağıya iniliyordu. Adliye'nin girişi karşısındaki kapı henüz açılmamıştı. Sarnıcın Ayasofya'ya doğru kısmından hep su sesleri gelirdi. Korkar, o tarafa doğru gitmezdik. Tabii sonradan üzerine Osmanlı paşaları ve ileri gelenleri kendi konaklarını ya da konutlarını inşa ettiler. 60'lı yıllarda bile yaşlılar, burayı "Fazılpaşa" olarak çağırırlardı. Hikayeye göre, Kara Fazıl Paşa bir 17 yy paşası. Konağını burada inşa etmiş. Hatta padişah 1.Ahmet onu bu konakta ziyaret etmiş. Ölünce kızına intikal etmiş. Güya kızı burada seks alemleri tertip edermiş (Mahalle olur da dedikodu olmaz mı? Hele bir kadın veya erkek orada yalnız yaşıyorsa...). Sonra da 4.Murad, paşanın "iffetsiz" kızını bizzat öldürüp, konağı yıktırmış falan. Çocukluğumda bu mealde bir hikaye anlatılırdı. Halbuki bu mahalde bulunan bütün binaların 1660 yılında çıkmış, İstanbul'un yaşadığı en büyük yangın olduğu söylenen, Ayazmakapı (Bugünkü Unkapanı civarı, o devirde kereste depoları oradaydı) yangınıyla kül olmuştu. Bundan sonra uzunca bir zaman da alanın boş kalmış olduğu tahmin edilebilir. Burada 17.yy'da yapılmış büyük bir konak olduğunu sanmıyorum. O zaman daha büyük konaklar devri, bildiğim kadarıyla, başlamamıştı. İstanbul'da öyle şaşalı bina sayısı bir elin parmakları kadar bile yoktu. Bu tip binaların inşası 18.yy'da, Lale Devri'nde başlamıştı. Sonra 17.yy'da yanmış bir konağın ve bulunduğu mahallin adını söz konusu konaktan almış isminin, yakın zamana kadar korunmuş olması da İstanbul için pek sık rastlanan bir olgu değil. Yani bu popüler hikaye dayanaksız. Sanıyorum bu semtin bir dönem "fazılpaşa" olan adı, şimdi Eminönü Belediye binasının bulunduğu 1910 tarihinde yapılmış Arif Paşa konağının (Bu konak da Bizans İstanbul'unun üçüncü büyük kapalı sarnıcı olan Theodosius -Şerefiye -Sarnıcı üzerine inşa edilmişti ) doğuya doğru karşı köşesinde, şimdi Piyerloti Oteli'nin bulunduğu alanda , Genç Osmanlılar hareketinin kurucularından Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa'nın inşa ettirmiş olduğu görkemli konaktan almış olmalıdır. Hatta Paşa, konağı devrin entelektüellerin toplanma yeri olmasına izin vermiş, gelgelelim zamanla, Malik Aksel'in dediğine göre, burası kumar oynanan bir kulüp haline gelmiş. Hatta ona göre, İstanbul'un (herhalde suriçini kast ediyor) ilk ve yegane kumarhanesi olmuş. Tabii, amiyane tabirle, bir çok ocak bu yüzden sönünce, şehir halkının şikayetleri üzerine, kapatılması için ferman çıkmış. Bu konağın bir blok doğusunda bulunan Klodfarer Caddesi'nin tramvay yoluna doğru baş tarafında şimdi otel olan binanın bulunduğu apartımanın zemin katında, ben ilk okula yeni başlamış olduğum 1966 senesinde, yani İstanbul'da diskotek modasının başladığı yılda, bir diskotek açılmıştı. Mahallede kıyamet kopmuştu. Kapısında "18 yaşından küçükler giremez" ibaresi vardı. O zaman adı artık Binbirdirek olmuş mahallede genel olarak Rumeli kökenli, hali vakti iyi, bir çoğu yüksek öğrenim görmüş, bir çoğu Avrupa'da bulunmuş insanlar otururdu. Bir çok hekim, diş hekimi muayene/evi bulunuyordu. Mesela hiç gerici yoktu. Hatırlamıyorum. O zaman büyüklerin tepkilerinden anladığımız, bu diskoteğin "randevu evi" türü bir yer anlamına geldiğiydi. Daha önce bu "diskotek" ismini mahalle çocukları olarak hiç duymamıştık. Muhtemelen büyüklerin de çoğu ilk kez duyuyorlardı. İşletmecisi de gayet nazik bir beyefendiydi. Müdavimlere gelince, güzel otomobilleri olan iyi giyimli güzel insanlardı. Sonra civardaki apartman kapıcıları harekete geçirildi. İmzalar toplandı. Diskotek kapatıldı. "Mahalle baskısı"nı ilk kez o zaman idrak etmiş olmalıyım. Bu kez baskı yüzleri Batı'ya dönük insanlardan geliyordu. Bu diskoteğin 50-60 metre kadar yukarısında, parkın hemen karşısında, İstanbul'da o zaman yer alan az sayıdaki iyi otelden birisi olan, Klodfarer Oteli vardı. Bu otelin bodrum katında, hafta sonları cazband çalar, çiftler dans ederdi. Özellikle yılbaşı geceleri kaldırımdaki mazgal demirlerinin üzerine yatarak aşağıdaki salonda dans edenleri, istiridye kabuğu şeklindeki dekorlar içinde enstrümanlarını çalan müzisyenleri izlerdik. O zaman otelde kalan yabancı turist pek nadirdi. Şehirde de pek yoktu zaten. Nurcuların lideri Sadi Nursi de, Demokrat Parti devrinde İstanbul'da bulunduğu vakit zaman zaman bu otelde kalırmış. Her neyse, Fazılpaşa konağı, Talat Paşa'nın Türk-Alman dostluk yurdu olarak tasarladığı devasa bir kültür kompleksi için düşünülen inşaat alanında bulunduğundan ( yakındaki bir sokağın adı bugün Dostluk Yurdu" dur) , Talat Paşa'nın sadarete getirildiği 1917 yılında istimlak edilmiş, savaştaki çöküşten sonra malum nedenlerle bu kompleksin yapımından vazgeçilince, 1920'lerin başında tamamen yıktırılmıştı. Ancak semtin adı bu konak yüzünden "fazılpaşa" olarak kalmış olmalıdır. Cumhuriyet'in erken zamanlarına kadar ünlü jinekolog, modern jinekolojinin kurucusu, "sarayın hekimi" sanına sahip Prof .Besim Ömer Paşa'nın (1862-1940) konağı da buradaydı. Bugün Babıali Halıcılar Çarşısı olan bina Ömer Besim Paşa'nın parizyen tarzda yaptırdığı, pencereleri kepenkli binaydı. Çarşı olunca bir çok özgün özelliğini yitirdi tabii. Babıali Caddesi üzerinde, aşağı yukarı eski İstanbul Kız Lisesi binasının karşısına rastgelen yerdedir. Konağın ünü hocanın kendi ününü aşmış, insanlar bu modern taş yapıyı seyre gelirlermiş. Ben Kız Lisesinin önünde bulunan Büyük Reşit Paşa İlkokulu'nda ilk mektebe başladığımda bu konağın birinci katında bir aile meskun idi. Öbür katları sanki boştu. Birinci katın altında balkon işlevi de gören, korkuluklarla çevrili bir bir alan vardı. Orada küçük bir çocuğun yaşlıca bir hanımın nezaretinde zaman zaman oynadığını hatırlıyorum. Halide Edip de, meşrutiyetten sonra bir müddet buradaki bir binada kiracı olarak oturmuş (2.Meşrutiyet'ten sonra "siyasal şehir", vaktiyle taşınmış olduğu Boğaz tarafından, adeta bu tarafa geri dönüyor. Herhalde İttihat ve Terakki Merkezi Umumi'sinin bu civarda bulunmasının da bunda payı olmuştur. Çünkü önemli siyasal kararlar orada alınıyordu. Yani şimdi metruk haldeki eski Cumhuriyet Gazetesi binasında. Bu konak o zaman popüler olarak iki şekilde çağrılırdı: "kırmızı konak" veya "şeref efendi" . Birincisi, konağın o zaman ki rengine; ikincisi, bulunduğu sokağın adına atfedilirdi. Bu yüzden olsa gerek, önemli İttihatçi ricalin ikametgahları da genellikle Cağaloğlu, Fazılpaşa, Nuruosmaniye, Divanyolu civarında idi. Mesela, Ziya Gökalp Nuruosmaniye'de, İttihatçıların son Hariciye Nazırı Ahmet Nesimi (Sayman)bey Cağaloğlu, Mahmudiye Caddesi'nde (sonra Babıali Caddesi oldu)otururdu. Bu arada bir çok Jöntürk ve İttihatçının mezarları da, yine bu mahalde, 2.Mahmut Türbesi'nde yer alıyor. Bilindiği gibi, ilk doktor muayenehaneleri de bu civarda ve Cağaloğlu'nda açılmıştı. Benim çocukluğumda hâlâ çok sayıda doktor muayenehanesi bu civarda yer alırdı. Mesela bizim Klodfarer Caddesi'nde ünlü doktorlar vardı. Evleri de buradaydı. Bir çoğu muayenehanelerinin arka kısımlarını ev olarak kullanırlardı. İlk aklıma gelen, Nazım Hikmet'le dostluklarından söz eden, kendisinden onunla ilgili bir balo hikayesi dinlediğim merhum Dr Lami Topuzlu, sonra Prof. Osman Barlas. Sadece Klodfarer'de 3-4 tane diş hekimi vardı. Ama bu civarda ilk muayenehane, geç Osmanlı devrinin ilk belediye başkanlarından, 2.Abdülhamid'in meşhur şeyhülislamlarından Cemalletin Efendi'nin damadı, dostumuz cerrah Prof Cemallettin Topuzlu'nun dedesi, Prof.Cemil Topuzlu'ya aitti. İlk özel muayenehaneler onunla başlar. Daha önceleri doktorlar, muayene hizmetini eczanelerin arka bölümlerinde kendileri için ayrılan yerlerde yaparlarmış. Hatta buralarda ameliyat yaptıkları dahi olurmuş. Yine laf lafı açıyor. farkındayım. Besim Ömer Paşa ve büyük hikayecimiz Sabahattin Ali arasında geçen bir hikayeyle bitireyim. Besim Ömer Paşa'nın Cağaloğlu'ndaki yukarıda sözünü ettiğim konağında bir gece uykusu kaçmış. Pencereden dışarıyı seyrederken, konağın arka tarafında, Çatalçeşme'de, Cağaloğlu Kız Sanat Okulu'nun bir alt adasında bulunan o zaman ki adıyla (yatılı) Muallim Mektebi'nin çatısında uyur-gezer bir gencin dolaştığını görmüş, sene 1920, hemen uşağını gönderip, okuldaki nöbetçi hocaları uyandırmış, çocuğu oradan indirmişler. Bu çocuk Sabahattin Ali imiş. Bu hikaye ressam Malik Aksel'in (1903-1987) İstanbul'un Ortası adlı kitabında var. Şimdi mevzumuza geri dönebiliriz. İstanbul'da Bizans devri bakiyesi yüzlerce sarnıç olduğu biliniyor. Tabii bunlardan suyun taşındığı çok sayıda Bizans ve Osmanlı devri su yolları ve kanalları, yapılarla bunlar arasında bağlantıyı sağlayan dehlizler vardı. Bir tanesi, sonradan taşındığımız, biraz aşağıdaki, Dizdariye Çeşme Sokağı'ndaki evimizin hemen altındaydı. İki kişi yan yana rahat rahat yürüyebilirdi. Eskiler, Kumkapı taraflarına kadar gittiğini iddia ederlerdi. Çocukken el fenerleriyle zifiri karanlıkta, yüz, iki yüz metre kadar yürüdüğümüzü sarnıç ve nem kokusu aldığımızı, ayaklarımız çamura batınca korkup geri döndüğümüzü hatırlıyorum. Sonradan olası bir hırsızlığı önlemek için ince bir duvarla bağlantısı kesilmiş, ortaya çıkan alan da kömürlük işlevi görmüştü. Bu Adliye civarında, Peykhane Sokağı'nda ve daha aşağılara doğru epey bir Bizans ve Osmanlı devri kalıntısı yapılar olduğunu tahmin etmek zor değil. Bir çoğunu da çeşitli amaçlarla yapılmış kazılar esnasında görmüştüm zaten. Bir örnek olsun, Dizdariye Çeşme Sokağı'nda 70'lerin ikinci yarısında, Özal biraderlerin de daire sahibi olduğu Selamet Apartımanı kondurulmadan önce, orada hayli iyi durumda günümüze kalmış bir Bizans devri hamamı olduğu söylenen yapı vardı. Çocukken oyun alanlarımızdan birisiydi. Duvarlarında erkek ve kadın figürleri bulunan freskoları hatırlıyorum. Önüne apartman inşa edilince, arkasında kaldı. Sonra da bir aile işgal etmiş olmalı. Yine mesela üzerinde İran Mektebi'nin bulunduğu alan ve onun karşı köşesinde yer alan binalar, temel kazısı yaptırılmamış olduğu için yükseltilmiş bir zemin üzerinde dururlar. Ancak son zamanlarda buradaki bazı binalar otele dönüştürülünce o kalıntılar da, kuvvetle muhtemeldir ki, imha edildiler. Turizm eski şehri yok etmek üzere. Neyse, molozlardan söz ediyorduk, mesela Sultanahmet Camisinin temel kazısı (1609) sırasında çıkan toprak kütlesi de halen caminin kıble tarafında görülen arasta alanına dökülmüş. Büyük bir kısmı da hipodroma dökülmüş olmalı. Zemin bu yüzden bir hayli yükselmiş. Bugün Arasta 'da yer alan mozaik müzesinin üzerine inşa edilmiş olduğu Bizans Büyük Sarayı'nın avlusu 3 metre toprak altından çıkarılmış. Semavi Eyice, 5 ve 6 . yy'daki erken Bizans İstanbul'unun zeminin bugünkü şehrin zeminine göre yaklaşık 10 metre daha aşağıda bulunduğunu söyler. Çocukluğumdan biliyorum, Sultanahmet civarında basit bir su, telefon kazısında dahi tarihi kalıntılar ortaya çıkardı, o zaman üzerlerinin hemen örtüldüğüne bir çok kez tanık olmuştum. Ancak bu neo-liberal devirde artık örtmüyorlar, yıkıyorlar.
|
Bayraklı bina Cağaloğlu'nda Prof Ömer Besim Paşa'nın şimdi Halıcılar Çarşısı'na dönüştürülmüş konağı.
|
Soğukçeşme sokağından Ayasofya'nın ikinci versiyonun kalıntıları |
|
Ayasofya'nın karşısında şimdi Four Seasons Oteli tarafından gasp edilmiş bulunan alanın güneydoğusunda (yani Tevkifhane sokağına bakan tarafta) Bizans'ın büyük sarayının ana girişi olan Halke kapısı vardır. Bu kapının hemen üst tarafında 10.asrın ilk yarısında yapılmış bir şapel olduğu biliniyor. 18.asrın sonlarında veya 19.asrın hemen başında Ermeni coğrafyacı İnciciyan tarafından yapılmış yukarıdaki resmi Semavi Eyice bulmuştu. Bu kilise Osmanlı devrinde Arslanhane ve Nakkaşhane olarak kullanılmıştı. Bodrum hücrelerinde sultanların aslanları vardı. En üst hücrelerinde de nakkaşlar (minyatür sanatçıları) çalışıyorlardı. Bu yapı 1804 yılında geçirdiği bir yangın sonrasında yıktırılmış. Kilisenin evvelce bulunduğu yeri de kapsayan bu alana sonra ilk Darülfünun binası ahşap olarak mimar Fossati tarafından (1848) inşa edilmiş. İnşaatı hayli uzun sürmüş. Sonra ilk Meclis-i Mebusan binası ardından da İstanbul adliyesi olmuş. 1933'de çıkan bir yangınla kül olmuş. |
Bugün Aya İrini'nin hemen kuzeye Topkapı Sarayı'na ve doğuya, denize bakan yüzlerinin önlerinde bulunan Sampson Zenon adıyla anılan şifahane/misafirhane ve manastırın kalıntılarını 1928'den sonra aşama aşama yapılan kazıların neticesinde görebiliyorduk. Bu kazılar binayı rutubetten korumak için etrafındaki toprağı kazıp atarak, etrafını boşaltmak amacına da hizmet etmekteydi. 1950'lerin sonuna doğru, yine merhum dostumuz Feridun Çeliksoy beyin girişimleriyle kazılar bizim bu kafetarya yapılana kadar göremediğimiz güney ve güneybatı taraflarını (yani Ayasofya tarafını) da kapsayacak surette genişletiliyor. Gelgelim, Sur-u Sultani'yi, yani sarayı çevreleyen Fatih'in yaptırdığı surları tehlikeye atmamak için ilerleme kaydedilemiyor. Bugünkü haliyle bırakılıyor. Bununla beraber, kalıntıların Ayasofya avlusuna doğru devam ettiği görülüyor. Söylemeyi unuttuk. Kilise 738'deki (Mamboury'de bu tarih 740 olarak geçiyor) büyük depremden de ağır yaralar alarak çıkıyor. İmparator 3.Leon (yine bazı kaynaklar da 5.Konstantin'in adı veriliyor) tarafından biraz daha genişletilerek tekrar onarılıyor.
857 senesinde, yani Bizans kiliselerindeki tasvir kırıcılığı devri sürerken (bu sıralarda İslam dini artık bir yüzyıl öncesine göre tekamül etmiş, fetihleri izleyen yıllarda, siyasal etkilerinin genişleyip artmasıyla, kendisini teolojik olarak da netleştirmiş ve sadece siyasal olarak değil, teolojik olarak da, farklı yeni bir din olduğuna rakiplerini ikna etmiştir. 9.yüzyıl, İslam dinsel öğretisinin kesin çizgileriyle belirlenmiş ve tamamlanmış olduğu bir çağdır. "İslam dünyası" bir vak'a haline gelmiştir. Bizans bu dünyanın sınırlarında yer aldığı için karşılıklı etkileşim kaçınılmaz olmuştur. Bu sıralarda İslam'daki tasvir yasağı Bizans dünyasına da sirayet etmiştir), Aya İrini, yine çok önemli bir teolojik (ve tabii siyasal) tartışma ve mücadelenin adeta kentteki üssü haline gelmiştir. Birbirini izleyen iki Patrikten, tasvir kırıcılık taraflısı İgnatius baskılar altında geri çekilince, tasvir yanlısı yeni patrik Phobius'un anlayışını doğru bulmayan İgnatius'a bağlı piskoposlar Aya İrini'de bir araya gelerek Phobius'un aforozunu talep etmişlerdi. Roma'daki Papa ve İstanbul'daki yeni patrik, hıristiyanlığın İslam etkisi altına girme eğiliminden kaygı duymaktaydılar. Bir süre sonra İstanbul'da toplanacak bir başka Konsül tasvir kırıcılığı devrine son verecektir.
Bu kilise Yunan haçı tabir edilen şekilde yapılmış ilk kilise olma özelliğine de sahiptir. Basilik mimari tarzla Yunan haçı formu ilk kez bu yapıda birlikte tatbik ediliyor. Bugüne intikal etmiş atriumlu (Mimarlık lisanında, çevresi revakla çevrili avlulu bir mekan anlamına geliyor. İçine girmiş olanlar gözlerinde canlandırsınlar) tek Bizans kilisesidir.
Bununla birlikte, nedense bu kilise arkeologlardan, sanat tarihçilerinden, mimarlardan pek ilgi görmemiştir. Kilisenin etrafında yapılmış kazılarda bulgular hiç bir zaman doyurucu şekilde izah edilememiş, yeniden sanal bir yapılandırması gerçekleştirilememiştir. Yani, etrafındaki yapıların mimari özellikleri ve işlevleri izah edilememiştir. Bir maket halinde iyi tanımlanamamışlardır. Ben araştırdım. Bulamadım. Herhalde Topkapı Sarayı avlusunda cephanelik işlevi görüyor olması ya da saraya dahil bir bina olduğu için Osmanlı devrinde 2.Meşrutiyet'e kadar kilisede inceleme yapılmasına sıcak bakılmamış olmasıyla alakalıdır. Millingen bunu teyit ediyor. Hatta 1848'de Fossati Ayasofya'ya bakım yaparken bir batılı araştırmacı, Fossati'nin aracılık etmesiyle, kilisenin mimari özelliklerini ve son halini tespit etmek için bir izin koparmış. Gelgelelim bu izin çok kısa süreli ve kısıtlı olmuş.
Bugün konser salonu olarak kullanılan kilisenin içinde yer alan balkonun özgün yapıyla hiç bir alakası yoktur. Muhtemelen müzeye dönüştürüldüğü sırada ilave edilmiştir. Bugünkü giriş kapısı da öyle. Muhtemelen ana giriş batıda idi. Bir başka noktada, özellikle kilisenin kuzey ve doğu kısımlarında görülen güçlendirici payandaların Ayasofya'daki orijinal tuğla payandaları hatırlatıyor olmasıdır. Adeta aynı ellerden çıkmış gibi.
Dışardan bütün Bizans kiliseleri gibi sade ve mütevazi görünüme sahipken, bütün Jüstinyen yapıları gibi içerileri süsleme sanatının zengin ve göz alıcı malzemeleriyle dekore edilmiştir. Bu yapıda da bugün çoğu yok olmuş zamanının seçkin mozaik ve mermer işçiliği örneklerinin kullanılmış olduğu biliniyor. Bugün bu göz alıcı mozaikleri kısmen kilisenin apsis kısmında temaşa etmekteyiz. Burada bulunan büyük haça beş altı (belki daha fazla) basamakla çıkılır. Bu, İsa'nın Golgota tepesinde çarmıha gerilmiş olmasını temsil ediyor.1936'dan itibaren yapının -resimlerde gördüğünüz- güneyinde yapılan kazılar sırasında mozaikler, çanak çömlek, mermer sütunlar bulunmuş.
Kazılarla birlikte toprak altında kalmış pencereler dolayısıyla bodrumu ya da bodrum galerileri olduğu da anlaşılmıştır. Bu yapıya ilerde yine döneceğimizi umuyorum. Yalnız şunu da hatırlamışken söyleyeyim: Bu Sampson Zenon kompleksinin bulunduğu sahanın altında,( halen Topkapı Müzesi'nde görevli olan en eski arkeologlardan, saray civarındaki kazılara katılmış uzmanlardan olan Prof Hülya Tezcan hanımefendinin değerli kitabından [Topkapı Müzesi Çevresinin Arkeolojisi] okuduklarımdan belleğimde kalmış) geniş bir sarnıç vardır ki, Soğukçeşme sokağı evlerinin bir kısmının altına kadar gider. Okuduklarımdan sandalla dolaşılabilecek kadar geniş ve yüksek bir sarnıç olduğu aklımda kalmış. Hatta o suyun üzerinde bulunan evlerde oturanlar buzdolabına ihtiyaç duymazlarmış.
Bu kilisenin şifalı bir suyunun olduğu ilgili Bizans kaynaklarında bahis konusudur. Binanın yanında bulunan ve aşağıya inen merdivenlerden herhalde "şifalı" su kaynağına iniliyordu. Nitekim, Prof Eyice (Istanbul: Petit Guide A Travers Les Monuments Byzantins et Turcs)adlı kitabında, 1928-9 yıllarında yapılan kazı çalışmaları sırasında L şeklinde üç odalı büyük bir sarnıca rastlanmış olduğunu belirtiyor. Benim çocukluğumda, kilisenin güneydoğusunda yerde bulunan her daim kilitli saçtan bir kapağın muhtemelen o yıllarda sarnıçla yukarıdan ulaşımı sağlamak amacıyla yapılmış olabileceğini tahmin ediyorum. Halen civardaki yeşil alanların sulanmasında bu sarnıçlardan istifade ediliyor olabilir. Bu arada, Sur-u Sultani, Ayasofya ve bu yapının görsel bütünlüğünü aradaki bir "taş perde" gibi bozuyor. Bu gözlemimi de geçerken aktarmak istedim.
|
Kilisenin güney cephesine doğudan bakış |
|
güneydoğudan güneybatıya bakış |
|
Muhtemelen tasfiye edilen Darphane'den arta kalan bir makine aksamı ve bir salon izlenimi veren öndeki kalıntı |
|
Kiliseyle bağlantılı bir dehliz olsa gerek |
|
güneyde arkalı önlü odalar |
|
Güneyde muhtemelen binalar kompleksini bibirine bağlayan bir kapı ya da giriş duvarı. Prof Semavi Eyice buradaki kalıntıların erken dönem bir Bizans patrikhanesine ait olabileceğini söyler. Bu civarlarda erken zamanlarda bir patrikhane olduğu biliniyor. |
|
Bu sütunlar bir atriumun bakiyesi olabilirler mi? |
|
Osmanlılar bolca duvar örmüşler |
|
Kilisenin güneybatısından güneydoğusuna uzanan tuğla su ya da pis su borusu diyelim. Büyüterek bakınız. O devirde böyle bir altyapı... |
|
Kilisenin güneydoğusu |
|
Muhtemelen Darphane bakiyesi bir makine parçası daha |
|
Bodrum kapı ya da penceresi |
|
Darphane bakiyesi olmalı |
|
Kilisenin doğusunda yer alan kalıntılar. Hemen önde bir kaide üzerinde durduğu nu tahmin ettiğim geniş bir sütunun bakiyesi |
|
Aya İrini güneydoğusu. Çok önceden yapılmış kazılarda ortaya çıkarılmış kalıntılar. |
|
Aya İrini Topkapı Müzesi tarafından. Arkada Ayasofya |
|
Aya İrini arkamızda kalıntılar hemen surun yakınına kadar uzanıyor. Duvarın çökmemesi için daha ilerisi kazılmamış.Sur-u Sultani'nin bu taraflarında da saraya alınan ilk devşirme çocuklar kariyerlerine başlarlardı. Kafaları kazıtılır. Uzun beyaz bir entari giydirildi. başarılı olanlar için buradan Saray'a doğru basamak basamak ilerleme başlardı. |
|
Bu bonus bir fotografi. Topkapı Müzesi bilet gişelerini geçince hemen sağda bulunan meşhur Cellat Çeşmesi. Bu çeşmede ne kelleler uçurulmuştu. Ne sadrazamlar, vezirler, ağalar... Kan bu kurnalardan suya karışıp akar giderdi. Cellat kanlı baltasını, kasaturasını ya da usturasını bu çeşmede yıkar. Yalağın yanında bulunan sütunumsu taşta da ("ibret taşı") kesik kelleyi ibret olsun diye teşhir ederdi. Özgün olarak bu çeşme sarayın daha iç kısımlarında bulunmaktaydı. Yanılmıyorsam, yeni saraya taşınıldıktan sonra bu çeşme şimdi bulunduğu yere taşınıyor. (Osmanlı sarayının bu tür vahşet hikayeleriyle anılmasından rahatsız olan "Osmanlı muhibbi" kimi tarihçiler bu çeşmeyle ilgili söz konusu iddiaları reddediyorlar. Budur ya da değildir, ancak sarayda böyle bir işlev gören ve çeşme veya çeşmelerin varlığı yadsınamaz) . |
Kilise, Osmanlı devrinde camiye çevrilmiyor. Silah ve askeri mühimmat deposu olarak kullanılıyor. O zaman büyük "cebehane" nin (Yerebatan Sarayı civarında idi) bir bölümünü teşkil eden "İç Cebehane" (cephane) olarak anılıyor. Lale Devri'nde, savaş meydanlarında savaşılan ülkelerden elde edilmiş silahların ve askeri teçhizatın sergilendiği bir tür depo/müze işlevi görüyor ("Dar-ül-eslaha" =silahane). Tanzimat'tan sonra artan silah ve mühimmat miktarıyla birlikte "Harbiye Ambarı" haline geliyor. Sonra da tarihimizdeki ilk müze olarak düzenleniyor. 1850'lerde önce "eski silahlar müzesi" oluyor. 1860'larda ilk Arkeoloji Müzesi bu binada, Mecma-i Assar-ı Attika (eski eserler müzesi) adı altında faaliyete geçiyor. Arkeoloji Müzesi yeni binasına taşındıktan sonra burası 1939 kadar Askeri Müze olarak kullanılıyor. Eskiden kilise önünde sergilenen toplar işte o müze günlerinden kalma idi. Şimdi de fotografilerde muhtemelen eski top ya da benzeri bir silahın aksamı olabilecek iki parça görüyorsunuz. Benim lise yıllarımda bunlardan içeride daha fazla vardı. Bir de, adam boyundan büyük küpler olduğunu, kalın demir zincirlerin varlığını hatırlıyorum. Buralara vakit bulursak tekrar döneceğiz.
|
Bu resim A.Millingen'in Byzantine Churches in Constantinople adlı 1912 'de basılmış kitabından alınmadır.Resme dikkatle bakınız. Burada kilisenin güney yüzünü görmektesiniz. Yani Ayasofya tarafını. Resmin altında, son pencere dizisinin altında, siyah çizgi o gün(büyük ölçüde bugün de) toprak yüzeyinden görülebilen kısma işaret ediyor. Hemen onun altında iki adet kapı görmektesiniz. Bunlar Ayasofya'nın avlusuyla bağlantıyı sağlayan geçitler. Cumhuriyet döneminde kazı yapanlar, suru sultaniye zarar vermemek için kazıları sürdürmemişler. Bu resimde iki kilisenin geçitlerle birbirlerine bağlanmış olduğu görülüyor. Bu arada dikdörtgen ya da kare camların Türk devrinde yapılmış olduğunu, özgün camların üst kısımlarının yarım daire şeklinde olduğunu belirtelim. |
|
Yine Millingen'in aynı kitabından alınmış bir başka resim. |
|
Bu resim 1877 tarihli A.G Paspates'in Byzantinai meletai'sinden. Arkada Bab-ı Humayun ve Ayasofya. Dikkat edilirse, doğu tarafında apsis görünmüyor. Önünde müze için ilave edilmiş bina kısımları var. |
|
Kilisenin Batı yüzü (yani Alay Köşkü tarafı). Oraya bugün gerek Suru Sultani ve gerekse Darphaneyi Amire dolayısıyla geçemiyoruz. Resme dikkatli bakılırsa, kilisenin bu cephesinin hemen hemen zemininin toprak seviyesinde bulunduğu, yani toprağa gömülü önemli bir kısmının olmadığı görülüyor. Resim yine Millingen'in kitabından. Alttan geçen ve toprak yüzeyini gösteren siyah çizgiye dikkat ediniz. Bir başka önemli nokta, kapıdır. Bu muhtemelen ana giriş kapısıdır. Atriumlar kuzey ve güneyde olduğuna; apsis, hıristiyan kıblesi (Kudüs) tarafında, doğuda olduğuna göre giriş batıda olmalıdır. Öte yandan bu resimde de bariz olarak görülüyor. Kilise Türk devrinde kullanım amacı doğrultusunda bir çok müdahaleye uğramış. Pencereler ve kapılar duvarlarla örülmüş. Tonozlar meydana getirilmiş. Bu müdahaleleri bütün cephelerde görmek mümkün. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder