17 Aralık 2011 Cumartesi

GALATA'DA BİR SERİ KATİL: "Bıçakçı Petri"

Lövanten ve Beyoğlu  başlıklı söyleşimin bir yerinde,Galata'nın  kriminal dosyasının pek iç açıcı olmadığını ima eden laflar etmiştim.Galata'da suç oranının yüksek olmasını sadece  "liman çevresi" insanlarının  plep karakteriyle izah etmek eksik olur. Avrupa uyruklulara  tanınan ekonomik ve hukuksal ayrıcalıkların,  Avrupalı  plepleri suça adeta teşvik etmiş olduğunu da ilave etmek gerekiyor. Kapitalist ilişkiler üzerinde yükselen modern kent hayatının, kapitalizmin tanım itibariyle ancak eşitsiz, acımasız, bireyci hayat tarzlarıyla birlikte var olabilmesi nedeniyle, suç işleme oranını arttırdığı da sosyolojik bir vak'adır.

Şimdi 1884'te ve 1890'ların başlarında Osmanlı İstanbul'u ziyaret etmiş Amerikalı yazar Francis-Marion Crawford'un yapmış olduğu Beyoğlu ve Galata betimlemelerine kulak verelim : " Pera herkesin bildiği gibi Avrupa sefarethanelerine ait kışlık ikametgahların bulunduğu ve başarılı Levanten sermaye sahiplerinin buram buram kokan perişan mahalleler arasında kendilerine muhteşem saraylar inşa ettiği aristokratik bir semt... Galata'ya gelince, dünyanın en aşağılık insanlarının mayalandığı bir fıçı adeta. Kasımpaşa'dan Tophane'ye kadar deniz kıyısında bir araya toplanmış bu güruhun bir benzerinin yeryüzünün başka herhangi bir şehrinde bulunabileceği şüpheli. Kriminal fizyonomi öğrencileri için gerçekten ilginç bir bölge; çünkü burada "medeni kriminal sınıflar" diye adlandırılabilecek insan türünün en aşağılık örnekleri yaşıyor....Bir nevi yeraltı yaşamı sürdüren Rumlar ve Ermeniler burada çeşitli illegal işlerle, kanunları hiçe sayarak, kendilerine gayet güzel geçim temin ediyorlar. Hristiyan olduklarından hepsi de Avrupa sefaretlerden birinin koruması altında ve ülkenin siyasi durumu bu suçluların tutuklanıp, cezalandırılmasını hemen hemen imkansız kılıyor. Çünkü bu kimselerin özgürlüklerine en ufak bir müdahale, koruması altında oldukları hükümetin "casus belli" siyle ("savaş nedeni") sonuçlanır " (1890'larda İstanbul, T.İş Bankası yayınları s.71-72) .

Bu akşam, Galata ve Beyoğlu'nun öteki yüzünden söz edeceğiz. Bu söyleşide son büyük İstanbul vakanivüsü merhum Reşad Ekrem Koçu başlıca referans kaynağımız olacak. Reşat Ekrem merhumun, aslına halel getirmeden romanlaştırdığını ancak yayınlamak için bir yayınevi bulamadığını belirttiği hikaye, iddiasına göre, tamamen gerçek polis kayıtlarına dayanmaktadır. Kendi ifadesi böyledir. Devrin gazeteleri ve halk tarafından "Galata canavarı" olarak adlandırılan,İstanbul'da rastlanan belki de ilk seri katil olan Bıçakçı Petri'den söz edeceğiz. Tabii ne kadarı gerçek, ne kadarı Koçu'nun hayal gücünün eseridir bilemeyiz.  Keşke Reşad Ekrem merhumun romanını onun eğlenceli dilinden okuma olanağımız olabilseydi.Burada Reşad Ekrem tarafından anlatılan hikayenin bir özetini sunmaya çalışacağım.

Ancak hikayemize başlamadan önce, Galata'yı, Beyoğlu ve civarını hikayemizin geçtiği 19 yy son çeyreğinde gözümüzde tekrar bir canlandırmaya çalışalım. Dünyaya açık önemli bir limandır Galata. Hâlâ geniş olan  Osmanlı ülkesinin merkez limanıdır. Dünyanın bir çok ülkesinden buraya, ve buradan başka memleketlere, kentlere  kalyonlar (hem yelken hem de kürekle işleyen gemiler), buharlı gemilerle mallar ve insanlar taşınmaktadır. İklim şartları ya da işleri gereği, yılın belli zamanlarında bu gemilerin ya da taşımacılığın, transit geçişlerin aksayabileceğini, bekleyebileceğini, yolculuk eden insanların ve mürettebatın aylarca bu limanda kalabileceklerini dikkate alalım. Elbette limanın olduğu yerde sadece gemiler, iskeleler, gemiciler, yolcular yok. Onlara bir takım liman hizmetlerini veren kurumlar, tesisler, işletmeler ve insanlar var.

Böylesine dünyaya açık ve bu açıklığı birçok devlete tanınmış olan ticari, hukuki imtiyazlarla teşvik edilmiş memleketin en önemli limanının kozmopolit bir yapısının olması kaçınılmazdır. Farklı dilleri konuşan,farklı kültürlerden,farklı toplumsal katmanlardan insanların karşılıklı ilişkiler ağı içinde bir arada bulunmak zorunda olduğu koşullardan söz ediyoruz. Liman denilince, sadece gemileri, palamar yerlerini, gemilerin, mavnaların yük ve yolcu boşaltıp aldığı bir yeri kast etmiyoruz. Liman, aynı zamanda, bu gemilere, teknelere, içindeki insanlara bir çok karasal hizmetin verildiği, ihtiyaçlarının temin edildiği bir yer. Gemilerin, teknelerin teknik bakımları buralarda yapılıyor. Denizcilerin konaklama ya da barınma, yeme içme, eğlenme, sağlık, güvenlik, dini  ve başka bürokratik ihtiyaçları burada temin ediliyor. Yani yoğun sosyal, ekonomik, kültürel ilişkilerin yaşandığı bir mekan.

Galata'da sadece, bankerler, bankalar, şirketler yoktu. Bu ekonomik kuruluşların saygın, zengin, iyi eğitimli,kibar mensupları, saygın aileleri ve onların ihtiyaçlarına yanıt veren klas tesisler ve işletmeler yoktu. Burada aynı zamanda, kıyılardaki,  kayıkhaneler, tersaneler, salaş barınaklar, sıradan otel ve pansiyonlar, slamlar, kafetaryalar, kahvehaneler, randevuevleri, balozlar (1) hamamlar, bakkallar, karakollar, meyhaneler, birahaneler, bitirimhaneler, hanlar, depolar,kiliseler vs vardı. Yine, tayfalar, kaptanlar, ateşçiler, kamarotlar, kürekçiler, çımacılar, balıkçılar, tersane işçileri, tamirciler, otelciler, muhabbet tellalları, fahişeler, kumarbazlar, meyhaneciler, çeşitli kültür ve gelir seviyesindeki yolcular,hamallar, işsizler, serseriler, maceracılar, kaçaklar, din adamları,kolluk kuvvetleri, liman memurları  vs vardı. Ve elbette bunlar homojen bir insan grubunu oluşturmuyorlardı. Bu insanların pek de geniş olmayan bir alanda, sıkışık denebilecek şekilde iç içe bir hayatlarının ve temaslarının  olduğunu da hatırlatalım.

Galata, Beyoğlu'na çok yakın olmasına rağmen iki semt arasında büyük bir sosyal klas farkı vardır. Aynısı mesela, Kasımpaşa, Tophane için de söylenebilir. Aşağıdaki Galata, sosyal olarak da, yaşam kalitesi bakımından da aşağıdadır. Burası esas olarak, dok işçilerinin, gemi çalışanlarının, sandalcıların, hamalların, küçük esnaf ve zanaatkârların, işsizlerin, ve elbette, erkek,kadın lumpen proleterlerin ağırlıklı nüfusu teşkil ettiği bir liman çevresidir. Kapitalizmin her düzeydeki eşitsiz ilişkileri, nüfusun mekansal konumlarında da kendisini dışa vurur. Bu bakımdan modern şehirde, bazen birbirine paralel ya da bitişik iki sokak arasında bile hayat standartları, yaşam kalitesi bakımından derin farklılıklar görürüz. Adeta iki farklı sosyal dünyayla karşılaşırız. Kapitalist gelişme ne denli eşitsiz ve çarpıksa (bunun en somut görünümü parasalcı eğilimlerin güçlendiği devrelerdedir), bu çelişkiler de o kadar derin olmaktadır. İki farklı mekanının sakinleri arasında uçurum oluşmaktadır.

"Aşağı" ya da "öteki" Galata, parasalcı kapitalizmin bütün fütursuzluğuyla hakim olduğu  Galata finans ekonomisinin finanse ettiği Beyoğlu'nun tüketimci şaşaalı hayatının "toplumsal safrası" dır. Her şeye rağmen, burada olumlu toplumsal değişim potansiyelini harekete geçirebilecek bir dinamizm vardır. Yani, modern kapitalist ilişkiler vardır.

Oysa aynı sıralarda müslüman İstanbul henüz uykudadır.  Sosyal ve mekansal farklar, Galata-Beyoğlu hattındaki kadar gelişmemiştir. Müslüman İstanbul'daki sosyal fark esas olarak geleneksel ilişkilerden  kaynaklanmaktadır. Hatta bir paşayla bir hamalın aynı kıraathanede birlikte oturabildiği görülmektedir. Bu iki figürün eğitim ve kültür düzeyi arasında fark olmadığı durumlar istisnai değildir. Henüz sınıfsal farklılaşma ve onun (tüketim eğilimleri de dahil)  kültürel dışavurumlarına dayalı kentsel-mekansal kompartımanlaşma seviyesi düşüktür.Esasen böyle bir kompartımanlaşmanın 1950'lere kadar "müslüman" İstanbul hayatında bariz olduğunu da söyleyemeyeceğimizi sanıyorum. Kapitalist ilişkiler henüz, özellikle de kültürel ifadeleri söz konusu olduğunda,  geleneksel ilişkilere üstün gelememiştir. Bu uzun girizgahtan sonra hikayemize başlayabiliriz. 

Efendim bu Petri, 19yy sonlarına doğru İstanbul polisini yıllarca peşinden koşturmuş  genç bir azılı katildir. Üstad merhumun ifadesiyle, "aşırı derecede güzel" bir delikanlıdır. Petri, Adriyatik Denizi ( Yunaniler İon Denizi demeyi tercih ediyorlar. Bilgiçlikte sınır yok! Aslında bizim "Yunan" dediğimiz de "İon" nun bir söyleniş biçimidir. Yani "Yunan" ve "İon" aynı şeydir) üzerindeki Aya Mavri (2) adasında, henüz 14 yaşında olduğu halde iğfal edilmiş  bir kızın gayri meşru çocuğudur. Annesi oğlunu fahişelik yaparak büyütmüştür. Kadın evine erkek aldığında, oğlunu yakınlarda oturan komşuların bazen de papazın evine gönderirdi. Yine böyle bir durumda, 13 yaşındaki Petri'yi bir akşam diyakozun  (papaz yardımcısı) evine göndermişti. 

Horoz sokağı. Sağdaki sarı bina Avusturya StGeorge Hastanesi.Tam arkamda eski İngiliz Bahriye hastanesi (şimdi Göz hastanes) var. Bu sokakta bulunan umumhaneler 1880 yangınında kül oldu. Tabii sonra işlerine yine devam ettiler. 
Petri'nin sık sık ziyaret ettiği randevuevleriyle, genelevlerin bulunduğu  Horoz  Sokağı. Kamondoların evlerinin bulunduğu Felek Sokağın bir üstünde. 
Çocuk o akşam diyakozun tecavüzüne uğrar. Sonrasında okulunu terk ederek,bir gemici meyhanesinde çalışmaya başlar. Bir süre sonra annesi öldürülünce, kimsesiz kalan Petri, kendisine tecavüz etmiş olan diyakozun evine sığınmak zorunda kalır. Bir yandan da meyhanedeki işini sürdürür. Bir akşam meyhanede sarhoş bir kaptanı, sarkıntılık etmesi nedeniyle kalbinden bıçaklayarak öldürür. Gençliği ve "aşırı güzelliği" adeta başına beladır. Ada halkı bu cinayetin bir nefsi müdafaa olduğunu düşünür. Adadan yaşını başını almış, itibarlı kaptanlardan Kefalonyalı(3) Lefteri adında bir zatın yardımıyla, ceza almaması için  kaçırılır. 

Bu kaptan Lefteri aslında bir korsandır. Üç yıldan fazla bir süre bu kaptanın sevgilisi(merhum üstadın tabiriyle "zenâne"si) olarak onunla bir zaman denizlerde dolaşır. 1874 senesinde de  Galata'ya gelirler. Burada bulunan Marsilya Oteli'ne inerler. Buradaki oteller genelikle müşterilerinin kahir ekseriyetini gemi adamlarının, fahişelerin oluşturduğu kötü namlı işletmelerdi. İsim olarak genellikle liman kentlerinin adlarını ve gemicilikle ilgili terimleri seçmişlerdi. Marsilya Oteli 2 katlı ve 7 odalı bir oteldi. İstanbul Ansiklopedisi'nin verdiği bilgiye göre, odalarında toplam olarak 25 kişi kalabilirdi. Ancak cinayetin işlendiği gece otelde 58 kişinin konaklamakta olduğu söyleniyor. O gece Petri hiç bilmediği bu şehirde, henüz 17-18 yaşlarındayken, ilk cinayetinden 3 yıl sonra, bu Lefteri kaptanı, kalbinden bıçaklayarak ikinci cinayetini işler. Kaptanın belindeki kıymetli müccevherle dolu kemeri alarak kaçar. Galata'da adı, "bıçakçı " Petri'ye çıkar.

Merhum Koçu'nun verdiği tafsilata bakılırsa, o gece cinayete tanık olan otel müşterileri, 30 yaşındaki Üsküdarlı tulumbacı Çamur Salih; 30 yaşlarındaki Tulumbacı Ablasıgüzel Mustafa; 20 yaşındaki bahriye neferi Yunus; Hamburglu bir gemi katibiyle birlikte kalan "tüysüz" bir Rum kalopedi; Karadeniz uşağı iki genç kayıkçı ve onlarla birlikte bulunan bir fahişedir. O devirle ilgili bir İtalyan denizcinin söz konusu ansiklopedi de yayınlanan bir mektubuna göre civarda sermayeleri küçük erkek çocukları olan bir çok otel bulunmaktadır.  

Petri kısa bir süre sonra, tam olarak bilinmeyen bir nedenle, Galata'da bir meyhanede çalışan genç şımarık  bir Rum çocuğunu bu kez tabanca marifetiyle vurur. Üçüncü cinayetini işler. Galata'da arka arkaya işlemiş olduğu bu iki cinayet sonrasında, havyarcı Zambo adıyla bilinen bir Rum denizcinin yardımıyla İstanbul'dan tekrar doğum yeri olan Aya Mavri adasına kaçar. 

Gelgelelim, Kefalonyalı denizciler ve akrabaları maktul kaptan Lefteri'nin öcünü almak için Petri'nin peşine düşmüşlerdir. Adada kalamayacağını anlayan Petri, bir balıkçı arkadaşının yardımıyla, önce Sicilya'ya oradan da Trieste'ye kaçar. Devamlı takip edilmektedir.  Avusturya bandıralı Galicia isimli gemiye ateşçi olarak girer. Gemiyle Beyrut'a geldiğinde, bir genelevde karşılaştığı bir fahişeden Kefalonyalıların onu Beyrut'ta aradıklarını öğrenir. İntikam için kendisini bekleyen Anesti isimli Rumu, Beşariye Oteli'nde bıçaklayarak öldürür. Bu dördüncü cinayetinin yılı  1876'dır. 

Tomtom Kaptan sk Tophane girişinden altta Venedik Sarayı, hemen üstünde Hollanda elçiliği ve  onun solunda Rusya Sefareti
Bu kez bir İtalyan gemisine tayfa olarak girerek, Beyrut'tan İstanbul'a kaçar. Gemide bir Yahudi pavyon şarkıcısı olan Ester'le tanışır. Ester, Tepebaşı taraflarında, Pirinçci Gazinosu'nda çalışmak için Selanik'ten İstanbul'a gitmektedir. İkilinin arasında bir gönül ilişkisi daha gemide oldukları halde başlar. Karaya çıkınca, Petri sahte bir İtalyan adı kullanarak  kimliğini gizler. İstanbul'da Ester'le muhabbeti devam eder. Ancak kalmak için kendisine aşağılarda, Dolapderesi bostanlarında salaş bir baraka kiralar.

Zaman zaman, bugün İstiklal Caddesi dediğimiz, Cadde-i Kebir'de vakit geçirmektedir. Bir gün, Cadde'de yürürken, o malum kalabalık içinde, maktul Lefteri Kaptan'ın has tayfalarından ve vaktiyle  zenanesi de olduğu Kefelonyalı Toma'yla neredeyse burun buruna gelir. Ondan önce davranarak üzerine atılır. Bıçakla Toma'nın işini bitirir. Bu 1876 yılındaki ikinci, toplamda beşinci cinai vakasıdır. Ama sonuncusu değildir. 1876 yılı Petri'nin  hayli üretken olduğu bereketli bir yıldır. Cadde üzerindeki bu katil vak'asından sonra doğruca Ester'in çalıştığı Prinçci Gazinosu'na gider. Ona bir şey söylemez. Aynı akşam, Ester'e programı esnasında, gazinoda müşteri olarak bulunan genç bir Türk mirasyedi tacizde bulunur. Petri bu kez tabancayı tercih eder. Aynı gün ikinci, toplam olarak altıncı cinayetini de böylece işlemiş olur. Fakat o meş'um 1876 yılı henüz bitmemiştir.

Olaydan sonra Galata Kulesi istikametine doğru kaçar. Ancak henüz Osmanlı zaptiyesi Petri'nin eşkalinden bihaberdir. Ester hanım, sorgusu esnasında, zabıtanın ihtiyaç duyduğu eşkali en ince detaylarına kadar, belli durumlarda Petri'den beklenebilecek hareket tarzını da ihtiva eder şekilde verecektir. Bu olayın hemen akabinde Prinçci Gazinosu uzun bir süreliğine kapatılma cezası almıştır. Bunun üzerinde Ester hanım, Selanik'e geri dönme hazırlıklarına başlar.

Kahramanımız Petri ise Kuledibi'nde mebzul miktarda bulunan  genelevlerden çıkmamaktadır. Gündüz Horoz Sokağı umumhanelerindeyse, akşam Zürefa sokağındadır. Ya da tersi. Bu sırada Horoz sokağı umumhanelerinden birinin maması olan Rum  Kaloferiya'nın, henüz sermaye olmamış, 13 yaşındaki kızına tutulur. Kızın adı Peruz'dur. Annesinden kızı, müteveffa Lefteri'nin terekesinden söktüğü kıymetli bir mücevher karşılığında bir geceliğine kiralar. Kızı Dolapderesi'ndeki bostanda bulunan o salaş barakasına götürür. Üstad merhumun veciz ifadesiyle, kızı oracıkta "kirletir". Bu sırada barakanın dışında, kader ağlarını örmeye devam etmektedir.

İstanbul'daki ilk iki cinayetinden sonra Petri'yi mavnasıyla  doğduğu adaya  kaçıran havyarcı nam Zambo, Dönüş hazırlıkları içindeki Ester hanımı kaldığı evde ziyaret eder. Bu evin bu sıralarda zaptiyenin takibi altında olduğunu hatırlatalım. Bu Zambo'nun ziyareti zaptiyenin midesini bulandırmış olsa da, bir kaç günlük takipten bir netice elde edilememesi üzerine, takibe alınanlar listesinden çıkartılır. Polisin gayesi öncelikle, Petri'nin Dolapderesi'ndeki fesat yuvasının yerini tespit etmektir.

Efendim, tekrar Zambo'nun Ester hanımı ziyaretine dönecek olursak, Zambo (yeri gelmişken, merakiler için tabii,  bu zatın vaktiyle çok meşhur olan bir çiklet markasıyla hiç bir alakasının olmadığını belirtelim), Petri'yi İstanbul'dan kaçırdığı sırada, onun meyhanede çalışan bir delikanlıyı öldürdüğünü bilmektedir. Muhitinde sayılan korsan Kaptan Lefteri'yi öldürüp, hazinesini çaldığını bilmemektedir. Kefelonyalı denizci dostlarından bunu öğrendiğinde, büyük bir teessüre kapılır. Vicdanını rahatlatmak adına olsa gerek, bu hatasını telafi etmek ister. Bir plan yapar. Öncelikle Petri'ye ulaşmalıdır. Kaptan Lefteri ve diğer katledilen Kefelonyalıların intikamı için İstanbul'a gelmiş bulunan, bir  başka Kefelonyalı denizci olan Argiri Papazi Zambo'nun Arnavutköyü'ndeki evinde kalmaktadır. Zambo'nun planı, bir akşam Petri'yi bu eve davet edip, orada Argiri Papazi'ye öldürtmektir.

Galata ne de olsa küçük; dünya küçük, Galata nedir ki? Petri günler sonra Zambo'yla buluşur. Petri henüz bir şeyden kuşkulanmamaktadır. Zambo'nun teklifini kabul eder. Eve yaklaşıldığında,  artık uçan sinekten şüphe duyan Petri, herhalde Zambo'nun hal ve hareketlerinden pirelenmiştir. Eve girdikten bir süre sonra zaten her şeye hazırlıklı olan Petri, evde bir suikastçının olabileceğini tahmin eder. Önce suikastçı Kefelonyalıyı kalbinden bıçaklar.Sonra Zambo'ya döner. Onu da doğramaya başlar. Bereketli bir yıldır 1876. Ve "aşırı güzel delikanlı" Petri bir rekora doğru koşmaktadır. Sekizinci cinayetini de işlemiştir. Bu, aynı yıl içindeki 5. leşidir.

Petri yine Galata ve Beyoğlu civarına döner. Yine o baştan çıkarıcı Cadde-i Kebir'in çekiciliğine kapılır.  Galatasaray istikametinden Tünel'e doğru yürürken, Lise'nin duvarına bitişik olarak Yeni Çarşı caddesinin hemen başında solda bulunan eski Karakol dolayısıyla Cadde'de devriye gezmekte olan, zaptiye neferi Kargılı Raif, güzelliğiyle de nam salmış cani delikanlıyı teşhis eder. Yakalamak için harekete geçtiği sırada, Petri koşarak Rus Elçiliği istikametine doğru kaçar. Emektar Raif de peşinden. Petri Rus sefaretine sığınır. Yani artık kısa bir koşu mesafesinde olan Rusya sınırları dahilindedir. Orada bir müddet kalır. Osmanlı hükümeti, Rus hükümetiyle caninin teslimi için temasa geçer. Oldum olası Osmanlı yönetimleriyle başı hoş olmayan Rus yönetimi, Pietri Mavri adına bir Avusturya-Macaristan pasaportu taşıyan Petri'yi, Osmanlı hükümetine haber vermeksizin gizlice Avusturya sefaretine teslim eder(Venedik Sarayı hakkındaki önceki söyleşimi hatırlayanlar, Avusturya-Macaristan Sefareti'nin o sıralarda Venedik Sarayı'nda ve sarayın da Rus sefaretinin altında olduğunu anımsayacaklar.Yukarıdaki resimde Venedik,Hollanda ve Rus sefaretleri neredeyse iç içeler). İstanbul zabıtası caninin hâlâ Rus sefaretinde olduğunu sanmaktadır. Onun önünde almış olduğu tertibat devam etmektedir.

Oysa Petri, Avusturya Elçiliği'nde barınmakta, elini kolunu sallayarak oradan dışarı çıkıp dolaşmaktadır. Gel gelelim bizim vazife aşkıyla meftun zabitan, tedbiri elden bırakmamak adına, tam kadro halen Rus sefareti önlerinde, ve tam teçhizatlı olduğu halde Petri nöbetindedir. Avusturya-Macaristan sefaretinin kavası (elçilik kapıcısı) Raguzalı bir Hırvat olan (Hırvatistan o zaman Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içersindedir) Nikola, daha ilk görüşte Petri'nin güzelliğine vurulmuş, onu zenanesi olarak himayesine almıştır. Zaman zaman onu elçilikte kaldığı kulübesinden çıkartıp, düzenli olarak devam ettiği, Beyoğlu'nun Tarlabaşı tarafındaki arka sokaklarından biri olan Kalyoncu Kolluğu (4) sokağındaki meyhaneye götürmekte, beraber içmektedirler. Sonra Sefaret Petri'yi, yine o zaman Avusturya'ya bağlı olan,  Trieste'ye gönderme kararı alır.

İstanbul'dan ayrılmadan bir gün önce, Hırvat kavas aşığından izin alarak, Dolapderesi'ndeki evine gidip, halen aşkıyla tutuşmakta olduğu küçük Peruz'un orada bulunan bir fotografisini hatıra olarak yanına almak ister. Bostan içindeki evine yaklaştığında, evin etrafında dolaşan zaptiye neferi Raif'i tanır. Hemen bostan kuyusunun ardına saklanır. Raif kulübeyi yoklayıp, içerde kimsenin olmadığını görür. Geri dönmek üzereyken, Petri'nin haince saldırısına maruz kalarak, aldığı bıçak yaraları neticesi oracıkta can verir. Geride kalan yetimler ne yapsın? Vah ki vah!Evet, 1876 yılı içindeyiz. Petri'nin dokuzuncu kurbanı şehadet şerbeti içmiş nefer Kargılı Raif'tir.

Petri bu hadiseden sonra o her zaman ki soğukkanlılığıyla kavasın yanına geri döner. Birlikte hiç bir şey olmamış gibi aynı meyhaneye gidip kafaları çekerler. Hatta olaydan haberi olmayan kavasın isteği üzerine,   T.H. Vafiadis  Fotoğrafhanesi'ne (5) gidip birlikte bir "Constantinople hatırası" fotografisi çektirirler. Bugün Petri'nin elimizide bulunan tek resmi budur.  Ertesi günü Petri, sefaret görevlileri tarafından Karaköy'den Avusturya bandıralı Tirol gemisine bindirilerek Trieste'ye yolcu edildi. Osmanlı makamları tanımış oldukları imtiyazlar dolayısıyla çaresizdi.

Bir tesadüf Petri'nin planlarını (eğer vardıysa tabii) değiştirmesine neden oldu. Aynı gemiyle Selanik'e dönmekte olan Ester hanımla karşılaşmıştı. Eşkalini polise, hem de gereksiz detaylar da vererek, bildirmiş olan Ester'e çok gücenmişti. Bu kadar yemiş içmişlikleri ve muhabbetleri vardı. Bilindiği gibi, muhbirlik bütün kültürlerde hoş karşılanmayan, affedilmez bir suç olarak görülür. Petri de farklı düşünmüyordu. Gece birlikte olmuşlardır. Sonra kamarasında Ester hanımı,  uykuda, yine bıçak marifetiyle, kalbine vurduğu o meşhur  darbesiyle  katletmiştir. Böylece onuncu katlinin altına da imzasını atmıştır. Aynı yıl içindeki 7. vakasıdır. Bu arada, Ester hanımın ölümüyle,kim bilir, belki de, bir yıldız daha doğamadan kayıp gitmiştir bu fani dünyadan.

Vak'adan sonra Petri, gemi henüz Çanakkale Boğazı'nda ağır ağır seyretmekteyken,  suya atlayarak karaya doğru yüzmeye başladı. Ancak boğazın  o bilinen şiddetli akıntılarından birine maruz kalıp, karaya ulaşamadan gözden kayboldu. Bunun üzerine gemi süvarisi, İstanbul'daki hem Osmanlı ve hem de sefaret makamlarına hadiseyi aktardı. Resmi olarak artık Petri "X" (eks) olmuştu. Dosyasını kapattılar. Heyhat! 1876, 1876,1876....

Öldü sanılan çevik Petri, biraz ilerde bulunan Giritli Hüseyin Arnabudaki kaptanın gemisinin arkasında bağlı olduğu halde yavaşça seyreden sandala kadar yüzmeyi başarmıştır. Akıntı da yardımcı olmuştur. Sonrasında, ona doğal olarak  bir kazazede muamelesi yapan Giritli denizciler tarafından Sisam adasının bir balıkçı köyüne bırakılmıştır.

Petri, adını orada  Kiryako olarak değiştirdi. Sisam'da(6) Apazya Valyanu adında bir fahişe, artık Kiryako olarak tanınan Petri'ye aşık oldu (hem nasıl!) ve onu himayesine aldı. Denizci Kefalonyalılar, tahmin edilebileceği gibi, etraftaydılar. Bir yabancının Sisam'a kazazede olarak bırakılmış olduğunu -muhtemelen Giritli denizcilerden- öğrenmişlerdi. Çok geçmeden Sisam'a geldiler. Bir intikam uğruna (yarab!!) nice Kefalonyalı palikarya (= yiğit) can vermiş olmasına, Kefalonya'nın demografik istatistiklerinde, tabii olmayan ölüm vakalarının bir kaç yıl içinde dramatik olarak artmasına rağmen, intikamdan vazgeçmiyorlardı.

Aspazya hanım, aranan kişinin Petri olduğunu hemen anlamıştı. Deli gibi aşık olduğu bu güzeller güzeli delikanlının hayatını kaybetmesini istemiyordu. Hemen eski kırıklarından balıkçı Hristodulos'un aracılığıyla, onu sadece keşişlerin yaşadığı Aynaroz'a (7)kaçırttı. Bu balıkçının da kavas Nikola meşrebinde bir adam olduğunu söylemeye  gerek bile yok. Rumlar arasında bu tür eğilimlerin tarihsel temellerinin, antik felsefi dayanaklarının olduğunu, ilim yuvası olan okullarda hiç değinilmeyen, popüler-ansiklopedik bilgilerimiz dolayısıyla, zaten biliyoruz. Gelgelelim, Aynaroz'a çıktıktan sonra, yolda işlediği günahların kefareti niyetine olsa gerek, Hristo orada kalarak keşiş olmaya karar verdi. Bir daha Sisam'a dönmedi.

Petri, Aynaroz'da iki yıl kaldı. 1877-9 yıllarında, Zograf Manastırı'nın (8) balıkçı keşişleriyle, özellikle de Kostas Vatakis'le birlikte yaşadı. Bu sırada, Vatakis'in Petri'den daha genç Apostolos adında - üstadın tabiriyle "tüysüz"- bir "dayak" ı yani "çömezi" vardı. Petri onunla aynı yatağı paylaşacak kadar sıkı dost olmuştu. Gelgelelim, bütün Kefelonya -haliyle- peşindeydi.Tabir caizse, küçük çaplı bir Kefelonyalı soykırımı yapmıştı Petri. Onun Aynaroz'da olduğunu öğrenmişlerdi. Fakat burasının kutsal bir konuma sahip olması onların ellerini kollarını bağlıyordu. Aynaroz'dan yardım almaları gerekiyordu. Çok geçmeden aranan kan bulundu. Petri'nin yatak arkadaşı Apostolos'u satın almayı başardılar. Aynaroz'a gizlice giren tetikçi yine bir Kefelonyalı Zaharidis, kurduğu pusuya kendisi düştü. Petri'nin kalbine sapladığı bir bıçak darbesiyle can verdi. Böylece, öbür dünyada bir "Kefelonya kolonisi" kurulmuş olabileceğini düşünmemizi meşrulaştıran, kısa bir süre zarfında, ardı ardına gelen Kefelonyalı göçüne bir yeni göçmen daha ilave edilmişti.Tabii kural gereği, dostları satanlara af yoktu. "Tüysüz" Apostolos da, Petri'nin kurbanları arasındaki yerini almıştı. Cinayet sayısı 12 olmuştur artık. Aynarozdan bir balıkçı sandalıyla civardaki Adalara ve oradan da 4 yıl aradan sonra İstanbul'a geri döner.

İstanbul'da ölmüş olduğu bilinmesine rağmen namı hâlâ yürümektedir. İlk işi Avusturya elçiliğindeki Hırvat kavas Nikola'yı aramak olur. Yardımına ihtiyacı vardır.  Ancak kavasın onun ayrılığından sonra düşmüş olduğu kara sevda nedeniyle kendisini alkole vermiş olduğunu öğrenir. Hemen müdavimi olduğu Kalyoncu Kolluğu'ndaki meyhaneye gider. Kavası orada bulur. Ancak daha kapıdan girer girmez, kavasın elinde birlikte çektirdikleri resmi meyhanede bulunanlara gösterek, alkollü olduğu halde ve bağırarak, devamlı aynı nakaratı tekrar ederek, "bu ben, bu da Petri, putânam (fahişem)" deyip duruyor ve orada hep aynı hikayeyi dinlemekten bıkmış olan müdavimlerin alaylarına neden oluyordu. Petri, kavasın yanına gitmeden, uzaktan tabancasını ateşleyerek , kavasın sebep olduğu bu rahatsızlık verici ortama son veriyordu. Tekrar kaçtı. Yıl 1880. 13.cinayet!

Ünlü kantocu Peruz hanım. Hikayedeki Peruz ile aynı Peruz mudur bilmiyorum. Peruz hanımın doğrum tarihi, eğer yanlış değilse, bu pek mümkün görünmemektedir. Reşat Ekrem bu konuda bir bilgi vermez. Ancak başka bir kantocu Peruz hanım da yok. Bir ara aslında bu isimde bir kantocunun olmadığı iddia edilmişti. Bu doğru değil. Peruz hanımın 1866 yılında Sivas'ta doğmuş olduğu biliniyor. Kaynaklarda var. Yani bir Sivas Ermenisi. 1920 yılında vefat etmiş. Hikmet Feridun Es, Kasım 1965 tarihli Hayat Mecmuası'ndaki bir makalesinde ondan söz eder. Peruz'un en ünlü olduğu devirde, kuzeni kantocu ve kanto bestecisi Şamran hanımla birlikte yaptıkları düetlerin çok rağbet gördüğünü yazar. Hatta kendisi gazeteci olduktan sonra Şamran hanımla Şişli'deki evinde röportaj dahi yapmış. Es,  Peruz  ve Şamran hanımların hayli kilolu olduklarını, ama bunun o devirdeki (en azından Osmanlı diyarındaki) erkeklerin güzellik anlayışına uygun olduğunu belirtir. Hatta o sıralarda pek yinelenen bir vecizeyi de yazısına almıştır: " Bir dirhem et bin ayıp örter". Es, bu güzellik anlayışına göre, kolların sakız kabağı; kalçaların yastık; gerdanın paluze (yani etine dolgun, aynı zamanda nişasta ve pekmezden yapılan bir tatlı) ); gögüslerin minder gibi olanının makbul olduğunu ilave eder. Sahnede her yanı "bıllık bıllık" titremeyen kantocunun ilgi görmediğini anlatır.  Merhum Hikmet bey, Peruz hanımın o cüssesiyle evinden tiyatroya, tiyatrodan evine dört kişinin taşıdığı bir tahtırevanla gidip geldiğini de söylemeyi ihmal etmez. Kantocu Peruz'u sahnede izlemiş olduğu anlaşılan Es, onun  sahneye içi doldurulmuş sahte bir kuzuyla çıkarak icra ettiği "kuzucuk" isimli kantosunun çok meşhur olduğunu, "sıra kuzucuğum, kuzucuğum diye başlayan bu kantoya geldiğinde tiyatroda yer yerinden oynardı" der.  Bu kantoyu söylerken, Peruz hanımın bıçkın hayranları " kuzun olayım anam", kuzun kurbanın olayım" diye  bağırırlarmış. Peruz hanım "kuzucuğum! kuzucuğum nakaratını tekrarladığında, bu kez izleyicileri hep bir ağızdan , "meeee....meeee" nidalarıyla eşlik ederlermiş. Hele o çok meşhur, "al canımı Allah/kurtulayım ben/ şu zalimin / şu hainin/ aahh elinden" kantosunu Şamran hanımla birlikte, en ön sıraların değişmez müdavimi olan erkekleri işaret ederek  söylediklerinde, varın salonun halini siz gözünüzde canlandırın.  Bu Peruz'la ilgili bir hikaye de Halide Edib hanımefendinin Mor Salkımlı Ev adıyla yayınlanmış anılarında var. Peruz hanım İcadiye taraflarında Kel Hasan Tiyatrosu'nda gösteri yaparken , her vakit tiyatronun önünde oturan dilenci kılıklı yaşlı bir adama tiyatroya geliş gidişlerinde  para ve simit verirmiş. Çocuk Halide Edib'i tiyatroya götüren uşak, bu adamcağızın vaktiyle hali vakti yerinde biri olduğunu, bütün parasını Peruz hanımın yediğini,  sonra da adamın bu hale düşmüş olduğunu söyler. Ressam Malik Aksel de İstanbul'un Ortası adlı kitabında Peruz'la ilgili olarak Halide hanımın anısını teyit eden şeyler anlatır. Aksel, Peruz'un Beşiktaş'ta Değirmencileriçi denilen bir mahalde, ahşap bir evin bodrum katında kimsesiz ve sefalet içinde ölmüş olduğunu belirtir. 
Bir süre Kuledibi'ndeki umumhanelerde sürttü. Burada, Horoz sokağındaki umumhanelerde çıkan yangından sonra yanında küçük fahişe Aliki ve onun küçük arkadaşı (yine üstada göre "çok güzel" olan) Ahilea isimli bir oğlan çocuğu olduğu halde,  o zaman ağırlıklı olarak bir Rum yerleşimi olan, B.Çekmece karşısında bulunan Kalikratya (9) isimli balıkçı köyünde, balıkçılar arasında, bir müddet huzur içinde yaşama olanağı bulmuştu. Burada kimse onu rahatsız edecek bir davranış içinde bulunmamıştı.

Ancak bir gün Galata'da bulunan Avrupa Tiyatrosu'nda kantoculuk yapan Peruz adlı bir kızın methini köydeki balıkçılardan duyduktan sonra onun halen unutamadığı kendi küçük Peruz'u olup olmadığını merak ederek, balıkçılar da yanında olduğu halde bir akşam Galata'daki tiyatroya geldi. Evet, bu onun Peruz'uydu. Gösteriden sonra yanına gittiğinde, onu Ahmet adlı Türk bir bahriye neferiyle sevişirken buldu. Genç neferi oracıkta, hem de genel kabul görmüş ananelere göre,  yılanın bile dokunmaması gereken fiillerden birisini işlemekte olduğu esnada, bıçağıyla dokunarak şehid etti. Nefer Ahmed'in şehid mertebesine ulaşması, sadece müslüman bir nefer olmasından değildir; maktul olmadan az önce işlemekte olduğu fiilden dolayıdır. Irkı ve dini ne olursa her objektif beşer, bu mertebenin Ahmed için bihakkın  kazanılmış olduğunu kabul edecektir. Ha bu arada, sonraları daha da ünlü bir Galata kantocusu olacak dilber  Peruz kaçmayı başarmıştır. Petri de bu 14.cinayetinden sonra kaçtı. Sene 1880.

Petri Salıpazarı istikametine doğru kaçtı. Oradan bir gemiye atlayarak İstanbul'dan tekrar ayrılmayı düşündü. Salıpazarı'na vasıl olduğunda, sanki üzerine vazifeymiş gibi, kendisini teşhis edip peşinden koşarak takip eden Hasan isimli bir sokak çocuğunu, burada bulunan bir odun deposunda pusuya düşürdü. Yine kalbine isabet ettirdiği bir darbeyle, çocuğun  görünür alemle ilişkisini kesti. Hasancık da böylece üzerine vazifeler almak gibi bir dertten ebediyen feragat etmiş oluyordu. 15.cinayet! Bu limanda mebzul miktarda bulunan Rum yelkenlilerden birine atlayarak, bu kez,  Odessa' ya doğru yol aldı. Vasıl olduğunda, Ayvazovski isimli bir Rus vapurunda ateşçi oldu.

Her cinayet haberi Kefelonya için Petri ihtimali demekti. Vapurda önceleri keyfi yerindeydi. Ancak ihtiyar kaptanla  birlikte vapurda yaşayan kaptanın genç ve (üstada göre "ateşli" ) metresi Petri'ye göz koymuştu. Onu baştan çıkarmayı başarmıştı.. Bu kadınla geçirilmiş bir "vuslat gecesi" nin sabahında (tabir merhum Koçu üstadımızındır), gidişatı iyi görmeyen ve velinimeti olan kaptanın tepkisinden çekinen Petri, Köstence'de vapuru terk eder. Yine bir Rum yelkenlisiyle Galata'ya döner.

Karaya ayak basar basmaz, Mumhane otellerinden birine girdi. Bir müddet sonra, onu tanıyan herkesin bildiği bir eğilimi, küçük fahişelere düşkünlüğü, karşısına Magdelana takma adını kullanan genç Kiryakiça'yı (10) çıkartan ortamı hazırlamıştır. Bu kız aslında, Petri'nin bu düşkünlüğünü bilen Kefelonyalıların  küçük fahişe rolü verdikleri, Petri'nin İstanbul'daki ilk kurbanı saygın korsan Lefteri'nin küçük kızıydı. Kız, Petri'yi Galata'da bol miktarda bulunan  çıkmaz  sokaklardan birinde bulunan  odasına götürdü. Orada pusuya düşürdü. Sabah çok erken saatlerde evden çıkan Petri'yi pusudaki (kim bilir, belki de son kalan erkek Kefelonyalılardan biri olduğu söylenebilecek) Lambo öldürdü. Lambo, Lefteri'nin en  küçük kardeşiydi. Petri vaktiyle ona da zenanelik etmişti. Böylece Petri efsanesi, 16 Ağustos 1880 yılında başladığı Galata'da bitmiş oluyordu. Öldüğünde 24-25 yaşlarındaydı. Petri'nin ölümüyle Galata, ama özellikle de soyunu yeniden üretme kaygusuna düşen, Kefelonya kavmi derin bir nefes almış oldu.

Üstad Reşad Ekrem merhumun araştırmasına (belki de fantazisine) göre, Petri'yle ilgili şu çarpıcı tespitler adli sicil dosyasında yer almaktadır:
-Vücut yapısı ile yüz çizgileriyle  kusursuz güzeldi.
- Sesi çok güzeldi. Köçeklere taş çıkartacak kadar güzel dans ederdi.
-Zenaneliğini yaptığı adamlara kendi avuçlarıyla şarap içirirdi.
-Kendisini arzulayan erkeklere gayet uysallıkla boyun eğerdi.
-Ayaklarına asla çorap giymezdi. Çıplak ayaklarına daima tulumbacıların yumurta topuklu, sivri burunlu şıpıdık denilen terliklerini giyerdi.
-Her cinayetinden sonra şıpıdıklarını vaka mahallinde bırakır, ve çıplak ayakla kaçardı.Şıpıdıklarını böylece adeta imza gibi kullanmıştı.
-Her cinayetinden önce avuçlarını koklar. kan kokusunu hissetmek isterdi.
-Çok içerdi. Küçük fahişelere ve güzel taze erkek çocuklarına düşkündü.
-Taze erkek çocuklar arasında, Aynaroz'da Apostolos; B.Çekmece'de, Ahilea; ve Köstence'de
 Şileli Miloris onun hayatında önemli bir yere sahip olmuşlardı (11).

Güftesi kendisine ait rumca bir şarkı da uzun yıllar Galata'da söylenmiştir.
"Dose mu krasi
Yemise to metis asimenias palamessu
Ne piyo to krasi ap tis fuhtessu
Dipsasmena dipsasmena.

(meali şöyle: bana şarap ver/gümüş avuçlarında/avuçlarına doldur/şarabı avuçlarından içeyim/kan kana)

NOTLAR (12):

1) Baloz, Galata'ya özgü, genellikle bir bodrum ve üstündeki kattan oluşan, bodrumu meyhane; kat kısmı, canlı müzik eşliğinde dans yapılabilen, avama hitap eden tiyatro oyunlarının sahnelendiği, şarkıcıların, kantocuların maharetlerini sergiledikleri bir eğlence mekanı. Özellikle bodrum kısmı bir erkek mekanıdır. Sermet Muhtar Alus, bunların daha çok Karaköy, Necatibey Caddesi üzerinde yer almış olduklarını ve 1920'lerden sonra kaybolup gittiklerini söyler. Alus'a göre hemen hemen bütün müşterileri yabancı uyruklu denizcilerdi. Sözcük İtalyanca dans etmek fiilinden, "ballare" den türetilmiş olabilir. İşgal İstanbul'undaki son demlerinde bu balozların halini, bir akşam oraya giden Vakit yazarı sıkı  muhafazkâr Hakkı Süha Gezgin oldukça tafsilatlı anlatır (Vakit, 20 Muharrem 1336-1920).
2) Aya Mavri ya da Agia Mavria, bugünkü Yunanistan'ın K.batısında, Adriyatik Denizi ya da İyon Denizi denilen suların  Arnavutluk'a yakın kısımlarında bulunan, tarihi kalesiyle ünlü bir adadır. Bugünkü adı Levkas (güneyindeki kayaların görünümlerine atfen "beyaz" demektir)'dır.
3) Kefolonya, yine Adriyatik ya da İyon Denizi üzerinde bulunan İyon adalarının en büyüklerinden biridir (yaklaşık 800 km2). Bilindiği gibi, bu adalar 1476'da, Fatih devrinde, Gedik Ahmet Paşa komutasında düzenlenen bir kuşatma seferinden sonra Osmanlı topraklarına dahil edilmişlerdi.
4) Kalyoncu Kulluğu sokağı ( halen bu adı taşıyan sokak) Rum Osmanlıların yoğun olarak yaşadıkları bir sokaktı. Sokağın adı, bir tür deniz ya da liman polisi işlevi gören kolluk kuvvetlerine ait (kolluk ismi, "kol vurmak" , yani devriye gezmek fiilinden türetilmiştir. "Karakol" sözcüğü de bu fiille bağıntılı olsa gerektir. Etimolojik olarak  Moğolca'ya dayandığı iddia edilir) bir polis merkezinin bu sokak üzerinde bulunmasından geliyor olmalıdır. Sokak, Beyoğlu'nun Tarlabaşı tarafında olduğuna göre, bu kolluk gücü Kasımpaşa ve civarının sahil güvenliğinden sorumlu olmalıydı.
5) Vafiadis Fotografhanesi, Sirkeci Tren Garı dahilinde bulunmaktaydı.Bu Yazının sonunda, Petri ve Hırvat kavas Nicola'nın birlikte çektirmiş oldukları fotografiyi, merhume Sabiha Bozcalı hanımefendinin Istanbul Ansiklopedisi için resmettiği şekilde görebilirsiniz.
6) Sisam Adası'nın bugünkü adı Samos'tur. Yunanistan'a ait bir Ege adasıdır. "9 Adalar" tabir edilen adaların en büyüğü ve Türkiye'ye en yakın olanıdır.Aynı zamanda, Osmanlı'dan bağımsızlığını kazanan ilk Ege adasıdır.
7) Aynaroz, Yunanistan'ın K.doğusunda, Makedonya bölgesinde bulunan Athos Dağı (Oros Athos)'dur. Burası manastır ve kiliselerin bulunduğu ve sadece keşişlerin yaşadığı, bir zaman Yunanistan'ın Vatikan'ı işlevini görmüş, sadece 18 yaşından gün almış erkeklerin girebildiği bir yerdir. Aşağı yukarı 335 km2 büyüklüğünde ve 2000 m yüksekliğindedir.
8) Zograf Manastırı, Athos ya da Aynaroz Dağı'nda bulunan manastırların en eskilerinden birisidir. 10yy'da, Aziz Yorgi adına inşa edilmiştir. Yunancası Zografou'dur. Bulgar ortodokstur.
9) Kalikratya, bugünkü Büyük Çekmece'de bulunan Mimar Sinan Köyü'dür. Eski bir Rum yerleşkesidir. Buraya bugün Mimar Sinan adının verilmiş olması, orada bulunan ve Sinan tarafından inşa edilmiş köprüden dolayıdır.
10) Kiryakiça, bu ismin erkek versiyonu Kiryaki'dir. Bu isim, Karagöz kukla tiyatrosundaki komik doktorun da adıdır. Bilindiği gibi, bu doktor konuşurken Rumca ve İtalyaca sözcükleri birbirine karıştıran bir tiptir.Bazen adı Nikolaki de olabilmektedir.
11) Apostolos Kastro'nun keşiş olarak adı Spartacus idi. Ahilea Andoni,  "süslü balıkçı" namıyla bilinirdi.
12) Burada yazdığım notlar bana aittir. Reşad Ekrem merhuma atfedilmemelidir. Ayrıca yazının bütünü ve yorumlar da bana aittir. Zaten yazıda üstadın vurgularına, gerekli gördüğümde, adını zikrederek yer veriyorum. Burada sadece hikaye merhumdan alınmıştır. Hikaye ediş şeklinin sorumluluğu bana aittir.

Son olarak, dikkat edilirse, bu seri katilin hikayesi, onun ölümünden 8 yıl sonra, Londra'nın yoksulluğun ve sefaletin hakim olduğu Thames nehri liman ve kıyılarında icrai faaliyette bulunmuş olan "karındeşen" Jack adlı seri katilin hikayesiyle benzerlikler taşımaktadır ("Karın deşen Jack" in sonradan Kraliçe Viktorya'nın büyük oğlu Kral 7.Edward'ın oğlu Prens Albert Victor Edward ya da kısaca Prens Eddy olduğu onun genç yaşta frengiye bağlı bir hastalıktan dolayı ölümünden sonra anlaşılmıştı. Bu seri katile atfedilen 20 civarında cinayetin en az beş tanesinin kesin olarak Prens Eddy tarafından işlenmiş olduğu iddia edilir). Her iki seri katil de, "seri üretim" dönemi modernizminin (Viktorya ve Hamid modernizmleri)  "safra" tiplerindedir.  Petri hikayesinde, eşcinsel imaların fazlaca kullanılmış olması, tipin bu yönüyle idealizasyonu Reşad Ekrem merhumun cinsel eğilim ya da fantazileriyle alakalı olabilir. Bununla birlikte, cinsiyetler arasındaki segragasyonun tarihsel olarak bariz olduğu çevrelerde bu eğilimlerin nispeten yoğun olarak görüldüğü de bir vak'adır. Ancak bu olgu üzerinde, gerek Viktorya İngilteresi ve gerekse Abdülaziz ve Abdülhamid Türkiyesinde cinsellik üzerindeki baskıların, bastıran modernlik ve siyasal yapılar da dahil, direnen gelenek arasındaki yoğunlaşmış çatışma dikkate alınarak düşünülmesi gerekir.










Petri ve Hırvat kavas

3 yorum:

  1. http://costak.blogspot.com/

    Ocak basinda istanbul'da olacagim. Gorusmek isterim. eackman@gmail.com

    Istanbul Ansiklopedisinde Galata Canavari/Bicakci Petri makalesinde genis sekliyle bir gazetede tefrika edildigi bilgisi var. Bilginiz var mi. Edilmisse nasil bulabilirim. Beyazit kutuphanesinde gazete kolleksiyonlarin aradim ancak bulamadim.

    Erju Ackman
    Washington DC
    maviboncuk.blogspot.com
    turkfilm.blogspot.com

    YanıtlaSil
  2. Harika bir yazı.

    YanıtlaSil
  3. Bir yerde bıçakçı petri olayını okuyunca merak ettim. Petri ile ilgili bir kaç yazı daha okudum. Benzer şeyler anlatılıyor ama tesadüfen sizin yazınızı gördüm ve okudum daha detaylı anlatılmakta. Uzun bir yazı anlatılan hikaye ne kadar doğru bilemiyorum. Bu derece sert ve gözü kara birinin kendini defalarca kolay bir şekilde teslim etme kısmı bilemiyorum bana biraz fazla zorlama gibi geldi ama bilemeyiz tabi ben kendi mantığıma göre böyle düşünüyorum. Güzel yazı.Teşekkürler.

    YanıtlaSil