İstanbul'un elimizde bulunan en eski halini gösteren çizimler. Buondelmonti çizimleri. 15yy'ın ilk yarısında yapılmışlar. |
Erken Bizans devrinden itibaren Doğu Akdeniz'deki Bizans kentleriyle ticaret yapan Batılı devletlerin uyrukları, bu kentlerle ticaret yaparken bazı ayrıcalıklardan da istifade etme hakları kazandılar. Bu haklar arasında, etnik ve dinsel kimliklerinden feragat etmeksizin bu kentlere yerleşme, ikamet etme hakları da vardı. Tahmin edilebileceği gibi bu kentler genellikle liman kentleriydi. Bizans'ın bu bölgedeki en önemli limanı, başkent İstanbul'daydı. Tabii Batılı derken, deniz ticaretinde hayli ilerlemiş olan İtalyan şehir devletlerini kast ediyorum. İlk İtalyan yerleşimleri bugünkü Küçükpazar, Eminönü, Sirkeci sahil kesimlerinde olmuş. Bizans'ın eski limanlarının bulunduğu Marmara kıyılarında bir batılı yerleşimi görmüyoruz. Bizans devleti o tarafta yerleşime izin vermemiş olmalı. Ama Haliç de, özellikle Karadeniz üzerinde ticaret bakımından önemli bir konumda bulunduğundan ve coğrafi özellikleri itibariyle de denizciler için ideal denebilecek özelliklere sahip olduğundan İtalyanlara hep çekici gelmiştir. Bu erken 11 ve 12yy'dan itibaren Amalfi, Venedik, Ceneviz gibi kent devletlerinin şu ya da bu ölçekteki kolonilerinin şehirde bulunduğunu biliyoruz. Bizans'ın yabancıların Marmara'da değil, Haliç kıyılarında yerleşime izin vermesinin bir başka nedeni de, Haliç'in Küçükpazar ve Sirkeci arasındaki kıyılarına yakın yerlerde Yahudi yerleşimlerinin de bulunuyor olmasıyla izah edilebilir. Bizans için Yahudiler de yabancıydılar. Hatta bu civarda meskun bir Türk varlığından da söz eden tarihçiler var. 14yy'da, Yıldırım Bayezit'in kuşatmasını sonlandırması için kabul edilen koşullar arasında, Bizans'ın küçük bir Türk topluluğuna şehirde yerleşim izni vermesi de vardı.
Bilindiği gibi, İstanbul şehri, "Yeni Roma" adı altında, Roma kenti model alınarak kurulmak istenmiştir. Galata yerleşimi de muhtemelen, antik Roma'nın Trastevere (yani Tiber nehri tarafı) ya da sonradan Ripa Romea (Tiber'in liman bölgesi genel olarak Ripa olarak adlandırılıyordu. Doğusu Ripa Gracea, batısı Ripa Romea idi. Ripa Romea Trastevere'de yer alıyordu) denilen batı tarafı düşünülerek seçilmiştir. Roma'da bu civar sonradan, Augustus zamanında, kent 14 idari bölgeye ayrılırken, 13.bölge olarak, TransTiberim olarak adlandırılmıştı. Hatta bir köprüyle (Pont Sublicus) Roma'ya bağlanmıştı. Balıkçıların, denizcilerin, liman sayesinde geçinenlerin yaşadığı bir yerdi. Bir de pek istenmeyen ya da sakıncalı görülen Romalı olmayan göçmen yahudiler, doğulular, Suriyeliler ancak bu mahalde ikamet edebiliyorlardı. İşte Roma modeline göre kurulmuş İstanbul'da, Trans Tiberim işlevi görecek bir mekan olarak, sonraları, denize çıkıntısı olan bu incir ağaçlarıyla kaplı tepelik alan seçilmişti. O zaman buraya, incir ağaçlarının bolluğuna izafeten, Regia Sykae ("incirlik") adı verilmiştir.
Roma gibi Constantinopolis de kurulurken, 14 idari bölgeye ayrılmıştı (Osmanlı devleti de 1864'te ilk beledi organizasyonu kurarken, İstanbul'u 14 bölgeye ya da daireye ayırmıştı) . Regia Sykae (ya da Regio Sykai) 13. bölgeye tekabül ediyor. 1.Jüstinyen devrinde (527-565) burada bir kilise, bir Forum, bir tiyatro, bir adet tersane, beş adet hamam ve 431 tane ev olduğu kaydedilmiş. Bilindiği gibi, Bizans İstanbul'unda toplum esas olarak iki sınıftan oluşuyor. Bütün sınıflı toplumlardaki gibi, bir tarafta, zenginler, soylular, tüccar kesimi, organik aydınlar (bu sınıf bloğuna, Hippodrom'daki müsabakalar esnasında kullandıkları renge istinaden "maviler" deniliyordu). Diğer tarafta, yoksullar, proleterler (bunlara da "yeşiller" deniliyordu. Tabii bu yeşilin çevreci yeşilcilikle bir alakası yok. İslamcı yeşille de alakası yok. Çünkü o zaman "yeşil dolarlar" kullanılmıyor. Bilindiği gibi, İslamcı yeşil, neredeyse yeşil dolarla yaşıttır).Bizim bu 13.bölgemizde de yeşiller büyük çoğunluğu teşkil ediyorlardı.
Şimdi bu İtalyan kolonilerinin buraya yerleşimine biraz daha yakından bakalım. Tabii lafı uzatmamaya gayret ederek. 1.Aleksios Komnenos devrinin (1081-1118) 1091. yılında, Venedik, Bizans'ın Normanlarla ve Peçeneklerle giriştiği savaşlarda ona yardım eder. Bunun üzerine imparator, Venediklilerin Galata'da bir koloni kurmalarına izin verir. Daha önce, Venediklilerin küçük bir tüccar topluluğu olarak Haliç'in İstanbul yakasında Küçükpazar civarında meskun oldukları biliniyor. Böylece ilk kez, aynı zamanda, suyun karşı tarafına yerleşmeleri mümkün olmuştur. Ancak maharetli, uyanık tüccar bir kavim olan İtalyanlar giderek -kendilerine tanınan kapitülasyonların da genişletilmesiyle- yayılıp, ticareti kontrol altına alma istidadı gösterirler. Tabii bu hem halk arasında hem de devlet katında rahatsızlık nedeni olur. Bu imtiyaz ilişkileri genel olarak istikrarsız, gerilimli ilişkilerdir.
Bazen Bizans devleti verdiklerini geri alıyor. Kimi zaman daha fazlasıyla tekrar veriyor. Yani güç ilişkileri bunlar.Verdiğini almak her zaman kolay olmaz. Çoğu kez savaşmak gerekebiliyor. Örnekse, imparator 1.Manuel Komnenos (1143-1180) artık deniz ticaretinin hemen hemen Latinlerin, özellikle de Venediklilerin kontrolüne girmesinden, Venedik'in giderek Bizans devletini tehdit eden bir siyasal güç haline gelmesinden kaygu duyar. Şehirdeki bütün Venediklileri tutuklatır. Mallarını da müsadere eder. Gelgelelim, Venedik'in pes etmeye niyeti yoktur. O da Ege'de, aralarında Midilli'nin de bulunduğu Bizans'a ait bir kaç adayı kuşatarak yanıt verir. Venedik'in ticari çıkarlarından, kârlarından feragat etmeye tahammülü yoktur. Savaşırlar. Kazanırlar. Ayrıcalıklarını geri alırlar. Sene 1175.
Bu arada Venedik'in rakibi Ceneviz de ayrıcalıklar elde ederek şehirde yerleşmeye başlamıştır. Cenevizlilerin ilk yerleşim yerleri bugünkü Sirkeci araba vapuru iskelesi civarıdır. O zaman buraya, burada bulunan sur kapısına izafeten Prosforianos deniliyor. Bugünkü tren istasyon civarından Babiali'ye kadar olan alan da, askeri kışla ve eğitim alanı işlevi gören alan anlamında, Strategion olarak adlandırılıyordu. Tabii Bizans'ın bu rakip ekonomik güçleri temsil eden bu farklı şehir devletlerine tanıdığı kapitülasyonlarda siyasal nedenler, tahmin edileceği gibi, rol oynuyor. Bizans siyaseti, sonradan Osmanlı siyasetinde de izlerini göreceğimiz şekilde, devletlere ayrıcalıklar tanıyarak, onları kendisine ekonomik ve siyasal olarak bağlıyor. Bu sayede onları birbirlerine karşı kullanmak istiyor. Güçlü olunduğu sürece bu anlayışın getirileri olabiliyor. Ama zayıf duruma düşüldüğünde bir bumerang halini alıyor.
Bu siyasetin ne Bizans ne de Osmanlı adına uzun erimde olumlu sonuçlarının olmadığı açıktır. Zayıfın günü kurtarma siyasetine dönüşüyor. Amiyane tabirle, papaz her zaman pilav yemiyor. Bu esasen zayıfların siyasetidir. Güçlü devletler böl-yönet usulüne başvururlar. Bilindiği gibi, 2..Abdülhamid bu "iktidarsız" Bizans siyasetinin veteranı idi. Fiilen bitmiş Bizans nasıl -ödünlerin de eşlik ettiği- bu zayıflık siyasetini ömrünü biraz daha uzatmak gayesiyle kullanmışsa, 2.Hamid de benzerini yapmıştır. Bu siyasetle ancak fiilen gerçekleşmiş çöküş halinin ilanını bir süre geciktirebilirsiniz. Buradan yeni bir silkinme, atılım çıkamazdı. Çıkmamıştır da.
Konstantinopolis'deki kapitülasyonlara dayanan bu Latin etkisindeki artış, Yeşiller'i ve ticari çıkarları zarar gören tüccar kesimi, onlarla bağlantılı aydınları ve bürokratları çok rahatsız eder hale geliyor. Zaten imparatorun ölümüyle, taht kavgaları da ortaya çıkmıştır. Venedik yanlış ata oynar. 1182 yılında şehirde, bu kapitülasyonları hedefleyen büyük bir ayaklanma olur. Bazı rakamlara göre sayıları 6 bine yakın Latin hayatını kaybeder (Bu rakamı 60 bin olarak telaffuz eden Türk tarihçileri var. Bu mümkün değil.). Bununla beraber, geniş bir sosyal tabanı olan ve şiddetli bir ayaklanma olduğu biliniyor. Halk sınıfları, (haydi biraz anakronizm yapalım) çağdaş bir terminoloji kullanacak olursak, işgalci kolonyalizme, emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı kanlı bir savaş veriyor. O zaman ki İstanbul halkı şimdiki İstanbul halkı gibi uyumuyor. Anadolu zaten hep uyuyor. Orayı uyandırmaya da İstanbul'dan gidiliyor (Bizde bu yeşillerin demokratik işlevini, bir nebze, en azından 17yy'dan itibaren Yeniçeriler görme eğilimindeydiler. Tabii hemen toptan gerici ilan edilip, mezar taşlarına kadar, yok edildiler) .
Bununla beraber, 2.Meşrutiyet'in biraz öncelerinde, milliyetçi uyanışın da etkisiyle, artık sabrı iyice taşan Türklerin zaman zaman bu lövanten ve gayrimüslimlere ait Galata ve Beyoğlu civarındaki iş yerlerine saldırılar düzenlediklerini okuduğumuz anılar dolayısıyla biliyoruz (örneğin bkz. .Anna Grosser Rilke: Istanbul'da Hoş Bir Sada, T.İş Bankası Yayınları) Hatta Galata'da böyle bir saldırı ihtimali ihbar olunduğunda, Galata ve Beyoğlu'ndaki iş yerleri derhal kepenk indirirler imiş. Demek ki, 2.Abdülhamid devri sonlarına doğru Padişahın müslüman uyrukları da Bizans yeşillerinin eylemlerini andıran kalkışmalara başvurmuşlar. Bu tür eylemlerin sorunu, faturayı asıl ödemesi gereken adrese değil, kollektif psikolojide yer etmiş günah keçilerine havale etmesidir.
Neyse. Biz tekrar eski Bizans'a dönelim. Ayaklanma artçı dalgalar halinde devam ediyor. Ancak henüz bir proleter siyasal önderlik olmadığı için ve içerideki işbirlikçilerin de katkısıyla, 1204 yılında, Venediklilerin en önemli patronu oldukları büyük bir Latin Haçlı Seferi, Konstantinopolis'i teslim alıyor. Konstantinopolis nüfusu en az %80 oranında azalıyor (Kentten kaçanlar ve katliamlar nedeniyle tabii. Ancak, biz bir çok kaynakta telaffuz edilen bu rakam karşısında yine de ihtiyatlı olalım). Özellikle fetihten sonraki 3 günlük talan izni kentin yağmalanması, yakılıp yıkılmasıyla sonuçlanıyor. Bir çok büyük yapı ve sanat eseri (şimdi Amerikalıların işgal ettikleri ülkelerde yaptıkları gibi) ya parçalanıyor ya da çalınıyor. Zenginlikler yağmalanıyor. Mesela, kiliselerin mülkiyetinde bulunanlar da dahil, bir çok kıymetli eşya, heykel Venedik'e götürülüyor. Görüyorsunuz, özel mülkiyet ve sınıflar var olduğu sürece, tarih hep tekerrür ediyor. Daha doğrusu, tarih-öncesi aşılamıyor.
Bu Latin işgalinde, Papalığın ana sponsoru ve tabii en sıkı müttefiki Venedikliler en önemli rolü oynuyorlar. Bu seferin ana finansörü de onlar. Haçlı seferlerin Papalık organizasyonları olduklarını unutmamak gerekir. Geçerken şunu da ilave edeyim: Ortodoks Bizans, papalığı tanımadığı için Papalık nezdinde müslüman "kafirler"den hemen hemen farksızdı. Bizansın papalık hakkındaki düşüncesi de farklı değildi. İstanbul'un önce Latinler, sonra da Osmanlılar karşısındaki düşüşü, bu iki güç odağı arasındaki gerilim hesaba katılmadan anlaşılamaz. Devam edelim, bu durumda, Cenevizliler, Venediklilere bulaşmamak adına, Haliç'in karşı (Galata) kıyısına geçerler. O mahallin o zamanki ağırlıklı nüfusu Yahudidir. Rumlara ait bağ, bahçeler de vardır.
Kenti Latinlerden 1261 yılında kurtaran 8.Mihail Paleiologos, bu sırada tarafsız kalarak (Osmanlı fethi öncesinde ve sırasında da tarafsız kalacaklarını taahhüt ederler) ve el altından destek vererek kendisine yardımcı olan Cenevizlilere Galata'da koloni kurma imtiyazı tanır (1261 Nif [İzmir Kemalpaşa] Antlaşması). Bu tipik bir Bizans siyasetidir. Yani taahhütleri hilafına genellikle ikili oynar.
Tabii asıl neden, artık güçlerinden korktuğu bu Latinleri, sur dışına atmaktır. 1267'den itibaren Ceneviz kolonisi burada oluşmaya başlar. Bizans devleti, onların yaşadıkları alanı surlarla çevirmelerine izin vermez. Antlaşma böyledir. Ancak denizci Ceneviz saldırılardan, korsan tecavüzlerinden korktuğu için ufak ufak surlar örmeye başlar. Ceneviz'in bu ayrıcalıklı yükselişinden rahatsız olan Venedik (Tipik Bizans siyasetin gereği olarak, Bizans devletinin de gaz vermesiyle) 1294'te Ceneviz kolonisine saldırır. Galata'yı yakıp kül eder. Ancak Ceneviz direnişini aşamaz.
Şimdi bir parantez açarak, bu haçlı seferlerinin dinsel ideoloji (hıristiyan gaza ideolojisi) görünümü altında, siyasal ve dolayısıyla da ekonomik avantajlar elde etmek adına tertip edilmekte olduklarını hatırlatalım. Böyle olunca o zamanki batılı devletlerin koalisyonuna dayanan seferler esnasında ve sonrasında parsanın paylaşılmasında bu devletler arasında çatışmalar ortaya çıkabiliyordu. Benzer bir çatışma, Venedik ve Ceneviz şehir devletleri arasında, Istanbul'un ele geçirilmesinden sonra da çıkmıştır tabii.
Neyse. Öz güvenlerine kavuşan Cenevizliler, saldırıyı savuşturduktan sonra zaten ufak ufak kazmış olduğu hendekleri deniz kenarına kadar uzatır, kuleler yapmaya başlarlar. Daha doğrusu, dikkat çekmemek için kule şeklinde evler yapar ve sonra bunları birbirlerine bağlarlar (biz nasıl bugün "dikkat çekmeden" birbirimizle yarışırcasına, binalarımızın üstlerine kule misali katlar çıkıyorsak öyle işte) .
Eski gravürlere baktığımız vakit, bugünkü Unkapanı Köprüsü veya Azapkapı civarından Galata Kulesi'ne çıkan ve oradan da Tophane'ye doğru aşağı inen üçgen şeklinde bir alanın surlar arasına alınmış olduğunu görüyoruz. Hatta Galata Kulesi'nin de bir hisar olarak, Bizans'ın dikkatini çekmemek için kademe kademe yükseltilerek inşa edilmiş olduğu kaydedilir. Bu hisar ya da kuleye o zaman özgün olarak "İsa" adı verilmiş. Bu tahkim edilen alan içinde bugün halen ayakta duran örneklerde gördüğümüz gibi, hem konut, hem ofis ya da dükkan hem de depo işlevini bir arada gören, Sen Piyer Hanı tarzı yapılara ağırlık vermişlerdir. Hatta sonradan Beyoğlu'nda görülen "parizyen" tabir edilen pasaj mimarisinin ve işlevselliğinin buradan kökenlendiğini tahmin ediyorum. Mimari olarak pasaj mantığı bu mahale tamamen dışsal ya da aykırı değildi. Kısacası, Ceneviz 1304'te kule yapma yasağını alenen deler. 1335 yılında çıkan yangın, bu sur ve kuleleri daha serbest ve planlı bir şekilde yeniden yapma olanağı verir. Bu sıralar zaten Ceneviz kolonisinin en güçlü olduğu yıllardır (aslında bütün 14yy ve hemen hemen Osmanlı fethine kadar öyledir).
Özetlersek, Ceneviz kolonisinin yükselişi 14.yy başlarındadır. Bizans devletinin tanıdığı imtiyazlar şemsiyesi altında, Galata'da kurulmuştur. Latin işgali sonrası, Bizans ve İstanbul o eski gönençli günlerini yitirmiş; kent, bakımsız, altyapısı hemen hemen çökmüş ya da yetersiz kalmış harap bir yer görünümündedir. En önemlisi, kendi ekonomisine entegre kolonilerini yitirmiş kentte iktisadi yaşam çok büyük zarar görmüştür. Yani bu imtiyazların tanınmasında iktisadi nedenler, ekonomik zayıflık önemli bir rol oynuyor. Hem ekonomik ve hem de ondan ayrı düşünemeyeceğimiz siyasal nedenler, Bizans'ın zayıflığından kaynaklanmaktadır.
Siyaset kısmına bir örnek verelim. İstanbul'u işgal etmiş güçlü Latin İmparatorunun damadı olan Sicilya Kralı da, kenti tekrar işgal etmek için planlar yapmaktadır. Zaten Latin işgali Konstantinopolis ve havalisinde sona ermiş ise de, Yunanistan'ın Mora bölgesi civarında ve ona yakın bazı Yunan adalarında devam etmektedir. Önde gelen bir çok Latin aile buraları kendi mülkleri haline getirmişlerdi. Bu şartlarda, yeni bir işgal korkusu yaşayan Bizans imparatoru Mihail Paleologos Ceneviz ve Venedik'in kentte kalmasını teşvik dahi etmiştir. Hatta Konstantinopolis yeni bir işgalden malum Bizans siyaseti sayesinde, Papalığın meşruiyetinin kabulü adına Bizans devletinin papalığın davetine icabet ederek, istenen onayı vermesiyle mümkün olmuştur. Tabii bunun da bir "bizans oyunu" olduğundan her iki tarafında bir kuşkusu yoktur. Gelgelelim, "resmen onay" kopartma da, papalık açısından, önemli siyasal anlamı olan bir tavizdir. Bu teşvikin bir başka nedeniyse, bu iki ticari devletin kentteki faaliyetlerinin ekonomik getirilerinin olabileceği beklentisidir. Öte yandan, ekonomisi tamamen deniz aşırı ticarete dayanan bu Latin devletleri bakımından bu deniz aşırı koloniler varoluşsal bir öneme sahiptir. Vazgeçilmezdir.
Ceneviz güçlendikçe yeni imtiyazlar için dayatmış, Bizans direnme gücü bulamadığı zamanlarda, hep yapageldiği gibi, başka devletlerden yardım ya da müdahalelerini istemiştir. Örnekse, Ceneviz, Bizanslı balıkçıların artık Tophane ve Fındıklı (Yeri gelmişken, dün bir yerde okudum, bu Fındıklı adının, Arapça otel veya han manasında, "Funduk" veyahut onun İtalyanca karşılığı "Fondaco" dan geldiği iddia ediliyor. Bu saçmadır. Mahalde bulunması muhtemel fındık ağaçlarıyla alakalı olması, Semavi Eyice'nin de dediği gibi, daha akla uygundur. Bu bir Türk adlandırması olmalıdır. Unutmayalım, kent Türkler tarafından alındıktan sonra bir çok yerleşim yeri, kurulan yeni yerleşim yerleri Türk ve Türklerle gelen topluluklar tarafından adlandırılıyor. Bugün kentteki yer adları arasında Bizans devrinden intikal edenler pek az olmalıdır. Hatta Rumca kökenli olanlarının dahi Bizans'tan devretmemiş olmaları mümkündür. Çünkü Osmanlı devrinde bu kente gelen, yerleşen Rumlar da adlandırmalar yapmış olmalıdır) gibi balık sürülerinin ana güzergahlarından biri olan (bugün İstanbul balıkçıları arasında "kanal" tabir edilen) sularda avlanmasını yasaklayacak kadar güçlendiğinde, Bizanslılar Katalan ve Venediklilerden yardım istemiş, ancak çarpışmalarda Ceneviz gücü kırılamamıştır. Hatta St. Benoit Kilise'sinin bugünkü yerinde ondan önce, bu Ceneviz zaferinin anısına Cenevizliler tarafından San Fransisco Kilisesi, eski bir Bizans kilisesi (Aya Yorgi) kalıntıları üzerine inşa edilmişti. Bugünkü St.Benoit Kilisesi'nin, Lise'nin girişine göre sağında kalan çan kulesinin Ceneviz kilisesinin bakiyesi olduğu iddia edilir.
Öte yandan, balıkçılığın halkın önemli geçim kaynaklarından biri olduğu Bizans'ta bir çok aile, söz konusu Ceneviz tasarrufu neticesinde, ekonomik olarak mağdur olmuştu. Bundan başka, Ceneviz'in ağır siyah gemileri, Bizanslıların hafif yelkenlilerinden daha dayanıklı ve güvenli oldukları için Karadeniz, Bizans ve Orta Doğu ülkeleri arasındaki ticaret ve taşımacılığı hemen hemen kontrolleri altına almışlardı. Bu Bizans ekonomisi için ağır bir darbe oldu tabii. Özcesi, Ceneviz'le Bizans arasında ekonomik ve dolayısıyla siyasal bir gerilim en başından itibaren var olagelmiştir.
Tabii Cenevizliler sadece Haliç'te değil, Karadeniz'in başka yerlerinde de koloniler teşkil ediyorlar. Bunların en önemlilerinden birisi de Kırım'da, Karadeniz kıyısındaki Kaffa (bizim Kefe dediğimiz, yeni adı Feodosia olan kent). Burada da Galata'nın coğrafi, sosyal ve ekonomik yapısının bir benzerini görüyoruz. Bu kentte de, yerli Tatarlar, İtalyanlar, Rum, Yahudi ve Ermenilerden oluşan bir demografik kompozisyon var.
Bu koloniler birlikte bir ağ oluşturuyorlardı. Ceneviz'in ekonomik ve siyasal gücünü bu ağ bağlamında düşünmek lazım. Kefe daha önce bir Bizans kolonisiydi. Sonra Altın Horda devletinin eline geçiyor. Cenevizliler onlardan satın alıyorlar. Daha sonra da Fatih devrinde, bilindiği gibi, Gedik Ahmet Paşa'nın bir deniz seferiyle Osmanlı toprağı haline gelecektir. Hatta oradan 700 civarında Ermeni ve İtalyan İstanbul'a getirilir. Denizci İtalyanların Boğaziçi'ndeki Kefeliköy'de; Türkler gibi, bir karasal millet olan Ermenilerin bugünkü Karagümrük civarında iskan edildikleri biliniyor. Karagümrük'deki Kefeli Mescid'inin varlığı, burada bir "kefeli" mahallesi olabileceğini akla getiriyor. Kefe'den İstanbul'a bir Rum göçü de olmuştur. 70'li yıllarda pederin ticarethanesinin bulunduğu Yemiş'te söyleştiğim yaşlı bir Rum tacir kökenlerinin Kefe'ye dayandığını anlatmıştı.
Dikkat çekici bir başka nokta, bu denizci ticaret kolonilerinin koloni oluşturdukları diyarlarda pek fazla ve pek önemli yapılar meydana getirmemiş olmalarıdır. Tabir yerindeyse, ticari çıkarları için bulundukları bu yabancı diyarları kolonyalist bir anlayışla sağmaya kilitlenmişlerdir. İtalya'nın tüccar şehir devletlerinin anlayışı, Bertrand Bareilles'in hatırlattığı şu veciz ifadede kendisini dışa vurur: "Doğu, zengin olunca terk etmen gereken diyardır". Yani, bu koloniler kendilerini hiç bir zaman buralarda kalıcı görmemişlerdir. Geçici bir süre, zenginlik emellerine ulaşıncaya kadar kalmayı planlamışlardır. Buraya ait olmamışlardır. Bu yüzden olsa gerek, ekonomik güçlerine yaraşan, pek fazla önemli eserler vermemişler, kültürel katkılarda bulunmamışlardır.
Bilindiği gibi Cenevizlilerin burada bıraktıkları en önemli mimari eser, herhalde Fatih'in camiye dönüştürdüğü, San Paolo ve San Domenico Kilisesi'dir (Arap Camisi). Bugünkü St Benoit'in yerinde olduğu bilinen San Fransisco Kilisesi hakkında bir bilgimiz yok. Sadece bugünkü yapıda görülen çan kulesinin eski Ceneviz kilisesinin çan kulesi olduğu iddia edilir. San Paolo adlı bir başka Latin kilisesinin sonradan bugünkü Hırdavatçılar Çarşısı'nda yeniden inşa edildiği, onun da sonradan "yeni cami" adıyla camiye çevrildiği ama bugüne intikal etmemiş olduğu kaydedilir.
Yine Karaköy'de Ziraat Bankası'nın arka tarafında yüzü Haliç'e dönük olduğu halde, Galata yönünden Karaköy'e doğru, meydana dikey olarak konumlanmış Aksu Han'ın yerinde eskiden bir Havyar Hanı'nın bulunduğu biliniyor. Bu han en erken 16yy'ın ikinci yarısına tarihleniyor. Bu hanın bir kilise kalıntısı üzerinde yapılmış olduğu 1934 kazısı esnasında anlaşılıyor. Kimi kaynaklarda Latin (San Antonio Kilisesi veya Santa Chiara Kilisesi), bazı başka kaynaklarda da Rum (Archistraticos) kilisesi olarak anılıyor (bkz. Prof. Semavi Eyice, Istanbul, Petit Guide, 1955).
Tabii kiliselerin cemaatler arasında el değiştirmesi, özellikle Endülüs Araplarının göçünden sonra Latin olanlarının (Arabın intikamı!) camiye dönüştürüldüğü vak'adır. Bugün bu Aksu Han'ın meydana bakan -geçit işlevi de gören- kapısından girdiğimiz zaman Havyar Hanı İçi Sokağı'na çıkarız).Öte yandan, Prof Eyice, bugünkü Yenicami ve Rüstempaşa camilerinin de iki Latin kilisesinin kalıntıları üzerinde inşa edildiğini belirtiliyor. Ona göre, San Fransisco ilk kez burada bugünkü Yenicami'nin yerinde inşa edilmişti.
Osmanlı devri başladığında Fatih, Cenevizlilerin ayrıcalıklarını Osmanlı hükümetinin atadığı bir Kadı'ya bağlı olmaları kaydıyla devam ettirir. Aslında, Cenevizliler fetih esnasında tarafsız kalacaklarına dair söz vermiş olmalarına rağmen, İstanbul'un savunmasına el altından katkıda bulunmuşlardır. Bu yüzden başarılı olacağına ihtimal vermedikleri Fatih kazanınca, önemli bir kısmı Galata'yı terk eder. Geri kalanlarsa, gemilere doluşup, şehri terk etmeye hazırlanırlarken, Fatih'in müdahalesiyle ikna olurlar. Bir "ahdname" ile imtiyazlarını büyük ölçüde korurlar. Yani Fatih Cenevizlilerin sözlerinde durmamış olmalarına rağmen daimi olarak Galata'da ikamet edenlerin ("dimmi") cizye; Cenevizlilerle iş yapan gelip geçici Cenovalı ve frenk tüccarın ("harbi") ticari vergilerini ödemeleri kaydıyla benzer ayrıcalık ve muafiyetlerden yararlanabileceklerini "ahd" eder ("Ahdname" iki eşit gücün karşılıklı olarak yaptıkları bir antlaşma değildir. Bir yurt üzerinde egemen olan tarafın bir cemaate ya da gruba tek yanlı bir taahhütte bulunmasıdır. Bir tür jest ya da -doğrusu- tek taraflı kapitülasyon). Deniz tarafındaki surlara dokunmaz ama kara tarafındaki bir kısım surları yıktırır. Yeni kilise açmalarına izin vermez. (Bu ahdnameyi okumak için bkz. Prof. İnalcık, H: "Ottoman Galata 1453-1553", Varia Turcica XIII/1991, Paris içinde s. 17-117) Mevcutların da camiye dönüştürülmeyeceğini taahhüt eder. Buna rağmen Arap Camisi bir istisnai uygulama olmuş olmalıdır. Veyahut, her zaman ahde vefa olmayabiliyor diyelim. Ahdname yapmak da bunun için tercih ediliyor olmalı.
Bu arada hemen İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethiyle ilgili olarak, bu fethin siyasal sonuçları itibariyle önemli olmakla beraber askeri açıdan aynı önemi taşımadığını, popüler tarihçiliğimizin iddiaları hilafına belirtmek isterim. Osmanlılar şehri almaya giriştikleri sırada Bizans zaten ayakta zor duruyordu. Şehirde, Ayasofya Kilisesi dahil, sağlam durumda olan bir bina bulmak bile zordu. Devletin ekonomik, siyasal temelleri çökmüş haldeydi. Osmanlılar cenaze levazımatçısı işlevi görmüş oldular. Orta yerdeki cenazeyi kaldırdılar. Öte yandan, Latin işgalini izleyen yıllarda Avrupa devletleri İstanbul'a olan ilgilerini yitirmişlerdi.Yine, "barışçı" ve "kabiliyetsiz" bir genç olarak gördükleri Fatih'i küçümsemeleri de, fethi nispeten kolaylaştırmıştı. Ancak şu açıktır: İstanbul onlar için eski kritik önemini kaybetmişti. Buna karşılık, Osmanlı devleti için tam tersine, bu şehrin fethi onun hedef coğrafyasını oluşturması bakımından büyük bir stratejik önem taşıyordu. Anadolu ve Rumeli birliğine dayanan bu hedef coğrafya İstanbul olmadan oluşturulamazdı. Bu bakımdan şehrin Osmanlılar açısından gayet stratejik bir önemi vardı. Muhtemelen bu fethin askeri evreleri hakkında tarihçiler tarafından uydurulmuş hikayelerin gayesi, fethi askeri bakımdan önemli göstermek idi.
Hatta bir TV'de, Prof Ortaylı'ya Fatih'in savaş gemilerini Dolmabahçe civarından Kasımpaşa'ya kadar karadan çektirtmiş olduğu iddiasının doğru olup olmadığı sorulmuştu. Eyyamcılığı malum olan Prof. Ortaylı'nın yanıtı "merdi Kıpti"lere yaraşır türden: (mealen) "Efendim, bunun ne önemi var. Bırakınız halk nasıl görmek istiyorsa öyle görsün. Nasıl inanmak istiyorsa, öyle bilsin!". Soruya yanıt vermek yerine, tarihçinin hakikati imal edebileceğini ima eden bir savunma yapıyor. Evet, bu bir savunmadır. Bu savunma aklın, bilimin inkarıdır. Bilim hurafeleri yıkarak bilim olur. Onları meşrulaştırarak değil.
Bu "gemileri karadan yüzdürme" hikayesine fetihle çağdaş (buna Osmanlı kaynakları dahil) hiç bir kaynakta rastlanmıyor. Yalnız tarihçi Babinger, Fatih hakkındaki bir makalesinde, Fatih'in babası 2.Murad gibi sık sık sarayına İtalyan danışmanları davet etmiş olduğunu kaydeder. Bu danışmanlarının bazılarının Fatih'le ilgili anılarını aktarır. Fetih sırasında, karada gemi yürümekte ustalaşmış Venedikli danışmanlardan yararlanmış olduğunu belirtir. Gelgelim, düz bir karada gemi yürütmek mümkün görünse de, Dolmabahçe'den (iddiaya göre, bugünkü Kadırgalar Caddesi'nden) Kasımpaşa civarına kadar gemileri çıkartıp indirmek akla yakın görünmemektedir. Bir de, İstanbul'un fethi askeri olarak bir karasal kuşatmadır. Gerçek bir deniz savaşından söz edilemez. Marmara'dan bir deniz hamlesi düşünülmüşse de başarılı olamamış, Osmanlı için hezimetle sonuçlanmıştır. Ağır bir yenilgi alınmıştır. Ancak Venediklilerden yardım geldikten sonradır ki, Fatih'in hâlâ sağlam kalabilmiş az miktardaki kadırgaları Haliç'e girebilmiştir. Kuşatma sırasında, bilindiği gibi, ağırlıklı olarak Haliç tarafından hamleler yapılmıştır. Strateji böyle kurulmuştur. Zaten kuşatmanın bu kadar uzun sürmüş olması da, gerçek bir deniz savaşının öngörülmemiş olmasıyla alakalı olmalıdır. Osmanlılar o zaman henüz deniz savaşları verebilecek bir askeri kapasiteye ulaşmış değillerdi. Hoş, sonrasında da bu bakımdan başarılı oldukları pek söylenemez. İmparatorluğun çöküşü, denizlerdeki (dolayısıyla bilimsel seviyedeki) bu yetersizlik açısından da ele alınabilir.
Entelektüel ahlaksızlığın en yetkin numunelerini sergileyen Prof. Ortaylı'yla biraz daha devam edelim. Malum, bir sinema filmi çekilmişti. O filmde, aklımda yanlış kalmadıysa, Hezarefen Ahmet Çelebi nam bir şahsın Galata Kulesi'nden kanatlanarak Üsküdar'a kadar uçtuğu ve hatta Üsküdar meydanına yumuşak bir iniş yaptığı işleniyordu. Bu da o devre muassır kaynaklarda hiç yer almayan bir iddiadır. Zaten böyle bir uçuşun olması da mümkün değildir. Ortaylı'nın değerlendirmesi, böyle bir şeyin olmuş olabileceği şeklindedir. Pes! En iyisi, İlber beye, ağırlığını çekebilecek kadar güçlüsü yapılabilirse tabii, kanatlar takarak bu denemeyi yaptırmaktır. Herhalde o zaman bu işin sık yaptığı entelektüel uçuşlar kadar kolay; çok severek yaptığı, tıkınmak kadar haz verici olmadığını idrak edecektir.
Sonradan AKP'nin müze müdürü olduğu vakit kendisine, Topkapı Saray'ında bulunan kutsal emanetlerin ne kadar gerçek oldukları sorulmuştu. Yine aynı mealde bir yanıt vermişti. Hatta o zaman daha da ileri giderek, mealen, "Efendim, bizim bir müşkülümüz var, sarayın bu kutsal emanetler kısmına kadınların başlarını örterek girmesini istiyoruz. Ancak yeterli elemanımız olmadığı için kontrolü sağlayamıyoruz" diyordu.
Profesörümüzün 28 Şubat günlerinde TV'lerde arz-ı endam ederken, Atatürk'ün adını andığında, önüne "büyük" sıfatını koymaya özen gösterdiğini hatırlıyorum. 28 Şubat'taki "türban" karşıtlığından, AKP devrindeki, "türban" yandaşlığına... Hem de kraldan çok kralcı konumunda. AKP'lilerin bile (en azından o zamana kadar) tahayyül edemediği derecede. Çok yazık! Müze müdürlüğünden alındıktan sonra bir müddet AKP karşıtlığı yapar gibi oldu. Ancak bu adamlar iktidarı arkalarına almadan yapamazlar. Her zaman bir Saray'a kapılanma ihtiyacı duyarlar (Müze müdürlüğünden alındıktan sonra Galatasaray Üniversitesi, Siyasal Bilimler Fakültesi'nde ders verirken birinci sınıfa yeni başlayan ve sınıfta ön sıralarda oturmuş iki türbanlı kız çocuğuna, bundan sonra kendi dersinde sınıfın en arkasında oturmalarını söylüyor. Oturdukları yerden arka taraflara gönderiyor. Bunu da bizzat aynı sınıfta bulunan başı açık öğrencilerden dinledim). AKP devrinden önce profesörümüzün yazı ve sohbetlerinde bolca yer verdiği Atatürk'ün yerini, kendisini emperyalist "yeni-Osmanlıcılık" siyasetinin, sözüm ona, eş bakanı olarak ilan edenlerin hoşuna gitmek için olsa gerek, AKP devrinde, ansiklopedik bilgilere dayanılarak bir Osmanlıcılık muhabbetinin almış olduğu malum. Tarihçilik ansiklopedik bilgiler verilerek yapılabilir mi? Alın size memleketimizden bir akademisyen "aydın" figürü! Veyahut sefaletin bir figüratif görünümü.
Üstelik adamcağız da (Şark insanına, münevverine has bir duygu olan) haset de olmalı. Yazar Orhan Pamuk'u, bir TV'de, Türkçeyi bilmemekle eleştiriyor. Ortaylı, Pamuk'un İstanbul adlı eserinde, "caminin damı", "minarenin balkonları" gibi saçma sapan ifadeler kullandığını söyleyip, Pamuk'un bu ülkenin diline, kültürüne yabancı olduğu anlamına gelecek laflar ediyor. Pamuk beğendiğim bir yazar değil, bir entelektüel de değil, yine de merak ettim, adı geçen kitabı satır satır taradım. Adamın böyle bir ifadesine rastlayamadım. Yetmedi, kitabın ilk baskısını buldum. Orada da göremedim. Bu durumda Ortaylı'nın kitabı okumamış olduğu ve buna rağmen haksız bir tenkitte bulunduğu anlaşılıyor.
Bakınız AKP devri, yani karşı-devrimci dönemin aydınları, bir kısmı meczup, diğer bir kısmı kurnaz-fırsatçı, bilindik ya da nevzuhur İslamcı, muhafazkar figürler değildir. İslamcı aydın olmaz. Bu öncelikle aydın kavramıyla bağdaşmaz. Aydın tanım itibarıyla, en önce, seküler bir tiptir. Yaradancılık anlamında din ile değil, ama kurumsal dinle çatışandır.
AKP devri, 12 Eylül rejiminin kendisini tam olarak gerçekleştirme girişimi olarak görülmelidir. Onun ileri aşaması, devamıdır. Bu devrin aydınları da, dikkat edilirse, 12 Eylül'de yıldızı parlamış, hizaya girmiş figürlerdir. Bunlar arasında nedamet getirmiş, daha yumuşak bir ifadeyle, liberalleşmiş (hem de en "neo" seviyelerde) sosyalistler, sosyal demokratlar, Özal devri bakiyesi "milliyetçi-muhafazakarlar" ön safları tutarlar. İlber Ortaylı, Celal Şengör, ve tabii Murat Belge, Altan biraderler gibi Taraf erbabı tipler bunlar arasındadır.
Her neyse, işimize dönelim. 2.Bayezit devri ve sonrasında, Portekiz, İspanya ve İtalya yahudilerinin ve tabii İspanya Araplarının göçleriyle, bu yeni sakıncalı olabilecek nüfus -Roma siyasetinin devamı olarak görülebilecek bir şekilde- Haliç'in iki yakasında ve tabii özellikle de Galata'da iskan edilir. Göçmen Endülüs Arapları yoğun olarak Kasımpaşa'ya doğru çevresi Türk müslümanlarıyla meskun, Azapkapısı ve Perşembe Pazarı arasındaki alanda, o zaman Galata Camisi olarak adlandırılan, sonradan Arap adını (Kanuni devrinde veya daha sonra) alacak cami civarında iskan ediliyorlar. Etrafındaki nüfusun Arap olması dolaysıyla Türkler camiye Arap Camisi diyorlar. Caminin adından hareketle anlatılan Emevilerle ilgili hikaye, çapsız milliyetçi-muhafazkar tarihçiliğimizin her fırsatta üretme kapasitesine sahip olduğu palavralardan biridir.
Bu Arap Camisi'nin bulunduğu yerde ilk önce bir Bizans ortodoks mabedi olan Aya İrene Kilisesi varmış, onun harabeleri üzerinde, Bizans'taki ilk Dominiken Manastırı inşa edilmiş, bu manastır 1228-1261 yılları arasında faaliyet göstermiş. Sonradan (1307 yılında) Galata Saint Paul Kilisesi'ne dönüştürülmüş ve 1475 yılına kadar bu kimliğini korumuş. Yani bu son verdiğim tarihe kadar camiye çevrilmemiştir. Bu yapıyla ilgili bildiğim en önemli monografik çalışma, bu gezilerimizde bize sık sık kılavuzluk etme inceliğini gösteren dostumuz Mamboury'nin de bir önsöz yazmış olduğu, bir Dominiken rahip olan Peder Benedetto Palazzo'nun kaleme almış olduğu "L'Arap Djami ou Eglise Saint -Paul A Galata" adlı 1946 tarihli eserdir.
Öte yandan, Endülüs'ten kovulan Yahudiler ve Araplar, Osmanlı devleti için duvarcı, fayansçı, yapı ustası gibi kalifiye elemanları içerdiği için ayrıca önem taşıyor (Belki o günlerden yadigar bir çok camide ve başka mabette bu insanların kültürlerine özgü sembollerin görülebilmesi de bundandır. Mesela Karaköy'de, Gümrük sokağının köşesindeki Kemankeş Camisinin giriş kapısının her iki yanında Davut Yıldızı ya da Süleyman Mührü sembolleri vardır).Bununla beraber, Prof Halil İnalcık, gelenler arasında bir tür tefecilik yapan Arap ve Yahudilerin bulunduğunu da belirtir.
Bütün bu yukarıda söylenenlere rağmen, Galata'yı çekici hale getiren, henüz kırsal bir alan iken (Bizanslıların Ceneviz yerleşimi öncesinde buraları, bol miktarda bulunan incir ağaçları dolayısıyla, İncirlik (Scytie) olarak adlandırmış olduklarını söylemiştim) onu kentsel bir alana dönüştürüp mamur eden Cenevizlilerdir. Galata ismini de onlar vermiş olmalılar (denize çıkıntısı olan inişi çıkışı çok olan yer anlamında, Calata - okunuşu Kalata oluyor. Hatta Cenova'da da benzer coğrafi özellikleri dolayısıyla Calata olarak adlandırılan mahal ya da mahaller olduğunu şimdi hatırlayamadığım bir yerde okumuştum.). Değerli araştırmacı Semavi Eyice'nin bu "Calata" kökenine, bunun ancak Ceneviz yerleşimi sonrasında olabileceği, ama onlar yerleşmeden önce de mahalin bu adı taşıdığı ve bu yüzden inandırıcı olmadığı yolundaki itirazı geçerli görünmüyor. Çünkü İtalyan veya Ceneviz yerleşiminden önce burasının yaygın olarak kullanılan adının "incirlik" anlamında "Scytie" veya "karşıyaka" anlamında "Perama" olduğu biliniyor. Galata adı İtalyanlarla birlikte ortaya çıkmış olmalıdır (Bu arada Nişanyan'ın Yer Adları Sözlüğü'nde, "Galata" adının Yunanca Pera ile aynı, "karşıyaka" anlamına geldiği iddia ediliyor. Yunanistan'da bu adı taşıyan altı yer olduğu belirtiliyor).
Bu arada, Solomon Schweigger'in meşhur kitabı Sultanlar Kentine Yolculuk'ta, Galata adının Kral Brenner komutasında bu bölgeyi bir süre kuşatan Galyalılar'dan geldiği iddia edilmektedir. Kulaktan dolma, yanlış bir bilgidir. Demek ki, 16 yy'da kimi Batılılar arasında böyle bir inanış varmış. Bu yüzden, geçerken bir not olarak iletmek istedim.
Liman, tersaneler (Cenevizlilerin bugünkü Karaköy Meydanı olan yeri kazarak gemiler için havuz yapmış olduklarını yine Bareilles'den öğreniyoruz), surlar, ev- ofis hanlar, yollar Cenevizlilerin eseridir. Fetih esnasında, yukarıda değinildiği gibi, Cenevizliler -bir ölçüde- tarafsız bir siyaset izlemişlerdi. Bu sayede, fetihten sonra da Galata'da Cenova devletinin konumu radikal anlamda değişmeden sürmüştür. Ta ki Cenova şehir-devleti eski gücünü yitirinceye kadar. Öyleyse şunu söylemekte bir çekincemiz olmamalıdır: Konstantinople'ü Doğu Romalılar, Galata'yı (eğer Cenova'yı da ona dahil edersek) Batı Romalılar kurmuştur.
Şimdi bir de çok kısa, Galata'nın 18yy'ın ikinci yarısındaki kapılarını sayalım (rehberimiz Sarkis Hovanesyan "Sarraf" [1750-1805] olsun). Batı ucundan başlayalım: Azepkapısı (Kadı'nın büyük mahkemesi ve iskele burada bulunuyordu. Bu arada, "azepli" Osmanlı donanmasında bugünkü bahriyeli askerine benzer bir işlev gören asker anlamına geliyor. Orada tersane ve liman civarında bir kışlaları olması gerekiyor), Kürkçü Kapısı (Arap Camisi ve Galata kadısının konağı ve biraz daha Perşembe Pazarı'na doğru Voyvoda'nın konağı burada bulunuyor), Yağ Kapanı Kapısı (Balıkhane [modern zamanlardaki yerine çok yakın] burada, surun zindan kısmı-Galata Zindanı- da burada), Balıkpazarı Pazarı Kapısı (balık satıcıları ve lokantaları burada -şimdi de hemen hemen aynı yerde), Karaköy Kapısı (Aşağı yukarı bugünkü Karaköy Köprüsünün tam çıkışına rast gelen bir yerde. Burada da bir iskele mevcut), Kurşunlu Mahzen Kapısı (Yani Yeraltı Camisinin olduğu yer. Modern zamanlarda biraz daha ilerde olan, Galata Gümrüğü o zaman burada. Bugün de söz konusu caminin arka tarafında bir "gümrük sokağı" var), Mumhane Kapısı (burada da bir iskele var), Eğri Kapı (Tabii bunun Edirnekapı'daki "eğrikapı" yla bir alakası yok. Zamanla eğrilen, çatlayan kapılar olabiliyor. Burada yahudi yerleşimi var. Aralarında Karayim yahudileri bulunması olasıdır. Bu kapının iç taraflarında, yani bugünkü Kemankeş, Galata Mumhanesi ve Necatibey caddeleri arasındaki alanda bol miktarda Rum meyhaneleri var. Yakın zamanlara kadar burada bir çok meyhane vardı. Hatta ilk balozlar da bu civarda ortaya çıktı. ), Kireç Kapısı (Dericiler, debbağlar, Kadı'nın küçük mahkemesi ve Tophane İskelesi burada yer alıyordu.Bugün orada bir "Dericiler Sokağı" var). Hovanesyan, her iki ucunda birer mahkeme olan toplam 9 adet kapı sayıyor. Dikkat edilecek olursa, işlevleri ya da faaliyet sahaları itibarıyla bu kapılardaki durumun yakın zamanlara kadar dramatik bir değişikliğe uğramadan geldiği görülecektir. İşlevsellikleri ve sosyal kompozisyonları anlamında mekanlar tarihsel süreç içerisinde süreklilik gösterebiliyor.
Lüleci Hendek'ten aşağıya Revani Sokağı'na iniyoruz. İnerken sağımızdaki binalar St:Benoit'ya ait. Kilise girişi, yine inerken bu binaların sağında.Yani sağdan ilk çıkmaz sokakta. |
Kemeraltı'nda revani sokağının sağında yer alan çıkmaz sokakta StBenoit Kilisesi girişi |
St Benoit Kilisesi kapısı |
Lövanten mimar Vallaury'nin Osmanlı Merkez Bankası eseri aracılığıyla "müslüman İstanbul" a bakışı |
Arap Camisinin minaresi Ceneviz Kilisesi bakiyesi olan çan kulesi |
Cenevizlilerde ev-ofis-dükkan, bizde cami -dükkan (Arap Camisi'nden bir görünüş)Kur'an da bir ayet boşuna "para kazanan allahın sevgili kuludur" dememiş |
O zaman burada göçmen Arapları gören yerli halk , camiye "arap" adını takmıştı. Bu manzarayı görmüş olsalardı, caminin adı "manav camisi" olurdu. |
Caminin batısında, hemen karşısında bir zamanlar endülüslü arap ve yahudilerin ikamet ettikleri bir sokak |
Arap Camisi güneyden |
eski sokakta ayakta kalmış iki üç eski evden birisi |
Osmanlı devletinin de fetihten sonra, İstanbul'daki batılıların bu bölgede toplanmasını teşvik ettiğini söylemiştim. Bu kolonilere dahil olan nüfus, esas olarak, ticari faaliyetler doğrultusunda bir takım işler görmek için aileleriyle buralara gelip yerleşmiş, ya da yerleştikten sonra aile teşkil etmiş, aralarında bir çok maceracının da (şu Amerika'daki altın arayıcıları gibi belki) bulunması muhtemel topluluklara mensup insanlara lövanten denmiştir. Sadece İstanbul'a değil, bütün Doğu Akdeniz'de yerleşimleri vardır. Özgün olarak, Ege ve Marmara'yı da kapsayan Doğu Akdeniz'e (güneşin yükseldiği yer anlamında) Lövant dendiğinden, buralara yerleşmiş batılı (katolik) hıristiyanlara da lövanten denmekteydi. Bizdekilerin ağırlıklısı, orijin olarak İtalyan, Fransız, Maltalı (hatta tam yerini tespit edemediğim, Galata'nın Karaköy tarafında, Maltalıların yoğun olarak yaşadığı bir "Maltalılar sokağı" varmış) ve Lübnanlı katoliklerdir. Tabii esas aks, imtiyazların tanınmış olduğu, Fransa ve İtalyan kökenli şehir devletleridir. Fransızların daha güçlü olarak burada konumlanmaları, Kanuni devrinde elde ettikleri kapitülasyonlardan sonradır. Bu Osmanlı siyasetinde, Venedik, Ceneviz ve Fransa'yı birbirlerine karşı kullanarak, Osmanlı devletine karşı manevra alanlarını daraltma düşüncesi vardır. Ama zaman içinde uygulamada tersi bir sonuç verecektir.
Gelgelelim, 18.yy'da yeni uluslararası ticaret yollarının kullanımının, yeni gemi yapım teknolojilerinin de devreye girmesiyle, yaygınlaşması, Venedik, Cenova gibi, Akdeniz üzerinden gerçekleştirilen denizaşırı ticarette önemli bir yer tutan şehir devletlerin, Fransız ve İngiliz ve biraz daha sonra Avusturya ve Rusya rekabeti karşısında eski önemlerini yitirmeye başladıkları görülür. Bu durum özellikle Osmanlı'yı yakından ilgilendiren Doğu Akdeniz'de Fransa'nın öne çıkmasına neden olmuştur. Özellikle 18.yy sonlarından itibaren Osmanlı Akdenizi'nde artan Fransız etkinliğinin, Galata ve Beyoğlu'ndaki hayat üzerinde de anlamlı etkilerinin olduğu vak'adır.
Tabii denizaşırı ticaretteki bu gelişmeler, esas olarak, tarımsal bir ham madde tedarikçisi olan Osmanlı ekonomisinin yapısında değişimler meydana getirmiştir. 16.yy'dan beri değişim süreci içerisine girmiş toprak düzeni, tarımdaki üretim ilişkileri 18.yy'da tarımsal yapıda tam bir krize ve çözülmeye yol açmıştır. Zaten ta başından beri belli bir ekonomik ve siyasal güce sahip yerel ailelerin tarımsal fazla üzerindeki kontrolleri ve dolayısıyla siyasal güçleri de artmıştır. Avrupa'nın bir kaç yüz yıl önce yaşadığı gelişmeler, yani feodal yapının çözülmesi, Osmanlı'da 18.yy'da bariz hale gelmiştir. Bürokrasi- de zaten çok erken zamanlardan itibaren bir ağırlığı olan güçlü aileler tarafından el konulan topraklar, topraklarından sürülen ya da kaçmak zorunda kalarak büyük kentlere göç eden, proleterleşen, yarı-proleter (mevsimlik işçi) veya lumpenleşen köylüler, artık toprağı bir mülk olarak gören ve onun rantıyla büyük kentlerde yaşayan aileler gerçeği, Beyoğlu ve Galata vak'asının tarihsel arka planını oluşturan iç dinamikler arasında zikredilmek gerekir. Osmanlı popüler tarihçiliği, hiç de Osmanlı'ya özgü olmayan, Kapıkulu sistemi üzerinde yoğunlaşmayı tercih ederek bu alttan alta işleyen tarihsel sosyal süreci ihmal etmiştir.
Geçerken bu kapıkulu konusunda bir şey söylemek istiyorum. Osmanlı'nın erken zamanlarında, bunu mesela Fatih devrinde açık olarak görmek mümkün olabiliyor, Özellikle Balkanlar bölgesindeki hıristiyan reaya, kentlerin yoksul insanları ortaçağa özgü siyasal, dinsel baskılardan bunalmış, Haçlı talanlarıyla kendi devletlerine, devlet kurumlarına, bunların aracılık ettikleri resmi ideolojiye iyice yabancılaşmışlardı. Yoksuldular ve üstelik kültürel bir çöküş içindeydiler. Bir çokları bölgelerinde yeni yükselmekte olan Osmanlı devletini, özellikle de istikrar adına, ehveni şer olarak telakki etmiş olmalıdırlar.
Osmanlı İmparatorluğu, Türk-konar göçer devlet geleneksel devlet örgütlenmesine göre yeni tipte bir devlet olarak Avrupa'da istikrarsızlığın cereyan ettiği bir zamanda yükselmiştir. Avrupa'nın tekrar yükseldiği sıralarda da Osmanlı coğrafyasında kargaşa hüküm sürmekteydi.
Buna benzer bir tespiti pekala Bizans ve Sasani imparatorlukları arasında bir türlü paylaşılamayan bir dünyadaki hegemonya krizini, yeni ortaya çıkan Muhammedilerin fırsata çevirmiş olmasını açıklamak için de yapabiliriz. Nitekim internette, İslamın da iç savaşlarının üstesinden en kanlı yöntemlerle de olsa gelerek yükseldiği geç antikçağın en bunalımlı (Zaten "geç"olması bizatihi, tanım itibarıyla, bunalımlara referans verir. Tıpkı şimdiki "geç emperyalizm" dönemi gibi) yüzyılı olan 7yy Süryani, Nasturi kronikleri okursanız, anlatmak istediğimi daha net olarak anlayabileceksiniz.
Kanımca, sözünü ettiğim siyasal ve kültürel çöküş devrinde, bir çok gayrimüslim Osmanlı'ya gönüllü olarak tabi olmuştur. Sadece yahudiler değil, hıristiyanlar da, devletin yükselme istidadı gösterdiği erken devirlerinde ona iltihak etmişlerdir. Kapıkulu olgusuna (Kapıkulu olanların hepsi devşirme değildir elbette) bu açıdan da bakılabileceğini düşünüyorum. Yani sadece devletten gelen bir talep olarak görmemek lazımdır. Sadece mülteci, maceracı, fırsatçı sıradan insanların değil, eski rejimdeki iktidar konumlarını sürdürmek, ya da iktidar hırslarını tatmin için seçkinlerin de yeni egemenlere tabi olmayı arzu etmiş olduklarını sanıyorum.
Fatih devrinin yüksek asker-sivil bürokratları arasında İstanbul dahil ele geçirilmiş yeni toprakların eski egemen ailelerine mensup önemli sayıda kişi vardı. Yeni, rasyonel-bürokratik devletin de çoğu Bizans bakiyesi bu işbilir öğelere gereksinimi vardı. Eski devletin konar-göçer savaşçı, bir tür proto-devlet diyebileceğimiz oymak yapıları içinde yaşayan Türkmenleriyle bu yeni kurulmakta olan devlet arasındaki kavga bu olgu gözardı edilerek anlaşılamaz.
Gerekçesi ne olursa olsun bu entegrasyonun, mütevazi devlet etme bilgisi, hayli sınırlı devlet aklı ancak bir beylik çerçevesinde iş görebilecek Osmanlı hanedanlığının, özellikle de global bir devlet haline gelmesinde çok işe yaramış olmalıdır. Fatih devrinden itibaren, yani imparatorluk haline gelirken asker ve sivil hemen hemen bütün büyük bürokrasinin yeni devlete entegre eski egemenler ve bu kapıkulu figürlerden oluşmuş olmasının bu iddiaya destek teşkil ettiğini düşünüyorum.
Gerekçesi ne olursa olsun bu entegrasyonun, mütevazi devlet etme bilgisi, hayli sınırlı devlet aklı ancak bir beylik çerçevesinde iş görebilecek Osmanlı hanedanlığının, özellikle de global bir devlet haline gelmesinde çok işe yaramış olmalıdır. Fatih devrinden itibaren, yani imparatorluk haline gelirken asker ve sivil hemen hemen bütün büyük bürokrasinin yeni devlete entegre eski egemenler ve bu kapıkulu figürlerden oluşmuş olmasının bu iddiaya destek teşkil ettiğini düşünüyorum.
Yani nasıl ki, Safevi Kızılbaş devletiyle, Anadolu'daki Türkmen, Kürt, Zaza oymaklar arasında bir karşılıklı etkileşim söz konusu olmuşsa, rızaya dayalı bir birliktelik ve kaçınılmaz olarak bir karşılıklı siyasal-ideolojik yakınlaşma, benzeşme söz konusu olmuşsa, aynısı, Bizans'ın merkezini teşkil eden yerdeki nüfusla, Osmanlı devleti arasında da gerçeklemiş olmalıdır.
Hem Anadolu'nun batısında ve Balkanlarda yaşıyan, Bizans'ın, dolayısıyla kendilerini yöneten birtakım krallık ya da prensliklerin çöküşüyle boşlukta kalan bir kitlenin arayışı var. Diğer yanda, yeni Osmanlı devletiyle uzlaşmaya yanaşmadığı için siyasal ve ideolojik olarak boşluğa düşmüş ağırlıklı olarak Türk,Kürt, Zaza olan konar-göçer ve yarı konar-göçer olan kitlelerin arayışı var. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Zaten bu noktaya gelindikten sonradır ki, Osmanlı devleti ve konar-göçer Türkmenler arasındaki gerilim artıyor. Bu gerilimin merkezi devlet kurma eğiliminin güçlenmesine paralel bir şekilde arttığı açıktır. Merkezi devlet yerleşik, bir ekonomik birim olma, devlete gelir temin bakımından yerleşik sakinlere ihtiyaç duyar. Merkezi teritoryal yapının teşkili ekonomi-politik bir sorundur. Merkezi devlet vergi veren uyruklara gereksinir. Diğer taraftan, merkezileşme öncesi kuruluş sürecindeki özerk yapıların tasfiyesi de kaçınılmaz olur. Devletin organik aydınlarını, bürokrasisini oluşturacağı, genel anlamda, ideolojisini yayacağı, kendisini meşrulaştıracağı merkezi organlara ihtiyacı olacaktır. Mesela, merkezin kontrolündeki medreseleri kurarken, kuruluş sürecinde önemli roller üstlenmiş merkez-kaç tekkeleri, beylikleri, oymak düzenini dayandıkları ekonomik yapıyla birlikte tasfiye etmesi ya da sınırlarını ve konumunu yeniden tanımlaması gerekecektir.
Safevi-Kızılbaşların uzun süre tutunamamalarının nedeni (savaşı kaybetlerinin değil, devletin uzun süre ayakta kalamamasının nedeni demek istiyorum), tıpkı diğer Moğol devletleri gibi merkezi bir örgütlenme oluşturamamaları yüzündendir. Elbette nüfuslarının ağırlıklı olarak konar-göçer ve yarı-konar-göçer olmaları onların siyasal olarak merkezileşmesine engel teşkil ediyordu. Bu bakımdan dayandıkları nüfus cesaret kırıcıydı.
Osmanlı'nın bulunduğu coğrafyanın avantajlarını kullanarak bunu, yani merkezileşmeyi göze alması, devletin kendisini sürekli bir iç savaş halinde bulmasına yol açtı. Bedeli bu oldu.
Osmanlı devleti siyasal rasyonelleşmesini içinden çıktığı geleneksel, konar-göçer, savaşçı, ele avuca sığmaz olan, kurucu figürlerin de içinden çıkmış olduğu etnik yapıya dayanarak yapması artık kabil değildi. Mesela bir bürokrasiye ihtiyaç olacaktı. Yani okur yazar aydınlara, ulemaya gereksinim olacaktı. Yeni işleri yeni insanlar yapabilir, öyle değil mi?
Yeni yükselen imparatorluk, İran gibi, Arap Abbasiler ya da Memlukler gibi görece homojen ama sözünü ettiğim merkez-kaç güçlere müdahale etmeyen bir nüfus üzerinde iktidar eylemiyor, Batı'da Bizans'ın yüzyıllarca egemen olduğu bir coğrafyada, onun halen ve bir zamanlar çekip çevirdiği bir nüfusu da iktidarının nesnesi haline getiriyor. Artık işleri konar-göçer savaşkan bir anlayışla yönetemezdi. Yeni, rasyonel tipte bir merkezi devlete ihtiyaç vardı.
Tekrar olsun, sıkı merkezileştirme çabası, hiç bir olası merkez-kaç güce tahammül edemez. Her biri bir oymaklar konfederasyonu olan beylikler bu yüzden hedef seçilmiştir. Derviş tekke ve zaviyleri de öyle. Yeni düzende Timar sistemiyle, toprak düzeni ve ordu düzeni birbirine bir hiyerarşik yapı içinde bağlanıyor. Ordu en tepede padişahın bulunduğu bir emir-komuta zincirine tabi kılınıyor. Timar sistemi, bazı tarihçilerin iddia ettikleri Batı tipi feodalleşmeye doğru bir çözülme değil, Doğulu bir feodal merkezileşmeye işaret eder. Bu timar sistemi kesin olarak konar-göçer aşiret veya oymak örgütlenmesiyle bağdaşmaz.
Dikkat ediniz, devletin her yeniden merkezileşme hamlesi, ekonomik güç transferlerini, dolayısıyla bu tür sosyal, siyasal gerilimleri arttırıyor. Fatih devrindeki, mesela Tanzimat devrindeki, Cumhuriyetin erken devrindeki sosyal gerilimlere bu açıdan da bakmak meşrudur. Mesela, her üç devirde de bu gerilimin önemli görünümlerinden birisi, merkezi devletin tekke ve zaviyeler konusunda almış olduğu benzer tasfiyeci, sınırlayıcı, ya da isterseniz, yeniden ayar verici tavırlardır.
Tabii hemen şunu da ilave edeyim, her sıkı merkezileştirme ya da yeniden merkezileştirme girişimi, ideolojik olarak da, devletin ideolojik aygıtları anlamında da, yeniden bir yapılandırmayı beraberinde getirir. İdeolojik ortodoksi ve dolayısıyla olası heterodoksiler de yeniden tanımlanır, buna uygun ideolojik aygıtlar yaratılır, veyahut mevcutlar yeni ihtiyaç doğrultusunda dönüşüme tabi tutulur. Osmanlı-İslam sünniliği bu anlayışla yeni resmi ortodoks ideoloji haline getirilmiştir. Devletin resmi ideolojisi olmuştur.
Özcesi, Osmanlı devleti Fatih Devri'nde artık bilindik Türk-İslam, hatta daha doğrusu İslam devletlerinden birisi değildir. Bu öncekilere ve mevcutlara nazaran yeni tipte bir devlettir. Bu bakımdan Köprülü'ye katılmıyorum. Bu önemli değişimi kavrayamamıştır. Bizans coğrafyasında kariyerine başlamış bu devlet, tamamen Bizans'ın devamı olarak görülemez, ancak onun bir çok siyasal vizyonunu ve kurumsal eğilimlerini sahiplenmeye çalışmıştır. Mesela, bölgesel değil, global bir imparatorluk vizyonunun pratiğini yapmıştır. Fatih devrini izleyen aşağı yukarı bir asır içinde de bu bakımdan (bunun için rakiplerin içinde bulundukları olumsuz koşulları neden olarak göstermek doğru olmaz) hayli başarılı olmuştur. Bununla birlikte sonuna kadar, olanaklı olduğu ölçüde, gücü yettiği ölçüde merkezi yapıyı korumaya çalışmıştır. Bizans da öyleydi. Baştan sona Konstantinopolis onun merkezi yapısının merkezi olan başşehri olmuştu. Aynısı Osmanlı için de geçerlidir. İstanbul merkezi yapının sembol şehridir. Cumhuriyete kadar da böyleydi.
Yukarıda değindiğim gelişmeler üzerinde yükselen yeni tipte devlet, Kanuni devrinin sonlarına doğru, Osmanlı coğrafyasında ve etrafındaki dünyada olup biten görülemediği için Celali İsyanları adeta davet edilmiştir.
Öncesinde, Yavuz da Fatih'in anlayışını sürdürmeye çalıştı. Ancak Türk-Moğol devlet geleneğini sürdüren rakip İslam devletleriyle hesaplaşmak zorunluluğu öncelik kazanınca, veyahut ona öncelik verilince, özellikle de Anadolu'daki çoğunluk Türkmen konar-göçer ve yarı konar-göçer nüfus için bu Türk-Moğol geleneğinin, yeni Osmanlı devlet anlayışına nazaran daha kabul edilebilir olduğu koşullarda, önemli sorunlara neden oldu. Avrupa'daki gelişmeler ve rasyonelleşme süreci ivme kazanırken Osmanlı'nın zayıf karnı çözülme sürecine girmişti.
Tasfiye edilmiş ve halen edilmeye devam edilen eski geleneksel yapılar ve onlara tabi nüfus yeni Osmanlı devletiyle kendisini bağdaştıramadığı için muhalif bir konumda kaldı. Tasfiye edilen ağırlıklı olarak Türkmen konfederasyonları halen (çünkü aralarında Kürt ve Zaza oymaklar da var) çok güçlü olmayan Safevi Kızılbaş devletine kurtarıcı misyonu yüklediler. Kitleler halinde ona katıldılar.
Giderek ortodoks anlamında sünnileşen Osmanlı ideolojisi karşısında bu muhalif unsur da giderek heterodoks bir İslam anlayışa savruldu. Bu rekabet ve mücadelenin ideolojik bir boyutnun da olacağı aşikârdı. Sonuç olarak, bu Osmanlıya tepkili kitleler Safevilerin Osmanlı devletine meydan okuyacak kadar güçlenmesine neden oldular. Tabii bu arada, Şah İsmail devrinin Kızılbaşlık ideolojisi, yeni devletin resmi sünnilik ideolojisinin rakibi oldu. Kaçınılmaz olarak. Modern zamandan bir olguyla benzerlik kuracak olursak, Kızılbaşlık ideolojisine soğuk savaş devrinde komünizm ideolojisine reva görülen muamele yapıldı. Devletin bilinçaltına kaydettiği bu tavır, yeni merkezileştirmeci Cumhuriyet devleti tarafından da devir alındı.
Geçerken, Şah İsmail'in Anadolu'daki Osmanlı'ya tepkili konar-göçer, yarı-konar göçer kitleleri propagandasıyla kızılbaşlaştırdığı yorumlarını kuşkuyla karşıladığımı da belirtmek isterim. O zaman muhtemelen Anadolu coğrafyasında, bugünkü Alevi -İslam anlayışını andıran bir dinsel anlayışın egemen olduğunu iddia etmenin meşru olduğunu düşünüyorum. Burada, Şah İsmail'in dinsel anlayışına pek aykırı olmadığını sandığım bir yapılanma, dolayısıyla hazır bir kitle var. Bir karşılıklı etkileşimle oluşmaya başlamış gevşek, sınırları henüz belirlenmemiş bir dinsellik anlayışı vardı muhtemelen.
Bu bakımdan, Şah İsmail'in Şii olduğu iddiası gerçeklikle hiç bağdaşmamaktadır. Böyle bir sonuca varmak için onun şiir divanına bakmak bile yeterli olacaktır. Dolayısıyla, Şah İsmail'in İran'ı şiileştirdiği iddiasını da kuşkuyla karşılamak gerekir.
Yavuz devrine dönecek olursak, doğusundaki sorunları, toprak ve nüfus kaybını da göze alarak alttan alan siyasal araçlarla çözmeye çalışmak, sonrasında oluşturacağı daha global ekonomiye entegre etmek yerine tepkisel, fevri askeri önlemler almaya kalkışınca, Fatih devrinde tespit edilmiş olan Batı'ya doğru stratejik vizyon fiilen zarar gördü.
Yıldırım Bayezit devrindeki gibi, bir tür "fetret" devrinin tohumları, üstelik bu kez daha geniş bir coğrafyada atılmış oldu. Süreğen bir istikrarsızlık "doğu sorunu"na dönüştü. Kanuni devri başlarında imparatorluk yeniden Fatih devrindeki ayarlarına döndürülmek istendi. Bunda kısmen başarılı da olundu. Ancak Avrupa'nın yeni bir aklı inşa etmekte olduğu kavranamadı. Üstelik, Avrupa'nın bu çabası hor görüldü.
Osmanlı batısında olup biteni kavramaya başladığında da çok geç olmuştu. O saatten sonra, en iyi durumda, onun yarı-sömürgesi olunabilirdi. Emperyalizm söz konusu olduğunda, Osmanlı'ya hakim olan bu miyopluk, Cumhuriyet kadrolarının vizyonunu da belirlemiştir. Bu açıdan, şöyle söylemek de mümkün olabiliyor: Vahiddedin'in monarşi şartlarında yapmaya çalıştığını, Atatürk cumhuriyet şartlarında başarmıştı.
Yine laf lafı açtı, biraz dağıldık. En son, Beyoğlu ve Galata'daki değişimin iç dinamiklerini harekete geçiren global ölçekteki ekonomik ve sosyal dönüşümlerden söz ediyorduk. Bu çerçevede Tanzimat'a değinmiştik.
Esasen Tanzimat uygulamaları, başka şeylerin yanı sıra Osmanlı feodal üretim ilişkilerindeki bu çözülme sürecinin hukuken meşrulaştırılmasına da hizmet etmiştir. Tanzimat, sadece Osmanlı'yı yeni şartlarla dünya ekonomik sistemine entegre etmek isteyen uluslararası güçlerin dayatması olarak değil, aynı zamanda, de facto bir konum elde etmiş yerel ekonomik-siyasal güç odaklarının tazyikiyle gerçekleşmiştir.
Bununla birlikte, Osmanlı devletinin geri kalmışlığını aşamamış ya da gecikmiş olmasının en önemli nedeni ekonomik-siyasal olarak bağımsız bir orta sınıfın ortaya çıkamamış olmasıdır. Bu yüzden Avrupa'da 17, 18 ve 19. yy'da yaşanmış arkaik sınıfları tasfiye etmeye yönelik bütün devrimci atılımlardan mahrum kalmıştır. Dolayısıyla, feodalite ve onun üzerinde yükselen mutlakiyetçi devlet karşısında kendi ulusal burjuvalarının ve ulusal pazarının önünü açamamıştır. Batı'da kapitalizm dörtnala koşarken, Osmanlı ekonomi-politik bir durgunluk içinde debelenip durmuştur. Büyük ticaret yabancıların elinde, hiç bir siyasal bağımsızlığı olmayan yerli girişimcilerse, küçük ölçekli üretim alanında, sermaye birikim olanakları çok sınırlı bir çerçevede kendilerine yer bulabiliyorlardı.
Devlet mevcut geleneksel haliyle, kontrol ettiği geniş araziyi kendisini çevrelemiş rakip devletler karşısında koruyamayacağını arka arkaya kaybettiği savaşlardan ve onların sonuçları arasında görülebilecek iç savaşlardan sonra idrak etti. Bu bakımdan modernleşme istemi bizzat mutlakiyetçi devletten geldi.
1648 yılında Avrupa'da, Westphalia Barışı adı altında yeni bir dünya düzeni kuruldu. Birbirlerinin haklarına, inançlarına saygılı ulusal egemen devletler halinde örgütlenmenin önü açıldı. "Uluslararası hukuk" ve "laiklik" bu düzenin teminatı olarak onaylandı. Osmanlı devleti bu dünyada artık eski haliyle yaşayamazdı. Osmanlı devleti bunu anladığı zaman geç kalmış olduğunu da anladı. Tanzimat ve sonrasındaki (buna elbette Tanzimatın siyasal zirvesi olarak Cumhuriyet de dahildir) ekonomi-politik oluşumların bağımlı modernleşmesinin kaynağını 1648'den sonraki bu küresel gelişmede aramak meşrudur.
Bütün bu reformcu programatik girişimler, en başta da Tanzimat, batılı araçları devletin ve toplumun en üst katlarında egzersiz etmeye başlasa da, bunları devletin ve toplumun bütün katlarına yayacak, oralarda içselleştirilmesini sağlayacak, kendi ekonomik gücüne dayanan politik olarak bağımsız bir burjuva sınıfının desteğinden mahrumdu (Tabii burada kest ettiğim tek tek şurada ya da buradaki burjuvalar değil, bir toplumsal sınıf olarak örgütlenmiş burjuvazidir. Yani burjuvalar değil, burjuvazi). Bu koşullarda devreye giren bürokrasi, geleneksel sınıflar ve güçlerle çatışmalı bir birlik halinde bu reformların taşıyıcısı oldu. Sürecin bütününde bu çatışmalı halin yansımaları, özellikle yol açtığı ikili yapılarda (mesela aynı zamanda, hem dinsel medrese hem laik, bilimsel okullar) izlenebilir.
Tanzimat düzeninin içeride dayandığı, esas olarak toprak düzenini ve yerel ticareti kontrol eden yeni özerk yerel, bölgesel güçler (Örnek olsun, Dr Rıza Nur Sinoplu'dur. Anılarında, Sinop'ta, 2.Mahmut döneminden itibaren en değerli ve en geniş arazilerin "ayân" denen derebeylerin eline geçtiğini, bunların her anlamda otoriteyi temsil ettiklerini, adeta yerel padişahlar olduklarını belirtir) ; dış ticareti ve devletin artık günlük işlerini dahi çevirebilmesi için zaruri olan mali kaynağın temin edilmesinde aracı olan finans sektörünü kontrol eden "gayrimüslim" tabir edilen sermayedarlar, bunların taleplerine yanıt vermek için yeniden yapılandırılmış, bu kesimlerin kendi aralarındaki ve devletle olan çatışmalı çıkar ilişkilerini düzenlemeye çalışan bürokrasi modernleşmenin motor gücüydü. Tanzimat da, Meşrutiyet ve Cumhuriyet de esas olarak kapitalizmin ülkede gelişmesine, burjuvalaşmaya zemin hazırlamaya çalıştılar. Ancak söz konusu Tanzimat metoduyla evdeki hesap çarşıya uymayacaktı. Çok geçmeden Cumhuriyetimiz de benzer ikili yapılaşmanın tuzağına düştü. Bugün her düzeyde bunun sonuçlarını yaşıyoruz.
Geçerken ilave edeyim, ardından karşı-devrimi getirecek restorasyon "milli şef" İnönü ya da Bayar-Menderes devirlerinde değil, daha Atatürk'ün sağlığında başlamıştı.
Esasen cumhuriyet kadroları mücadele ettikleri kapitalist-emperyalizmin ne olup ne olmadığını kavrayamamışlardı. Onlara göre emperyalizm, ülkelerini işgal etmiş büyük güçlerdi. Ancak, onların nasıl ve neden büyük güç olduklarını idrak edemediler.Sorgulamadılar.Onlara dayanarak, onların seviyesine çıkabileceklerine hatta daha öteye gidebileceklerine inanmışlardı. Oysa onlara ancak bir alt birim ya da "çevre" ülkesi olarak, yani bağımlı olarak entegre olabileceklerini göremediler. Ya da farklı bir yolu tercih etmediler diyelim. Bu tür eleştirel uyarılarda bulunanları da ezdiler, yok ettiler.
Tekrar olsun, emperyalist entegrasyon ikili yapıları canlandırdı. Tanzimatın başına gelen Cumhuriyetin de başına geldi. Son soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, bu savaşın koşullarına göre örgütlenmiş devlet çözülünce, soğuk savaşın ihtiyaçları gereği kontrollü bir şekilde el altında tutulan, bütün merkezkaç güçler, tarikatler, mafyalar, derin devlet artıkları, lumpen sermaye vb kendilerinin serbestçe at oynatacakları geniş bir alan buldular. Dünyanın yeni düzensizliği de bu durumu teşvik etti. Tayyip Erdoğan bu mezbeleden beslendi, onun içinden çıktı. Kesinlikle bir neden değil, bir sonuçtur. Ancak bu sonuç, ta başından bindiği dalları kesmeye girişmiş Cumhuriyetin de sonunu getirecektir.
Konumuza dönelim. Lövanten ile Frenk'i birbirine karıştırmamak gerekir. Frenk, Osmanlı dilinde (Müslüman Arapların, Selçukluların ve Osmanlı devletinin Avrupa'daki başlıca rakipleri olan krallık, yani Franklar, dolayısıyla -Araplar "Efrenc"; Farsiler, "Fereng" diyorlardı) bütün katolik ve protestant Avrupalılara verilen ortak addır. Mesela Frenk diyarı denilirken genel olarak katolik ve protestant Avrupa kast edilmekteydi.
Değerli sosyolog merhum Niyazi Berkes, bu "frenk" sıfatının dilimize Bizanslılar dolayısıyla grekçeden girmiş olduğunu belirtir. Grekçe aslı "frankoi" dir. Berkes, Rumların dilinde bu sıfatın aynı zamanda bir nefretin ifadesi olduğunu ilave eder. Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler adlı kitabında (Yön Yayınları 1965), 1870 yılında, Anadolu'da seyahat eden İngiliz Palgrave' in başından geçen bir hikayeyi aktarır. Buna göre, Anadolu'da bir Rum köyünü ziyaret eden, kendisi de Rumca bilen Palgrave, yanındaki Rum rehberine köyün ağasıyla sohbet etmek istediğini söyler. Rum rehber ağaya, "ağam bir Frenk köpeği geldi, sizinle görüşmek istiyor" diye seslenir. Palgrave, "bağımsızlıklarını elde etmeleri için o kadar yardım ettiğimiz bir milletin dilinde bizleri çağırmak için kullandıkları başka bir sıfat, ne yazık ki, yok" diyerek hayıflanır.
Bu noktada bir şey daha ilave edeceğim. Bizans devrinde Katolik dünyaya, popüler kullanımıyla, "Latin" deniliyordu. Yani halk arasında bu tabir yaygındı. Aynı halk kendisini de "Romaion" yani "romalı" olarak çağırıyordu. Latinlere "barbar" muamelesi yapılıyor. Daha çocukluklarından itibaren bu halk, Papa'nın bir "deccal" olduğuna, Latinlerin, fare, kedi, köpek, kurbağa yiyen vahşi sahtekarlar, imansızlar, hırsızlar, tabirimi mazur görünüz, "karı kılıklı" herifler olduklarına inandırılıyordu. Böyle bir eğitim alıyorlardı. Bir Sırp kaynağında okumuştum, o devirlerde Romaionların besledikleri köpeklere verdikleri isimler arasında en popüler olanı, "Rim-papa" imiş. Bizans devletinin bu Latinlerle -elbette istemeye istemeye ama zorunluluktan - yaptıkları uzlaşmalar sırasında dahi halktaki bu imaj hiç değişmemiş, tersine, o durumlarda, daha da güçlenmiş.
Konstantinople'ün düşmesinden sonra Bizans mirasını siyasal ve kültürel olarak sürdüren devlet Rusya'dır. Bu bugün de böyledir. Bunu kabul etmek gerekir. Bu geçmiş anlaşılmadan bugün Rusya ve Batı arasındaki gerilim anlaşılamaz. Bizans'ın Osmanlı'da sürdüğü iddiası en genel "siyasal ve kültürel" miras" anlamında doğru değildir. Bununla birlikte bazı Bizans kurum ve uygulamalarının Osmanlı'da sürmüş olduğu gerçeğine karşı çıkmak da yanlıştır.
Bilindiği gibi bu karşı çıkış, en etkili şekliyle, merhum Prof Fuad Köprülü tarafından yapılmıştır. Nedeni de anlaşılabilir. Köprülü bunu yaptığı zaman, yeni bir Türk devleti ve onun eliyle bir "Türk milleti" yaratılmak istenmektedir. Bir ihtiyaca yanıt vermeye çalışıyor. Geçerken, modern Türk tarihçiliğinin kurucusu olan Köprülü, Ankara'daki ulusal kurtuluş hareketine İstanbul'dan güçlü bir şekilde muhalefet etmiş, hatta adı bu yüzden 150'likler listesine dahil edilmek istenmişti. Kimi fikirlerinin ya da vurgularının bu biyografik geçmişin etkilerini de yansıtıyor olması muhtemeldir.
Osmanlı için buradaki lövantenler de frenk kökenlidir. Frenktir. Osmanlı için bu nüfus Avrupalıdır. Avrupalı içinse, soyları eski zamanlarda Doğu'ya yerleşmiş köken olarak Katolik hıristiyanlardır. Demek ki Osmanlı açısından Frenk; Avrupalı açısından, kökenleri Avrupalı olsa da, artık Doğulu katolik hıristiyanlardır. Lövantenlerse kendilerini bu topraklarda "geçici" olarak bulunan Avrupalı ya da katolikler olarak görmekteydiler. Sonradan Türkiye'dekilere ve özellikle de İstanbul'da yaşayanlarına, lövantenle eş anlamlı olmak üzere, "tatlısu frengi" dendiği de olmuştur. Bu "tatlı su" tabiri de, Fransızların kentin içme suyu ihtiyacını temin eden ve Haliç'e akarak onu besleyen en önemli kaynaklar olarak, Kağıthane ve Alibeyköy derelerine izafeten, özel olarak (kafalarındaki İstanbul imajıyla çakışan bir peyzaj olarak) Haliç civarına, genel olarak da, Osmanlı Istanbul'una gönderme yaparken kullandıkları bir sıfattı(L'eaux-Douce d'Europe). Bu noktada şunu da belirtmeme gerekiyor, Bizans devrinde ve Osmanlı devrinde de, eğer bir vücuda benzetecek olursak, Istanbul'un yüz kısmı diyebileceğimiz yer Haliç tarafıydı.
Bizim bugün azınlık dediğimiz ermeni, yahudi ve rum cemaatleriyse, "gayrimüslim" Osmanlılardır. Oysa, lövanten Osmanlı değildir. Hiç bir zaman kendisini Osmanlıya ait görmez. O İtalyandır, Fransızdır, Latin'dir veya Avrupalıdır. Lövanten onun kendi kendisine seçtiği bir isim değildir. İçinden çıktığı kültürün ona taktığı addır. Türkiye'ye entegre olmayı düşünmez. Onun kendi ülkesi vardır. Ona entegredir. Lövanten Scognamillo, buradaki lövanten İtalyanların, İtalya'daki gelişmelere ne kadar duyarlı ve katılımcı tepkiler içinde olduklarını, orada faşizm yükselirken buradaki ailesinin ve başka İtalyanların davranışlarından hareketle anlatır. Oysa burada olup biteni bir yabancı gibi seyretmekle yetinirler. Örnekse, Osmanlı'da başlayan devrimci hareketlere, Rum,Yahudi,Ermeni Osmanlılar, şu ya bu derecede, katılmışlarken, lövanten katkısını göremeyiz. Geçerken, Pera ve Galata'dan söz eden Amerikalı yazar Francis-Marion Crawford(1854-1909), bu "Ceneviz şehri" nin hiç bir zaman Konstantiniye'nin bir parçası olmadığını, onumla kaynaşmadığını ifade eder.
Değerli sosyolog merhum Niyazi Berkes, bu "frenk" sıfatının dilimize Bizanslılar dolayısıyla grekçeden girmiş olduğunu belirtir. Grekçe aslı "frankoi" dir. Berkes, Rumların dilinde bu sıfatın aynı zamanda bir nefretin ifadesi olduğunu ilave eder. Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler adlı kitabında (Yön Yayınları 1965), 1870 yılında, Anadolu'da seyahat eden İngiliz Palgrave' in başından geçen bir hikayeyi aktarır. Buna göre, Anadolu'da bir Rum köyünü ziyaret eden, kendisi de Rumca bilen Palgrave, yanındaki Rum rehberine köyün ağasıyla sohbet etmek istediğini söyler. Rum rehber ağaya, "ağam bir Frenk köpeği geldi, sizinle görüşmek istiyor" diye seslenir. Palgrave, "bağımsızlıklarını elde etmeleri için o kadar yardım ettiğimiz bir milletin dilinde bizleri çağırmak için kullandıkları başka bir sıfat, ne yazık ki, yok" diyerek hayıflanır.
Bu noktada bir şey daha ilave edeceğim. Bizans devrinde Katolik dünyaya, popüler kullanımıyla, "Latin" deniliyordu. Yani halk arasında bu tabir yaygındı. Aynı halk kendisini de "Romaion" yani "romalı" olarak çağırıyordu. Latinlere "barbar" muamelesi yapılıyor. Daha çocukluklarından itibaren bu halk, Papa'nın bir "deccal" olduğuna, Latinlerin, fare, kedi, köpek, kurbağa yiyen vahşi sahtekarlar, imansızlar, hırsızlar, tabirimi mazur görünüz, "karı kılıklı" herifler olduklarına inandırılıyordu. Böyle bir eğitim alıyorlardı. Bir Sırp kaynağında okumuştum, o devirlerde Romaionların besledikleri köpeklere verdikleri isimler arasında en popüler olanı, "Rim-papa" imiş. Bizans devletinin bu Latinlerle -elbette istemeye istemeye ama zorunluluktan - yaptıkları uzlaşmalar sırasında dahi halktaki bu imaj hiç değişmemiş, tersine, o durumlarda, daha da güçlenmiş.
Konstantinople'ün düşmesinden sonra Bizans mirasını siyasal ve kültürel olarak sürdüren devlet Rusya'dır. Bu bugün de böyledir. Bunu kabul etmek gerekir. Bu geçmiş anlaşılmadan bugün Rusya ve Batı arasındaki gerilim anlaşılamaz. Bizans'ın Osmanlı'da sürdüğü iddiası en genel "siyasal ve kültürel" miras" anlamında doğru değildir. Bununla birlikte bazı Bizans kurum ve uygulamalarının Osmanlı'da sürmüş olduğu gerçeğine karşı çıkmak da yanlıştır.
Bilindiği gibi bu karşı çıkış, en etkili şekliyle, merhum Prof Fuad Köprülü tarafından yapılmıştır. Nedeni de anlaşılabilir. Köprülü bunu yaptığı zaman, yeni bir Türk devleti ve onun eliyle bir "Türk milleti" yaratılmak istenmektedir. Bir ihtiyaca yanıt vermeye çalışıyor. Geçerken, modern Türk tarihçiliğinin kurucusu olan Köprülü, Ankara'daki ulusal kurtuluş hareketine İstanbul'dan güçlü bir şekilde muhalefet etmiş, hatta adı bu yüzden 150'likler listesine dahil edilmek istenmişti. Kimi fikirlerinin ya da vurgularının bu biyografik geçmişin etkilerini de yansıtıyor olması muhtemeldir.
Osmanlı için buradaki lövantenler de frenk kökenlidir. Frenktir. Osmanlı için bu nüfus Avrupalıdır. Avrupalı içinse, soyları eski zamanlarda Doğu'ya yerleşmiş köken olarak Katolik hıristiyanlardır. Demek ki Osmanlı açısından Frenk; Avrupalı açısından, kökenleri Avrupalı olsa da, artık Doğulu katolik hıristiyanlardır. Lövantenlerse kendilerini bu topraklarda "geçici" olarak bulunan Avrupalı ya da katolikler olarak görmekteydiler. Sonradan Türkiye'dekilere ve özellikle de İstanbul'da yaşayanlarına, lövantenle eş anlamlı olmak üzere, "tatlısu frengi" dendiği de olmuştur. Bu "tatlı su" tabiri de, Fransızların kentin içme suyu ihtiyacını temin eden ve Haliç'e akarak onu besleyen en önemli kaynaklar olarak, Kağıthane ve Alibeyköy derelerine izafeten, özel olarak (kafalarındaki İstanbul imajıyla çakışan bir peyzaj olarak) Haliç civarına, genel olarak da, Osmanlı Istanbul'una gönderme yaparken kullandıkları bir sıfattı(L'eaux-Douce d'Europe). Bu noktada şunu da belirtmeme gerekiyor, Bizans devrinde ve Osmanlı devrinde de, eğer bir vücuda benzetecek olursak, Istanbul'un yüz kısmı diyebileceğimiz yer Haliç tarafıydı.
İngiliz Elçiliğinin Tarlabaşı tarafında hemen altında özgün olarak 1512 tarihinde yapılmış Kamer Hatun Camisi |
Lövanten belli bir kolonize mekan ve topluluk çerçevesi içinde yaşayan, yaşadığı yerin büyük toplumuna ve hayatına entegre olmamış, kendi içine kapalı, kökenlendikleri ülkelerin faaliyetleri dolayısıyla buradaki hayatlarını idame ettirebilen, yani hâlâ menşei oldukları ülkelerin ekonomisine entegre bir topluluktur. Yazılı anılardan öğreniyoruz. Yüzyıllarca burada, Galata ya da Beyoğlu'nda yaşamış ailelerin özellikle kadın mensupları Türkçe dahi öğrenme ihtiyacı duymamışlardır. Şimdi 80'li yaşlarında olan Scognamillo, annesinin biraz ( o da Cumhuriyet devrinin başlamasıyla) ama ailesi 18 yy'da buraya göç etmiş, büyükannesinin tek kelime Türkçe bilmediğini söyler. Hatta hayatında hiç Galata Köprüsü'nün karşı yakasına geçmemiş olduğunu da ilave eder. Bu elbette tek örnek değildir. Lövanten tanımını da uygundur.
Beyoğlu'nda lövantenlerle birlikte en kalabalık kesimi teşkil eden Rumların önemli bir kısmı, Türkçe bilmeyen lövantenlerin yanlarında, tercüman işlevi de gören, elemanlar olarak istihdam edilmekteydi. Sonra bu işlevi 1850'li yıllardan itibaren Ermeniler (özellikle de katolik olanları) ve biraz daha sonra Yahudiler de görmeye başlamışlardır. Bu temas kimi durumda ortaklıkları da doğurmuştur. Lövanten deyince, hepsinin zengin insanlar olduklarını düşünmemek lazım. Kuşkusuz, Galata ve Beyoğlu'nun ekonomik dinamizmi, bu topluluğun ve onların ekonomik hayatına çalışanları olarak ya da onların ihtiyaç duydukları bazı hizmetleri yerine getirerek entegre olmuş -bizim bugün azınlık dediğimiz- gayrimüslim topluluklardan kaynaklanmaktaydı. Ancak Beyoğlu'ndaki bu kesimlerin hepsi zengin insanlar değildi. Aralarında, işçi, hamal, memur, esnaf, zanaatkar, işsiz, serseri, kapıcı, fahişe tipler de vardı. Mesela, geride kalan lövantenlere baktığımızda ekonomik olarak gönençli olduklarını söyleyemeyeceğimiz çok örnek vardır. Gelgelelim, Osmanlı devletinin tanıdığı imtiyazlar hepsi için geçerliydi.
St.Benoit Kilisesi'nin daha önce buarada bulunan Cenevizlilerin San Fransisco Kilisesi'nden kalma olduğu iddia edilen Çan Kulesi. Mimari tarz bu iddiayı doğruluyor. |
Kemeraltı'ndan Yüksekkaldırım tarafına bakıyoruz. Arkada Yüksekkaldırım'da bulunan Eşkenaz Sinagogu (üzerinde Davud Yıldızı alemi var) hemen sağda altta St Benoit Kilisesi binaları |
Tabii bu ekonomiye esas olarak rüşvetlerden ya da (kibarca) "komisyonlar"dan nemalanan Osmanlı sarayı ve ricali de entegre idi. Bir örnek verelim. 2.Abdülhamid'in baş mabeyincisi Sarıca nam, Ragıp Paşa Cadde-i Kebir üzerinde karşı karşıya üç adet devasa pasaj yaptırıyor. Rumeli Pasajı, Anadolu Pasajı ve hemen arkasındaki Afrika Pasajı. Ona göre bunlar, Osmanlı'nın dünyanın üç ayrı kıtasındaki egemenliğini ve ihtişamını sembolize ediyorlardı. Doğrusu, Osmanlı'nın bırakınız üç kıtadaki ihtişamını, kendi başkentindeki sefaletini temsil ediyorlardı. İhtişam olsa olsa, Ragıp Paşa adına söz konusu olabilirdi. Bu arada bu paşanın, Caddebostan'daki o denize nazır, kuleli köşkü de yılda bir kaç ay oturmak için 40 bin altına yaptırmış olduğunu belirtelim. Mimarı, Sirkeci Tren Garı'nın da mimarı olan Jasmund'dur. Yapım yılı 1905 veya 1906. Hatta o mahallin adı, konaktan önce, Cadı Bostanı iken, Paşanın evine ulaşımı kolaylaştırmak için belediyenin oradan geçirmiş olduğu cadde dolayısıyla, ve Paşa'nın ricası üzerine, Cadde Bostanı olarak değiştirilmiştir. Bu köşkü yaptıranın Cemil Topuzlu ve mimarının da Vallaury olduğu (bazı kaynaklarda D'Aronco adı da zikredilir) savı doğru değildir. C.Topuzlu'nun Vallaury'e yaptırdığı köşk Çiftehavuzlar' dadır. Sarıca nam Ragıp Paşa konağının hakim mimari tarzının neo-gotik olduğu söylenebilir. Herhalde Paşa bu mülkleri bir ara, İslam halifesi padişahın gözde genel sekreteri olarak Tekirdağ'da açmış olduğu rakı fabrikasından gelen paralarla yapmamıştır.
Bu imtiyazlar bir tür tecrit hayatını konsolide eden olanaklar temin ediyordu. Dinsel kurumların, özel okulların, özel hukuki kurumların, sağlık kuruluşlarının kurulması, Evliya Çelebi'nin isabetli tabiriyle, "Galata kavmi"nin Beyoğlu'ndaki bu kendi kendisini tecrit halini güçlendiriyordu. İmtiyazlar sayesinde, kendilerine ait postane, okul, ibadethane, karakol, hapishane, mahkeme gibi kurumlara sahip olabilen, yasal dokunulmazlık, ekonomik muafiyetler gibi olanaklarla donatılmış bu insanlara yerli nüfusla paylaşacakları hiç bir şey bırakmıyordu. Yerli müslüman nüfus aslında sadece eski İstanbul'da yaşamıyordu. Galata ve Beyoğlu yamaçlarının alt kısımlarında ta Osmanlı devrinin başlarından itibaren önemli bir müslüman nüfus var olagelmiştir. Bu mekansal yakınlık, sosyal yakınlık anlamına gelmeyebiliyor tabii.
Öte yandan tahmin edilebileceği gibi, bu dinamik ekonomi ve burjuva ve lüks tüketim eğilimleriyle kendisini dışa vuran şaşaalı yaşam, civar memleketlerde az bir kısmı girişimci ama çoğunluğu yeni bir umuda yolculuk yapmak isteyen insanlar için burasını cazip bir yer haline getiriyordu. Kendi memleketlerinde bulamayacakları yasal olanaklara kavuşacaklardı. Bir anıdan aktaralım, İstanbul'da suç işleyen bir lövanten ya da frenk uyruğu, kendisini yakalamak isteyen polislerle karşılaşınca, kendi toprağında olduğunun bir ifadesi olarak pasaportunu yere atıp üzerine basarmış. Böylece polis bir şey yapamadan gidermiş.
İki örnek olayı aktararak, bu imtiyaz ve dokunulmazlık sorununun pratikteki işleyişini somutlaştıralım. Bir Osmanlı kenti olan Manastır'da, 1903 yılında, yürüyüş yaparken, bir Osmanlı jandarma karakolu önünden geçen Rus konsolosluk görevlisi Rostkowsky kendisine selam vermeyen nöbetçi jandarma erine önce hakaretler etmiş, sonrada nöbetçi erin üzerine çullanmış, vurmaya başlamıştır. Onun bir sokak serserisi olabileceğini düşünen er uyarılarına rağmen saldırganı caydıramayınca, ateş etme ihtiyacı duymuş; neticede, elçilik çalışanı hayatını kaybetmiştir. Bunun üzerine erin Osmanlı yasalarına göre yargılanmasına karşı çıkan Rusya, erin idamını ve hayatını kaybeden konsolosun ailesine de yüklü bir tazminat verilmesinde ısrarcı olmuştur. Halife "Kızıl Sultan" Abdülhamid, bu baskıya boyun eğmiş, Rusya'nın isteklerini harfiyen yerine getirmiştir.
İkinci olay, yine söz konusu Türkler olunca, öküz altında buzağı arayan, pire için yorgan yakan "Kızıl Sultan" a 21 Temmuz 1905'te bir Cuma Selamlığı töreni sırasında, Yıldız Camisi çıkışında, Jorris adlı bir Belçikalının hazırladığı başarısız bombalı suikasttır. 2.Abdülhamid etrafındakilerle sohbeti uzatınca patlamadan kurtulur. Ancak 26 kişi hayatını kaybeder. Bu olayın arkasında Ermeni tedhişçilerin olduğu biliniyor. Osmanlı devleti, bir yargılama, soruşturma yaptı ama mahkeme kararını uygulamaya gücü yoktu. Baskılar sonucunda adamı Avrupa'ya göndermek zorunda kaldı. Belçika'ya giden suikastçı kısa bir süre göstermelik bir hapis yattıktan sonra, affa uğramıştır. Bu olay dolayısıyla, Sultan'ın Türk uyruğundan olan "malum şüpheliler" arasında, olayla hiç ilişkileri olmamasına rağmen uzun süre işkence görmüş kimseler vardır.
Bu arada, burada bulunan gayrimüslim Osmanlıların da bu imtiyazlardan pek çok zaman elçilikleri devreye sokarak istifade ettiklerini biliyoruz. Esasen emperyalist böl-yönet politikası gereği, şimdi olduğu gibi, o zaman da, "demokrasi, insan hakları" talepleriyle, Osmanlı topraklarında yaşayan devletsiz Ermenilere devlet kurdurmak gayesiyle, onların hamiliğine soyunan "büyük devletler" ve Çarlık Rusyası , 93 Harbi'nden (1877-8) sonra Ruslarla yapılan Ayastefanos Antlaşması (1878) ve sonra diğer büyük Avrupa devletlerinin katılımıyla Berlin Antlaşmasıyla , zayıf, emperyalist dünya sisteminin bağımlı bileşeni, fiilen ömrünü tamamlamış Osmanlı hanedanlığına, Ermeniler üzerindeki bu koruyuculuklarını kabul ettiriyorlardı. Vilayet-i Sitte denilen altı vilayette (yani bugünkü Erzurum, Kars, Ağrı, Van, Elazığ, Bitlis, Diyarbakır, Sivas ve havalisi) Ermenilerin yaşam koşullarını iyileştirmeyi ve haklarını genişletmeyi kabul ediyordu. ( Ayastefanos, madde 16; Berlin, madde 61).
İlk Ermeni hareketleri ve tedhiş eylemleri bundan sonra başlatılmıştır. 1890'da, 1. Siirt Sason Ayaklanması (2. Sason Ayaklanması 1904'de), İstanbul'da onlarca insanın hayatına mal olan, üç gün sürmüş, İstanbul halkının "Ermeni Patırtısı" diye andığı, eylemleri ( Patrik İzmirliyan himayesinde, Kumkapı Patrikhanesi önünde toplanarak, 6 vilayetin özerkliği adına Babıali'ye doğru, ellerinde silahlar da olduğu halde, yürüyüşe geçen Ermenilerle güvenlik güçleri ve müslüman halk arasında çıkan ve özellikle Babıali'de bulunan İran Konsolosluğu civarında yoğunlaşmış eylemler) ve bir yıl sonra, 1896 yılında, bir grup Ermeninin Karo Pastırmacıyan önderliğinde Osmanlı Merkez Bankası'nı basarak işgal etmeleri olayı. Bu sonuncusu tarihimizdeki ilk Ermeni tedhiş hareketidir. İşgal esnasında güvenlik güçlerinin müdahalesiyle çıkan çatışmada 8-10 kişi hayatını kaybeder. Bankanın İngiliz müdürü Rus Safereti'ni devreye sokar. Rusların arabuluculuğuyla Sultan, işgale son verme karşılığında işgalcilerin ülkeyi terk etmelerini kabul eder. İşgalciler önce Banka müdürünün yatıyla Osmanlı karasularından çıkarlar. Sonra da bir Fransız gemisi onları yattan alarak Marsilya Limanı'na salimen getirir. Bu Pastırmacıyan, 2.Meşrutiyet parlamentosunda Erzurum milletvekili olur. Sonra kanlı Van Ermeni ayaklanmasına katılır. 1923'te kaçtığı Ermenistan'nın ABD büyükelçisi olur. Yukarıda değindik, 1905'de Sultan Hamid'e suikast olayı var. Ermenilerin planı, önce Osmanlı devletini ya da Türk müslüman uyrukları Ermenilere karşı katliamlar yapmaya teşvik etmek, sonra da, bu katliamları gerekçe göstererek Batılı devletler ve Rusya'nın müdahale etmesini sağlamaktı. Bu bahsi bitirmeden önce Anna Grosser Rilke hanıma kulak verelim. Meşrutiyetin hemen öncesinden sesleniyor : "Ermenilerin ardı arkası kesilmeyen saldırıları genelde çok sakin olan Türklerin sabrını taşırmıştı. Vefakar ve sadık Türklerin ulusal duygularını son derece kabartan sağlam nedenler olmalıydı" (a.g.e : s.242). Elbette bu duygusal kabarmalar içinde kendini ifade, kabul edilemez sonuçlar doğurabiliyordu. Çözüm de değildi.
Türkiye ne zaman demokratik kazanımları, demokrasisini geliştirmek için kendi programını değil, Batılı devletlerin yol haritalarını benimsemişse, parçalanma kalkışmalarına maruz kalmıştır. Bugün olduğu gibi dün de, halkların vahşice sömürülmesi adına fütursuzca emperyalist, kolonyalist siyasetlerini ideolojik "demokrasi ve insan hakları" kisvesi altında gizlemişlerdi. Onlar için ne Ermenilerin, ne Türklerin, ne Kürtlerin, ne de demokrasinin, insan haklarının önemi var. Onlar sadece kendi aç gözlü kapitalist-emperyalist çıkarlarını düşünürler. Bir kapitalizm savunucusu insan haklarından söz ederken, kaçınılmaz olarak, manipülasyon anlamında, ideolojiktir. Avrupa'nın, ABD'nin "yol haritası" yla hangi Batılı olmayan ülke, demokratik bakımdan gelişme kaydetmiş? Tersine, bu haritaların dayatılmasını kabul etmiş olanlar, bugün tanık olduğumuz gibi, var olan demokratik kırıntıları bile yitirmişlerdir. Hatta parçalanmaya maruz kalmışlar. Bu ülkeler için demokratik kazanımlar, emperyalist Batı'ya rağmen, onunla çatışmaya girerek elde edilebilir.
Nitekim bizim ilk en ileri demokratik atılımımız olan Cumhuriyet böyle bir çatışmadan sonra ortaya çıkmıştır. Bu demokratik atılımın arkasının getirilememiş olmasının başta gelen nedeni, Cumhuriyet devletinin tekrar Tanzimatçı, yani emperyalizm karşısında teslimiyetçi siyasal çizgiyi benimsemiş olmasıdır. Son olarak, AB yol haritası kabul edildikten sonra bugün geldiğimiz noktada, kısıtlı olarak mevcut olan ekonomik, demokratik kazanımların dahi ortadan kaldırılması, ülkenin parçalanması somut bir tehlike haline gelmiştir. Emperyalist Batı karşısındaki bu haince ve sefil hal, Osmanlı'dan Cumhuriyet'te ve bugün de değişmemiştir. Yani bu manada Hamid devri ve öncesi, iddia edildiği gibi, gerçekten aşılmamıştır. Türkiye'nin sorunu, Meşrutiyet'te de, Cumhuriyet'te de bir türlü Tanzimat devrinden çıkamamış olmasıdır. Bir sosyal devrim örgütlemeden halkla buluşamıyorsunuz. Halk içinde örgütlenemiyorsunuz. Böyle bir kaygunuz bile olmuyor. Türkiye aydını, marksist-leninist olmayan "solcu", ve her çizgiden sağcı ve İslamcı aydınıyla Tanzimatçı kafasından ve Tanzimat'ın siyasal metotundan kurtulamamıştır. Önce kültür devrimi ardından tedricen sosyal değişme metodu bugün bir bumeranga dönüşmüştür.
Öte yandan tahmin edilebileceği gibi, bu dinamik ekonomi ve burjuva ve lüks tüketim eğilimleriyle kendisini dışa vuran şaşaalı yaşam, civar memleketlerde az bir kısmı girişimci ama çoğunluğu yeni bir umuda yolculuk yapmak isteyen insanlar için burasını cazip bir yer haline getiriyordu. Kendi memleketlerinde bulamayacakları yasal olanaklara kavuşacaklardı. Bir anıdan aktaralım, İstanbul'da suç işleyen bir lövanten ya da frenk uyruğu, kendisini yakalamak isteyen polislerle karşılaşınca, kendi toprağında olduğunun bir ifadesi olarak pasaportunu yere atıp üzerine basarmış. Böylece polis bir şey yapamadan gidermiş.
İki örnek olayı aktararak, bu imtiyaz ve dokunulmazlık sorununun pratikteki işleyişini somutlaştıralım. Bir Osmanlı kenti olan Manastır'da, 1903 yılında, yürüyüş yaparken, bir Osmanlı jandarma karakolu önünden geçen Rus konsolosluk görevlisi Rostkowsky kendisine selam vermeyen nöbetçi jandarma erine önce hakaretler etmiş, sonrada nöbetçi erin üzerine çullanmış, vurmaya başlamıştır. Onun bir sokak serserisi olabileceğini düşünen er uyarılarına rağmen saldırganı caydıramayınca, ateş etme ihtiyacı duymuş; neticede, elçilik çalışanı hayatını kaybetmiştir. Bunun üzerine erin Osmanlı yasalarına göre yargılanmasına karşı çıkan Rusya, erin idamını ve hayatını kaybeden konsolosun ailesine de yüklü bir tazminat verilmesinde ısrarcı olmuştur. Halife "Kızıl Sultan" Abdülhamid, bu baskıya boyun eğmiş, Rusya'nın isteklerini harfiyen yerine getirmiştir.
İkinci olay, yine söz konusu Türkler olunca, öküz altında buzağı arayan, pire için yorgan yakan "Kızıl Sultan" a 21 Temmuz 1905'te bir Cuma Selamlığı töreni sırasında, Yıldız Camisi çıkışında, Jorris adlı bir Belçikalının hazırladığı başarısız bombalı suikasttır. 2.Abdülhamid etrafındakilerle sohbeti uzatınca patlamadan kurtulur. Ancak 26 kişi hayatını kaybeder. Bu olayın arkasında Ermeni tedhişçilerin olduğu biliniyor. Osmanlı devleti, bir yargılama, soruşturma yaptı ama mahkeme kararını uygulamaya gücü yoktu. Baskılar sonucunda adamı Avrupa'ya göndermek zorunda kaldı. Belçika'ya giden suikastçı kısa bir süre göstermelik bir hapis yattıktan sonra, affa uğramıştır. Bu olay dolayısıyla, Sultan'ın Türk uyruğundan olan "malum şüpheliler" arasında, olayla hiç ilişkileri olmamasına rağmen uzun süre işkence görmüş kimseler vardır.
Bu arada, burada bulunan gayrimüslim Osmanlıların da bu imtiyazlardan pek çok zaman elçilikleri devreye sokarak istifade ettiklerini biliyoruz. Esasen emperyalist böl-yönet politikası gereği, şimdi olduğu gibi, o zaman da, "demokrasi, insan hakları" talepleriyle, Osmanlı topraklarında yaşayan devletsiz Ermenilere devlet kurdurmak gayesiyle, onların hamiliğine soyunan "büyük devletler" ve Çarlık Rusyası , 93 Harbi'nden (1877-8) sonra Ruslarla yapılan Ayastefanos Antlaşması (1878) ve sonra diğer büyük Avrupa devletlerinin katılımıyla Berlin Antlaşmasıyla , zayıf, emperyalist dünya sisteminin bağımlı bileşeni, fiilen ömrünü tamamlamış Osmanlı hanedanlığına, Ermeniler üzerindeki bu koruyuculuklarını kabul ettiriyorlardı. Vilayet-i Sitte denilen altı vilayette (yani bugünkü Erzurum, Kars, Ağrı, Van, Elazığ, Bitlis, Diyarbakır, Sivas ve havalisi) Ermenilerin yaşam koşullarını iyileştirmeyi ve haklarını genişletmeyi kabul ediyordu. ( Ayastefanos, madde 16; Berlin, madde 61).
İlk Ermeni hareketleri ve tedhiş eylemleri bundan sonra başlatılmıştır. 1890'da, 1. Siirt Sason Ayaklanması (2. Sason Ayaklanması 1904'de), İstanbul'da onlarca insanın hayatına mal olan, üç gün sürmüş, İstanbul halkının "Ermeni Patırtısı" diye andığı, eylemleri ( Patrik İzmirliyan himayesinde, Kumkapı Patrikhanesi önünde toplanarak, 6 vilayetin özerkliği adına Babıali'ye doğru, ellerinde silahlar da olduğu halde, yürüyüşe geçen Ermenilerle güvenlik güçleri ve müslüman halk arasında çıkan ve özellikle Babıali'de bulunan İran Konsolosluğu civarında yoğunlaşmış eylemler) ve bir yıl sonra, 1896 yılında, bir grup Ermeninin Karo Pastırmacıyan önderliğinde Osmanlı Merkez Bankası'nı basarak işgal etmeleri olayı. Bu sonuncusu tarihimizdeki ilk Ermeni tedhiş hareketidir. İşgal esnasında güvenlik güçlerinin müdahalesiyle çıkan çatışmada 8-10 kişi hayatını kaybeder. Bankanın İngiliz müdürü Rus Safereti'ni devreye sokar. Rusların arabuluculuğuyla Sultan, işgale son verme karşılığında işgalcilerin ülkeyi terk etmelerini kabul eder. İşgalciler önce Banka müdürünün yatıyla Osmanlı karasularından çıkarlar. Sonra da bir Fransız gemisi onları yattan alarak Marsilya Limanı'na salimen getirir. Bu Pastırmacıyan, 2.Meşrutiyet parlamentosunda Erzurum milletvekili olur. Sonra kanlı Van Ermeni ayaklanmasına katılır. 1923'te kaçtığı Ermenistan'nın ABD büyükelçisi olur. Yukarıda değindik, 1905'de Sultan Hamid'e suikast olayı var. Ermenilerin planı, önce Osmanlı devletini ya da Türk müslüman uyrukları Ermenilere karşı katliamlar yapmaya teşvik etmek, sonra da, bu katliamları gerekçe göstererek Batılı devletler ve Rusya'nın müdahale etmesini sağlamaktı. Bu bahsi bitirmeden önce Anna Grosser Rilke hanıma kulak verelim. Meşrutiyetin hemen öncesinden sesleniyor : "Ermenilerin ardı arkası kesilmeyen saldırıları genelde çok sakin olan Türklerin sabrını taşırmıştı. Vefakar ve sadık Türklerin ulusal duygularını son derece kabartan sağlam nedenler olmalıydı" (a.g.e : s.242). Elbette bu duygusal kabarmalar içinde kendini ifade, kabul edilemez sonuçlar doğurabiliyordu. Çözüm de değildi.
Türkiye ne zaman demokratik kazanımları, demokrasisini geliştirmek için kendi programını değil, Batılı devletlerin yol haritalarını benimsemişse, parçalanma kalkışmalarına maruz kalmıştır. Bugün olduğu gibi dün de, halkların vahşice sömürülmesi adına fütursuzca emperyalist, kolonyalist siyasetlerini ideolojik "demokrasi ve insan hakları" kisvesi altında gizlemişlerdi. Onlar için ne Ermenilerin, ne Türklerin, ne Kürtlerin, ne de demokrasinin, insan haklarının önemi var. Onlar sadece kendi aç gözlü kapitalist-emperyalist çıkarlarını düşünürler. Bir kapitalizm savunucusu insan haklarından söz ederken, kaçınılmaz olarak, manipülasyon anlamında, ideolojiktir. Avrupa'nın, ABD'nin "yol haritası" yla hangi Batılı olmayan ülke, demokratik bakımdan gelişme kaydetmiş? Tersine, bu haritaların dayatılmasını kabul etmiş olanlar, bugün tanık olduğumuz gibi, var olan demokratik kırıntıları bile yitirmişlerdir. Hatta parçalanmaya maruz kalmışlar. Bu ülkeler için demokratik kazanımlar, emperyalist Batı'ya rağmen, onunla çatışmaya girerek elde edilebilir.
Nitekim bizim ilk en ileri demokratik atılımımız olan Cumhuriyet böyle bir çatışmadan sonra ortaya çıkmıştır. Bu demokratik atılımın arkasının getirilememiş olmasının başta gelen nedeni, Cumhuriyet devletinin tekrar Tanzimatçı, yani emperyalizm karşısında teslimiyetçi siyasal çizgiyi benimsemiş olmasıdır. Son olarak, AB yol haritası kabul edildikten sonra bugün geldiğimiz noktada, kısıtlı olarak mevcut olan ekonomik, demokratik kazanımların dahi ortadan kaldırılması, ülkenin parçalanması somut bir tehlike haline gelmiştir. Emperyalist Batı karşısındaki bu haince ve sefil hal, Osmanlı'dan Cumhuriyet'te ve bugün de değişmemiştir. Yani bu manada Hamid devri ve öncesi, iddia edildiği gibi, gerçekten aşılmamıştır. Türkiye'nin sorunu, Meşrutiyet'te de, Cumhuriyet'te de bir türlü Tanzimat devrinden çıkamamış olmasıdır. Bir sosyal devrim örgütlemeden halkla buluşamıyorsunuz. Halk içinde örgütlenemiyorsunuz. Böyle bir kaygunuz bile olmuyor. Türkiye aydını, marksist-leninist olmayan "solcu", ve her çizgiden sağcı ve İslamcı aydınıyla Tanzimatçı kafasından ve Tanzimat'ın siyasal metotundan kurtulamamıştır. Önce kültür devrimi ardından tedricen sosyal değişme metodu bugün bir bumeranga dönüşmüştür.
Örnekse, tarihimizdeki en önemli devrimci hareketlerden birisi olan Genç Türkler'in meşruti-monarşist ittihatçılığına bakalım. Lider düzeyindeki figürlerin bile ne istedikleri, ne yapmaya çalıştıkları konusunda net, tutarlı görüşleri yok. Ortak noktaları, baskıcı padişahı alaşağı etmek. Tabii yerine başka bir padişahı getirerek. Sonra? Önce Osmanlıcı bir çizgileri var. Yenilgiler arka arkaya gelince, Türkçü bir milliyetçiliği benimsiyorlar. Kendi aralarında "meşrutiyetin ilanı" ndan sonrasıyla ilgili olarak üzerinde uzlaşmış oldukları bir rota yok. Göç ya da kervan yolda düzülüyor yani.
Bırakınız halk sınıfları içinde örgütlenmiş olmayı, muhalif aydınlar arasında bile bir örgütsel ağları hatta iletişimleri yok. Mesela, Halide Edib ve o zaman ki kocası gibi iki muhalif için bile Meşrutiyet ilanı sürpriz oluyor. Burgazadası'nda bulunan yazlık konutlarında, sokaktaki insanlardan öğreniyorlar. Sonradan ittihatçı ajitatör ve propagandistler devreye girip İstanbul'da, Anadolu'da sokak nutukları çekmeye başlayınca halkın ilgisi çekilebiliyor. Sadece sokaktaki cahil halk kesimleri değil, okumuş yazmış olanların da meşrutiyetin ne olduğu hakkında pek bilgilerinin olmadığını yazılı anılardan okuyoruz.
Bu bahsi kapatmadan önce, o devirde geçmiş, eğlenceli bir olayı Halide Edib hanımın anılarından aktarayım. İttihatçı "feylesof" Rıza Tevfik, (sonra İttihatçılara ve Cumhuriyetçilere düşman olacaktır) İstanbul'u semt semt dolaşarak sokaklarda sesi kısılıncaya kadar halka Meşrutiyet'i öven nutuklar çekiyor. Aklımda kaldığı kadarıyla, Eminönü civarında kalabalık bir Kürt hamal grubuna da nutuk atmaya başlıyor. Hamallar dinlerlerken, birden "bey nedir bu meşrutiyet, neye benzer, hele bize onu bir anlat" diyerek lafını keserler. Ezberi bozulan Rıza Tevfik biraz duraladıktan sonra, "şimdi bu meşrutiyet öyle bir şeydir ki, onu bilmeyen eşektir" der. Hamal kalabalığı da bir ağızdan "haklısın bey biz eşeğiz " diye bağırırlar. Bunun üzerine RızaTevfik, "sadece sizler değil, sizin babalarınız da onun ne olduğunu bilmezdi. Öyleyse şimdi de, "biz eşşoğlu eşeğiz diye bağırın bakalım" deyince, kalabalık hep birlikte "evet biz eşşoğlu eşeğiz" diye bağırır. Aslında bir çok okumuş yazmış aydının durumu da hamallarınkinden ve tabii "feylesof" unkinden farklı değildir.
Bu Tanzimatçı kafanın karakteristiği şu ya da bu form altında, somut olarak, emperyalist boyunduruğu red etmiyor olmasıdır. Tanzimat, kolonyalist, emperyalist Batı siyaseti kontrolünde ve onların isterleri doğrultusunda kapitalist modernleşme ve "demokratikleşme" programıdır. Ancak izlediği metot itibariyle bu hedefe öncelikli olarak kültürel reformlarla ulaşmaya çalışır.
Bu Tanzimatçı kafanın karakteristiği şu ya da bu form altında, somut olarak, emperyalist boyunduruğu red etmiyor olmasıdır. Tanzimat, kolonyalist, emperyalist Batı siyaseti kontrolünde ve onların isterleri doğrultusunda kapitalist modernleşme ve "demokratikleşme" programıdır. Ancak izlediği metot itibariyle bu hedefe öncelikli olarak kültürel reformlarla ulaşmaya çalışır.
Elbette Tanzimat demokratikleşme tarihimizin ilk önemli siyasal programıdır. Bunu kabul etmek gerekir. Sorun, bu programın metodolojik olarak yanlış olmasındadır. İnişli-çıkışlı, tereddütlü, zaman zaman geri dönüşlü bir süreç olarak dahi bir çok yadsınamaz demokratik kazanım sağlamıştır. Cumhuriyet bunun zirvesi olarak görülmelidir. Ancak halen aşamadığımız, sürekli yinelediğimiz yanlışlarımızla bu yöntemsel yanlış arasında sıkı bir bağ vardır.
Cumhuriyetin kurucuları da emperyalizm ve kapitalizm arasındaki içsel bağlantıyı, daha doğrusu emperyalizmin, kapitalizmin kendi dinamikleriyle ulaştığı belli bir evresi olduğunu görmek istememişlerdi. Emperyalizmi sadece bir "dış siyaset" sorunu olarak görmek eğiliminde olmuşlardı. Kapitalizme karşı çıkmadan, kapitalist-emperyalist büyük devletlerin hegemonyacı politikalarına (savaşın da bir politika tarzı olduğu malum) karşı çıkmak tutarlı bir siyaset değil. Bu cümleden, ancak devrimci sosyalistler tutarlı anti-emperyalistlerdir.
Geçerken şunu da ilave edeyim, 2.Abdülhamid devri, iddia edildiği gibi, Tanzimat'ın sonu değildir. Tersine, bazı bakımlardan zirvesidir. Tanzimat'tan beklenen siyasal demokratik açılımların rafa kaldırılmış olduğu, ancak sosyal ve maddi-teknolojik modernleşme projesinin kararlılıkla sürdürülmüş olduğu bir dönemdir (Osmanlı'nın en önemli rakibi, düşmanı ve genel olarak bürokrasi kontrolündeki yenileşme hareketlerinin uyarıcısı olan Rus istibdatının yanı başında Hamid'den siyasal reformlar, ileri demokratik açılımlar beklemek gerçekçi değildi. Rusya bir mazeretti. Zaten büyük Batılı devletler buna izin vermezlerdi. Tıpkı Türkiye Cumhuriyeti'nin SSCB gerekçesiyle demokratikleşmesinin emperyalist güçler ve içerideki işbirlikçi egemen sınıflar tarafından engellenmiş olması gibi. Bununla birlikte Hamid devrinde, siyasal demokrasiyi kapsamına almamış olsa da, demokratikleşme gayesine katkı yapacak önlemlerin alınmamış olduğunu da iddia edemeyiz. Örnekse, açılan ilk kız okulları ).
Sultan 2.Hamid'in Tanzimat'a müdahalesi, bürokratların kontrolünde uygulanan programı kendi denetiminde uygulanabilir hale getirmiş olmasıdır. Bir de, Tanzimat bürokrasisi söylemi içinde dini ihmal etmişti. Hamid devrinde iflas etmiş devlet, dini yeniden keşfetmiştir. Söylemi için de ona ayrıcalıklı bir yer vermiş, "halife padişah" teması öncelenmemiş ölçüde parlatılmıştır. Başka bir ifadeyle, 1980'lerden beri yaşamakta olduğumuz iflas devrinde de görüldüğü gibi, ahaliyi yeniden müslümanlaştırarak meşruiyet tazeleme ihtiyacı duyulmuştur. Bu sayededir ki, nasıl bugün en vahşi ve en teslimiyetçi neo-liberal politikalar dincileştirme ya da yeniden müslümanlaştırma faaliyetiyle meşrulaştırılmaktaysa, dün de, ekonomik iflas, teslimiyet ve modernizasyon girişimleri aynı şekilde meşrulaştırılmak isteniyordu. Hem de sadece müslüman Osmanlı coğrafyasında değil, diğer müslüman coğrafyalarda da. Yani "hilafet" kurumunun emperyalist siyaset yararına böyle bir işlevi de vardı. Bugün nasıl "ılımlı İslam" adı altında emperyalizme İslam coğrafyasındaki işgal ve müdahalelerinde hizmet etmesi için bir siyaset imal edilmişse, dün de benzeri "hilafet" kurumu marifetiyle yapılmak istenmişti.
Cumhuriyetin kurucuları da emperyalizm ve kapitalizm arasındaki içsel bağlantıyı, daha doğrusu emperyalizmin, kapitalizmin kendi dinamikleriyle ulaştığı belli bir evresi olduğunu görmek istememişlerdi. Emperyalizmi sadece bir "dış siyaset" sorunu olarak görmek eğiliminde olmuşlardı. Kapitalizme karşı çıkmadan, kapitalist-emperyalist büyük devletlerin hegemonyacı politikalarına (savaşın da bir politika tarzı olduğu malum) karşı çıkmak tutarlı bir siyaset değil. Bu cümleden, ancak devrimci sosyalistler tutarlı anti-emperyalistlerdir.
Geçerken şunu da ilave edeyim, 2.Abdülhamid devri, iddia edildiği gibi, Tanzimat'ın sonu değildir. Tersine, bazı bakımlardan zirvesidir. Tanzimat'tan beklenen siyasal demokratik açılımların rafa kaldırılmış olduğu, ancak sosyal ve maddi-teknolojik modernleşme projesinin kararlılıkla sürdürülmüş olduğu bir dönemdir (Osmanlı'nın en önemli rakibi, düşmanı ve genel olarak bürokrasi kontrolündeki yenileşme hareketlerinin uyarıcısı olan Rus istibdatının yanı başında Hamid'den siyasal reformlar, ileri demokratik açılımlar beklemek gerçekçi değildi. Rusya bir mazeretti. Zaten büyük Batılı devletler buna izin vermezlerdi. Tıpkı Türkiye Cumhuriyeti'nin SSCB gerekçesiyle demokratikleşmesinin emperyalist güçler ve içerideki işbirlikçi egemen sınıflar tarafından engellenmiş olması gibi. Bununla birlikte Hamid devrinde, siyasal demokrasiyi kapsamına almamış olsa da, demokratikleşme gayesine katkı yapacak önlemlerin alınmamış olduğunu da iddia edemeyiz. Örnekse, açılan ilk kız okulları ).
Sultan 2.Hamid'in Tanzimat'a müdahalesi, bürokratların kontrolünde uygulanan programı kendi denetiminde uygulanabilir hale getirmiş olmasıdır. Bir de, Tanzimat bürokrasisi söylemi içinde dini ihmal etmişti. Hamid devrinde iflas etmiş devlet, dini yeniden keşfetmiştir. Söylemi için de ona ayrıcalıklı bir yer vermiş, "halife padişah" teması öncelenmemiş ölçüde parlatılmıştır. Başka bir ifadeyle, 1980'lerden beri yaşamakta olduğumuz iflas devrinde de görüldüğü gibi, ahaliyi yeniden müslümanlaştırarak meşruiyet tazeleme ihtiyacı duyulmuştur. Bu sayededir ki, nasıl bugün en vahşi ve en teslimiyetçi neo-liberal politikalar dincileştirme ya da yeniden müslümanlaştırma faaliyetiyle meşrulaştırılmaktaysa, dün de, ekonomik iflas, teslimiyet ve modernizasyon girişimleri aynı şekilde meşrulaştırılmak isteniyordu. Hem de sadece müslüman Osmanlı coğrafyasında değil, diğer müslüman coğrafyalarda da. Yani "hilafet" kurumunun emperyalist siyaset yararına böyle bir işlevi de vardı. Bugün nasıl "ılımlı İslam" adı altında emperyalizme İslam coğrafyasındaki işgal ve müdahalelerinde hizmet etmesi için bir siyaset imal edilmişse, dün de benzeri "hilafet" kurumu marifetiyle yapılmak istenmişti.
Hamid'e gelinceye kadar Tanzimat, zaten dört alanda, siyasal demokrasi, kadın hakları, laiklik ve kölece ilişkilerin tasfiye edilerek, sözleşmeye dayalı burjuva toplumlarına özgü çalışma koşullarının gerçekleştirilmesi yönünde anlamlı adımlar atmamıştır. Bu alanlarda görülen nispi iyileşmeler genel modernleşmeci faaliyetlerin yan sonuçları olarak görülmek gerekir. Böyle kapsamlı bir demokratikleşme cumhuriyete kadar gerçekleşmeyecektir. Şimdi Hamid devri modernleşmesine çok kısaca bakalım.
Modern okullar, modern sağlık hizmetleri (mesela 2.Hamid Louis Pasteur'ün Fransa'daki başarılarından çok etkileniyor. Ona "azizim mösyö Pasteur" diye başlayan mektuplar yazıp, ısrarla Türkiye'ye davet ediyor. Burada bir kuduz hastanesi kurmasını istiyor. Özel elçisiyle ona madalya ve on bin altın gönderiyor. Pasteur gelemiyor ama, en yakın adamlarından birini buraya gönderip, ilk kuduz hastanesini kurduruyor. Sağlık hizmetlerinde hijyenik metotların uygulanmasıyla ilgili önlemler aldırıyor. Yine, ilk çocuk hastanesini, küçük yaşta bir kibrit oyunu sırasında elbiseleri tutuşup diri diri yanan en küçük kızı Ulviye'nin hatırasına, Şişli'deki Etfal hastanesini açıyor. Burada bir çok ünlü yabancı doktor ve yabancı hemşireler istihdam ediliyor) bir çok başka sosyal hizmet alanındaki modern kurumlar onun zamanında ortaya çıkıyor. Tren dahil ulaşım ağları, posta hizmetleri, sonradan paslanmaya terk edilen modern savaş gemileri ve modern bir donanma kuvveti onun zamanında ortaya çıkıyor. Devletin idari modernizasyonu adına önemli yenilikler yapılıyor.
2. Hamid, Atatürk de dahil, kişisel ilgileri dolayısıyla en modernist siyaset adamıdır. Neden? Çünkü Hamid eğilimleri ve zevkleriyle gerçekten moderndir. Biraz daha somutlaştıralım. Sultan Hamid'in ölümüne kadar geceleri yatmadan önce Batılı yazarlardan, özellikle de A.Conan Doyle'dan, özel olarak seçtiği ve çevirttiği polisiye romanları okuttuğu, bu türe tutku derecesinde düşkün olduğu bilinmektedir. Bu çevirileri içeren zengin bir külliyat halen İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Yıldız Sarayı Kitaplığı kısmında olsa gerektir. İstanbul'un Hamid devrinde "paşa" rütbesi verilmiş olan sokaktaki baş hafiyesi, kabadayısı (ya da o devrin "Sedat Peker"i de demek mümkün) Fehim Paşa'nın (Hürriyet'ten sonra padişah tarafından sürgün edilmiş olduğu Bursa'da, halk tarafından sokakta linç edilerek öldürüldü) da babası olan Esvapçı İsmet nam padişahın süt kardeşi, çocukluk arkadaşı, özcesi, has adamı her gece, çoğu kez sabaha kadar, bu polisiye çevirileri bir paravanın arkasından sultana okurmuş. Bu çeviriler arasında Sherlock Holmes hikayelerinin özel bir yeri olduğu söylenir. Hatta muhtemelen bir hafiye teşkilatı kurma fikri de bu polisiye okumaları sırasında oluşmuş olmalıdır. Bu fikri süt kardeşiyle birlikte ilmek ilmek örmüş olmalılar. Polisiye edebiyatın modern yazının en simgesel türü olduğu malumdur.
Fehim Paşa
Sokaklara korku salmış padişahın özel yaveri ve hafiyesi. Yasa, yasak tanımayan, okadar öyle ki, İstiklal Caddesi'nde eşiyle birlikte yürüyüş yapan İngiliz elçisinin eşini kocasının kolundan çekip alacak, cinsel tacizde bulunacak kadar padişah koruması altındadır. Sultan 2.Hamid'in çok korkttuğu ecnebi ülke konsolosluklarının artan şikayetleri üzerine (Ondan yaka silkmiş İstanbul halkının şikayetleri üzerine değil elbette) Hariciye Nazırı'nın ısrarlı telkinleri sonucunda padişah tarafından Bursa'ya sürülmüş, ama orada da hemen (amiyane tabirle) krallığını ilan etmişti. Bursa'da ona padişah tarafından tarafından her türlü parasal olanaklar sağlanmıştı. Yine de İstanbul'a dönmek için "padişah babası" ndan aman dileyen mektuplar yazmış (Mektuplarının bir örneği İbnülemin'in Son Asır Osmanlı Sadrazamları adlı kitabının şimdi hatırlayamadığım bir cildinde okunabilir) , hatta üstü örtülü şantaj imalarında dahi bulunmuştur. Anlaşılacağı gibi, sultan için o kadar çok pis işe karışmıştır ki, bunların bir kısmının bile ifşası sultanı çok zor durumda bırakabilirdi. Bu sıralarda, halkın çok geçmeden nefretini kazanmış olduğu Bursa' da daha meşrutiyet ilanının üzerinden bir ay geçmeden halk tarafından sokakta linç edilerek öldürülmüştü. Bu linç girişimi de aslında pek aydınlatılatılamamıştır. Onun bu şekilde öldürülmesi onun gibi hafiyeler arasında korku yaratmıştı.
İttihatçılar Meşrutiyet'ten hemen sonra kendilerinden beklenenin aksine Saray'ın hafiye örgütünü tasfiye etmek ve onun sorumlularından hesap sormak için pek gayretli olmamışlardı. Elbette kritik konumda bulunan sorumlular Meşrutiyet'ten sonra ya kaçmışlar veyahut sürgüne gönderilmişlerdi. Bu arada, yine padişahın belli bir hafiye kolunun şefi olan Arnavut asıllı İsmail Mahir Paşa (İttihatçıların daha önce Selanik'te öldürdükleri Şemsi Paşa'nın yakın bir akrabasıydı) gibi çok can yakmış bir sorumlu, bir gece vakti (Çünkü, Meşrutiyet'ten sonra korkudan gündüz sokağa çıkamamaktadır) , bugünkü Divanyolu'nda bulunan 2.Mahmut Türbesi'nin karşı tarafında, Boyacı Ahmet Sokağı'nın çok yakınında, evinin bir üst sokağında, kaldırımda yürürken silahlı bir saldırıya uğrar, öldürülür (Bu olaya o an tanık olan, İttihatçılara sonradan muhalif olacak, Hasan Amca, Doğmamış Hürriyet adlı kitabında olayı anlatır. Kurban çok yakınında vurulmuş, hemen Boyacı Ahmet Sokağı'nın köşesinde bulunan İstanbul'un ilk eczanesi olan Rauf Eczanesi'nin korkuyla kapı aralığından seyreden çalışanından yardım istemiş, ölmüş olduğu anlaşılınca bir sedyeyle kurbanı biraz aşağıda bulunan evine taşımış olduklarını, ev halkının, bu arada paşanın beş yaşlarındaki oğlunun da, "paşa baba" diye bağırarak ağlaştıklarını anlatır) . Saldırıyı gerçekleştiren, daha sonra İttihatçılara muhalif gazeteci Ahmet Samim'i Bahçekapısı'nda, Poğaçacı Koço'nun dükkanın önünde; yine muhalif gazetecilerden Hasan Fehmi'yi Galata Köprüsü'nde öldüren İttihatçıların silahşörü mülazım Abdülkadir beydir. (Bu arada, her iki maktülün mezarı da 2.Mahmut Türbesi avlusundadır) Bilindiği gibi, daha sonra Ankara valisi olacak bu zat, Atatürk'e karşı gerçekleştirilmesi planlanan İzmir suikastinde de silahı kullanan kişi olacaktı. Bulgaristan'a kaçmak isterken yakalandı ve idama edildi.
Sultan 2.Hamid'in hafiye teşkilatı sessiz sedasız tasfiye edildi. Öyle beklendiği gibi ifşaatlar ve yargılamalar yapılmadı. Hatta bu teşkilatın marifetiyle gadre uğramış olanlar, halen hapiste veya sürgünde bulunanlar için bile zar zor bir af çıkartılabilmişti. Tabii o zaman İttihatçılar henüz siyasal iktidarı açık bir şekilde alamamışlardı. Hatta örgütsel anlamda daha gizlilikten de çıkmamışlardı. Ancak asıl neden, İttihatçılar arasında bu hafiye teşkilatı konusunun kurcalanmasını istemeyen güçlerin bulunmasıydı. Anlayacağınız, sultana jurnal vermiş olanlar arasında önemli sayıda artık İttihatçı olmuş kişiler de vardı. Yeri gelmişken, 2.Hamid'in küçük kızı Ayşe Sultan anılarında, babasının tahtan indirilip Selanik'e sürgüne gönderildiği günlerde, birgün Hareket Ordusu komutanı Mahmut Şevket Paşa'nın adı geçtiğinde, babasının " bana en çok jurnal verenlerden biri de bu adamdı" dediğini anlatır.
Hazır polisiyeden bahis açılmışken, bu yazın türü Avrupa'da, Napolyon savaşları sonrasında yükselen gerici Kutsal İttifak (Prusya, Avusturya, Rusya ve sonradan Bourbon hanedanının geri döndüğü Fransa) zamanında ortaya çıkıyor. Bu dönem, Fransız Devrimi etkisindeki bütün ilerici hareketlerin bastırıldığı, modern polis devletlerinin ortaya çıktığı bir dönem. Her yerde polis ve hafiye teşkilatları var. Düzen karşıtları, devrimciler takibat altında. Bir başka ifadeyle, polis devletinin mucidi diyebileceğimiz, Avusturyalı Metternich'in devrindeyiz. İlginçtir, Osmanlı'da, gecikmiş bir Metternich devri olarak görülebilecek Hamid devrinde, şahsen sultanın polisiye merakı var. Ama Osmanlı'dan çıkan bir polisiye edebiyatı yok.
Yine mesela, onun müzik zevkinin omurgasını klasik Batı müziğinin oluşturduğu bilinir. Müzik zevkinin, bir insanın modernliği hakkında karar verebileceğimiz en önemli göstergelerin başında geldiğini kabul etmek gerekiyor. Hamid de babası gibi, sarayda geleneksel müzik icralarına hemen hemen hiç yer vermez. Klasik Batı musikisinin yanı sıra onun "belle epoque" operetlerini, teatral ve danslı şarkılarını, kankanları tercih ettiğini biliyoruz. Biricik ve şımarık oğlu Burhaneddin Efendi'nin (yaptığı bir çok evlilikle ünlenen bu zat, sonradan son eşiyle birlikte ABD'ye yerleşmiştir) ileri derecede bir klasik müzik piyanisti olduğunu Said N. Duhani anılarında belirtiyor. Yine anılarında bayan Rilke Grasser, davet üzerine, hem Sultan Hamid hem de oğluna sarayda özel konserler vermiş olduğunu anlatır. Zaten oğlunun da bir süre piyano hocası olmuştur. 2.Abdülhamid, sarayı hümayunda bando ya da mızıka orkestraları kurdurmakta babasının da önüne geçmiş, her ordu grubunun kendi bandosuna sahip olmasını sağlamış, bu orkestralar için Batı'dan ünlü şefleri yüksek maaşlarla görevlendirmiştir. Babası gibi, opera ve tiyatro binaları yapımını desteklemiştir. Bilindiği gibi babası Abdülmecid (aynı zamanda çok yetenekli bir ressamdır), Dolmabahçesi Camisi'nin önünde bulunan alana, Versay Sarayı'ndakinden daha ihtişamlı olduğu söylenen bir Opera-Tiyatro binası inşa ettirmişti (Bu binanın içi 1859'da yanıyor. Bina da 1934'de cadde genişletme projesi kapsamında yıktırılıyor). Hamid, kurdurduğu orkestraların etkinliklerini yakından takip ediyor. İcra etmeleri için müzik parçaları veriyor. Besteler ısmarlıyordu. Klasik müziği halka götürmek gayesiyle olsa gerek, bu bandolara konserler verdirtiyor. Cuma Selamlığı törenlerini bu orkestraların çaldıkları klasik müzik parçaları eşliğinde gerçekleştiriyordu.
Klasik müzik alanında Tanzimat'ın bu baba ve oğul iki sultanının çabalarını sürdüren, Nazi dehşetinden kaçan Batılı müzik adamlarının da katkısıyla, daha ilerilere götüren Atatürk, kişisel olarak, Batı müziğinden pek haz etmeyen; esas zevki, klasik Türk müziği ve Rumeli türküleri olan bir kişidir. Atatürk, Klasik Batı Müzik'ini, muhtemelen anladığı için değil (çünkü anlayabilmek için kulağın eğitilmiş olması gerekir), kafasındaki modern Batı resminin temel bir bileşeni olduğu için dinliyor, teşvik ediyordu. Bugün de ülkemizde klasik müzik severler arasında benzer nedenle, bu müziğe eğilim gösteren insan sayısı çoktur. Bunu yadırgamamak gerekiyor. Söz konusu müzik Batı dünyasının, ruhunun sanatsal dışavurumudur. Bize dışarıdan gelmektedir. Bizim kendi dünyamızda, ruhumuzda yaratmış olduğumuz bir olgu değildir. Ve benimsenmek istenen bütün dışsal kültür öğeleriyle ilk temas bu şekilde kurulur. Taklit, özenme hakikiliği önceler. Hakiki olmak bir öğrenme süreciyle mümkün olabilir. Bu süreç sadece bize özgü değildir. Uygarlık değiştiren ya da yeni bir uygarlık dairesine giren bütün topluluklarda yaşanır. Mesela, Batılı olmayan bir uygarlık olarak Rusların, Batı uygarlık dairesine girdikleri 18yy'da, bu tür toplumsal geçiş özelliklerini orada da görebiliyoruz. Bu geçiş süreci kaçınılmaz olarak belli bir pragmatizmi öne çıkartıyor. Bu koşullarda, sosyolojik olarak, Batı'daki örneklerinde gördüğümüz şekilde, bireysel düzeyde, kuramsal-pratik, ilkesel, ahlaki kaygularla donanmış bir "bildung" sürecinden çok salt pragmatik davranış modelinin devreye girdiğini görüyoruz.
Buna göre, herhalde Sultan 2.Hamid'in babası, amcası, Batılılaşmanın, daha çok özenme ve taklitle karakterize edilen evresi içindeydiler. Ancak 2.Hamid'in daha donanımlı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Oğlu Burhanettin'in de iyi denebilecek derecede klasik piyano virtüozu olduğunu biliyoruz. Özcesi bu iki paradoksal modern figüre (Hamid ve Atatürk) baktığımız zaman, aralarında, kişisel yaşam tarzı ve zevkler anlamında, modernliği içselleştirmiş olmak bakımından, birincisi lehine, bir fark olduğunu düşünüyorum.
Bununla birlikte Atatürk, siyasal rolü itibarıyla, Batılılığın öğrenilerek içselleştirilmesi adına, 2.Hamid'e nazaran çok daha demokratik ve geniş olanaklar temin etmiştir. Daha programatik ve tartışmasız çok daha demokratiktir. Modernleşme, demokratikleşme olmadan tahayyül edilemez. Demokrasi demiyorum. Demokratikleşme çok daha geniş bir kavram. Mesela, kadın erkek arasındaki segregasyonun toplumsal hayatın bütün düzeylerinde ortadan kaldırılması, dinsel ve dinsel olmayanın birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılması, dinin kamusal faaliyetler bakımdan referans işlevinin olmaması, yurttaşlık hakları, kadın hakları demokratikleşmeye tekabül eder. Oysa, demokrasi, demokratikleşmenin siyasal alandaki tezahürüdür. Türkler "demokratikleşme" den çok, "demokrasi"yi (daha doğrusu belli aralıklarla halkın önüne "seçim sandığı" koymayı) önemsedikleri için bu sandıktan çıkan eğilim, genellikle, demokratik kazanımların tıraşlanması ya da erozyona uğratılması yönünde olmuştur. Elbette bu tercih hem emperyalistlerin hem de onun işbirlikçisi sermaye sınıfının işine geliyordu. Laiklik, kadın hakları, kamusal ekonomi, sınıfsal örgütlenme hakkı olmaksızın, "demokrasi" salt bir bumerang olacaktı. Öyle de oldu? Nihayet, emperyalizm ve sermaye sınıfının arzusuyla örtüşür şekilde, dinci despotları iktidar yaptı. Demokratik kazanımlar, "sandık demokrasisi" ne indirgendiğinde, bu sonuç kaçınılmazdır.
Her zaman Atatürk'ün olumlu ve olumsuz yanlarıyla 2.Hamid'in tarzından çok etkilenmiş olduğunu düşünmüşümdür. Aralarındaki en anlamlı farklardan bir diğeri, siyasal olarak, Atatürk'ün yaratmaya çalıştığı ulusun çıkarları adına savaşmayı bile göze alması, buna mukabil Hamid'in, tahtını korumak için her mihneti kabul etmesidir. Atatürk'te, tanım itibarıyla demokratik, yurttaş kavramı var; Sultan Hamid'de, tanım itibarıyla despotik, tebaa kavramı. Hamid düşüşteki geleneksel sınıfların, Atatürk yükselen burjuvazinin temsilcisidir. Çok anlamlı bir fark!
Yukarıda işlenen toplumsal suçlardan söz ettik. Suç deyince, giderek artan nüfus, genellikle denizcilik ve liman hizmetleri sektöründe faaliyet gösteren maceracı tiplerin, lumpenleşen proleterlerin bu nüfus içinde artan ağırlığı adli vakaların artmasına yol açıyordu. Şimdi bir an için Beyoğlu'nu yukarıda bırakıp, Galata'ya, rıhtım ve Kule civarını gözümüzde canlandıralım. Kalyon ya da gemilerin doluştuğu liman, tersaneler, kayıkhaneler, çek çek yerleri ve konaklama yapılan deniz kenarı barakaları, meyhaneler, oteller, pansiyonlar, randevuevleri, kafeteryalar, bakkallar, antrepolar vs. İlaveten bir çok farklı ülkeden gelmiş erkek, kadın insanlar. Hepsi dar denilebilecek bir alanda sıkışık halde yaşıyorlar. Tek tek ellerde toplanmış zenginlik ve tabii kaçınılmaz olarak sefalet iç içe. Galata'da görülen en önemli bulaşıcı hastalığın frengi olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Cumhuriyet, ulusalcı önlemleriyle, önce bu lövanten hayat tarzının ekonomik temellerini yıktı. Lövantenlerin çoğu gittiler. Kalanlar da iyice içlerine kapanma ihtiyacı duydular. Bir kısmı, özellikle yeni bir macera için kendilerini yaşlı bulanları, tek kelime Türkçe bilmeksizin bir Beyoğlu apartıman katında hayatlarını tamamladılar. Belki çoğu da sefalet içinde. Balondan ibaret ekonomi, balonlar patlayınca hep böyle olmaz mı?
Bu millici önlemlerden, aslında hayatları sadece Beyoğlu ve Galata'dan ibaret olmayan, kentin müslüman nüfusun ağırlıklı olduğu mahalleri de dahil, bir çok farklı yerinde yaşamını sürdüren, bu kente ait gayrimüslim nüfusun hayatını da olumsuz olarak etkiledi. Hatta alt üst etti. Lövanten ve Frenk ekonomisiyle işbirliği, milli hükümetin bu cemaatleri de onlarla aynı kefeye koymasını kaçınılmaz hale getirmişti. Özellikle Galata, Beyoğlu, Taksim civarında yaşayan yahudiler dışındaki gayrimüslim nüfusun, özellikle de Rumların işgal yıllarındaki davranışları müslüman halkı çok rencide etmişti. Bununla ilgili olarak okunmasını salık vereceğim şu an aklıma gelen iki yapıt, Halide Edip hanımın anılarının 2.kitabı (Türk'ün Ateşle İmtihanı) ve Tanpınar'ın Sahnenin Dışındakiler romanıdır. Cumhuriyet devrinde, İttihatçıların başlattıkları sermayeyi Türkleştirme hamlesi, önce mübadeleyle, sonra Varlık Vergisi, 6-7 Eylül tertibiyle ve 1964'de Yunan uyrukluların oturma izinlerinin iptal edilmesi gibi önlemlerle daha ileri aşamalara vardırıldı.
Dolmabahçe Sarayı ve Dolmabahçe Camisi yakınında bulunan (en sağda) ve açıldıktan bir süre sonra bir yangınla kül olan Opera ve Tiyatro binasının 1862 yılındaki hali
Lövantenlere dönecek olursak, geride kalanlardan ancak çok az bir kısmı yeni hayata entegre olabildiler. Gelgelelim Cumhuriyet devri de, izlediği ekonomik politikayla bu "dış" denebilecek koloniler yerine, kendi "iç" kolonilerini yaratmaya başlamıştı. Emperyalist-kapitalizme entegre ekonominin işleyiş mantığı bu kolonilerin oluşmasını kaçınılmaz kılıyor tabii.
Lövanten Beyoğlu'nda en çok gördüğümüz işyerleri, lüks alış veriş yerleriyle birlikte, birahaneler, cafe-pastane-lokanta işlevini çoğu zaman birlikte yürüten işletmeler ve bir de kitapçılardır. Birahane, kafetarya gibi yerlerin fazlalılığı, burada orta gelir grubuna dahil insan nüfusunun yoğunluğu hakkında bilgi veriyor. Hatta kitapçı-gazeteci dükkanlarıyla ilgili olarak da aynısı söylenebilir. Gerçekten bir cadde için çok sayıda denebilecek kadar kitapçı dükkanı var. Bir kere bu dükkanlar, buradaki kavmin kendi ülkeleriyle temaslarının sürmesini temin etmek gibi bir işlev görüyorlardı. Bu kitapçılara gelen gazete, dergi, almanak gibi kaynaklar dolayısıyla ülkelerinde, dünyada olup bitenleri takip edebiliyorlardı. Tabii Pera haberlerini ve dedikodularını da. Sonra yabancı dilde öğretim yapan okulların sayısı fazlaydı. İhtiyaç duyulan okuma materyalleri bu kitapçılar vasıtasıyla sağlanıyordu.
Donizetti ailesinin Asmalımescit'teki apartımanları (yıllardır önünden geçer "şu düşmüş "D" harfi yerine konulmuş mudur" diye merak eder bakarım. 2011 Aralık'ı "D" hâlâ yok)
Bununla beraber, daha ortaokul yıllarımdan itibaren Beyoğlu, Bayezit ve Kadıköy (yeri gelmişken, nedense lövantenler arasında yazlık mekan olarak, kısmen Avrupalılarda ve genellikle de gayrimüslim uyruklar arasında olduğu gibi, Adalar değil de, daha çok Boğaziçi'nin Avrupa yakasında Yeniköy, Tarabya, Büyükdere gibi yerler; Anadolu yakasında, Kadıköy, Bostancı gibi mekanlar rağbet görmüştür) sahaflarını dolaşırım. Buralarda lövantenlerden intikal etmiş olduğunu düşündüğüm yayınlar arasında, genel olarak, polisiye, hafif aşk melodramları, çizgi romanlar, güldürü dergileri vb materyallere rastlamışımdır. Mesela nedense, bir Rousseau, Diderot, Balzac, Voltaire, Vico, Marx, Goethe, Dickens, Stendhal, Zola, Kant, Hegel, Nietzsche vb gibi o devir Avrupasında çok okunan yazarların kitaplarına tesadüf ettiğimi hemen hemen hiç anımsamıyorum. Lövanten denen kavmin kültürel ve entelektüel manada eserler bırakmamış olması da bu gözlemimle örtüşüyor. Gelgelelim, Galata ve Pera'dan ve tabii Osmanlı devletinin idaresinden rahatsız bir aydınlar kümesi, karşıda, müslüman İstanbul'da adları zikredilen yazarların kitaplarını gizliden gizliye temin edip, elden ele aktararak okumaktaydılar. Cumhuriyetçi nesillerin önlerini o aydınlar açtılar.
Bir başka nokta, toplumsal-ekonomik ilişkilerin yaşayış tarzlarını belirlediği malumdur. Bunu yaşanılan ortamlardan, mekanlardan, mekanların geometrisinden ya da mimarisinden takip etmek de mümkündür. Modern kapitalist hayat, bireyci ama sosyalizedir. Mekanlar hayatı bireysel bir sorun olarak algılayan insanların sosyal paylaşımlarına açıktır. Yaşanılan konutlardan, eğlenilen, yemek yenilen, bir şey içilen, gezilen yerlere, alanlara kadar kalabalıkla paylaşım söz konusudur. Bu paylaşma ya da modern mekanlara cinsiyet, sosyal sınıf ayrımı olmaksızın girebilme olanağı ve hatta zorunluluğu elbette bir risk kültürünü beraberinde yükseltmektedir. Mesela, apartıman dediğimiz ikametler, dışa açık, sosyal olarak paylaşılan ya da girilebilen mekanlardır. Tanım itibariyle risklidir. Oysa, müslüman İstanbul'un bir çoğu avlulu evleri, geleneksel mekanlar olarak, içe dönük, mahremiyetin sıkıca korunduğu, risksiz, cinsiyetlere göre kompartımanlaştırma mimarisinin çizgilerinin hakim olduğu mekanlardır. Burada dışarıyla dolaylı görsel temas, dışarıdan bakanın içeriyi görmesinin mümkün olmadığı cumba çıkıntıları aracılığıyla olmaktaydı. Bu iki ikametin geometrisi, iki farklı toplumsal-ekonomik ilişki biçiminin mimari tezahürleri olarak yorumlanabilir.
Donizettilerin apartımanı |
Donizetti ailesinin Asmalımescit'teki apartımanları (yıllardır önünden geçer "şu düşmüş "D" harfi yerine konulmuş mudur" diye merak eder bakarım. 2011 Aralık'ı "D" hâlâ yok)
Bununla beraber, daha ortaokul yıllarımdan itibaren Beyoğlu, Bayezit ve Kadıköy (yeri gelmişken, nedense lövantenler arasında yazlık mekan olarak, kısmen Avrupalılarda ve genellikle de gayrimüslim uyruklar arasında olduğu gibi, Adalar değil de, daha çok Boğaziçi'nin Avrupa yakasında Yeniköy, Tarabya, Büyükdere gibi yerler; Anadolu yakasında, Kadıköy, Bostancı gibi mekanlar rağbet görmüştür) sahaflarını dolaşırım. Buralarda lövantenlerden intikal etmiş olduğunu düşündüğüm yayınlar arasında, genel olarak, polisiye, hafif aşk melodramları, çizgi romanlar, güldürü dergileri vb materyallere rastlamışımdır. Mesela nedense, bir Rousseau, Diderot, Balzac, Voltaire, Vico, Marx, Goethe, Dickens, Stendhal, Zola, Kant, Hegel, Nietzsche vb gibi o devir Avrupasında çok okunan yazarların kitaplarına tesadüf ettiğimi hemen hemen hiç anımsamıyorum. Lövanten denen kavmin kültürel ve entelektüel manada eserler bırakmamış olması da bu gözlemimle örtüşüyor. Gelgelelim, Galata ve Pera'dan ve tabii Osmanlı devletinin idaresinden rahatsız bir aydınlar kümesi, karşıda, müslüman İstanbul'da adları zikredilen yazarların kitaplarını gizliden gizliye temin edip, elden ele aktararak okumaktaydılar. Cumhuriyetçi nesillerin önlerini o aydınlar açtılar.
Bir başka nokta, toplumsal-ekonomik ilişkilerin yaşayış tarzlarını belirlediği malumdur. Bunu yaşanılan ortamlardan, mekanlardan, mekanların geometrisinden ya da mimarisinden takip etmek de mümkündür. Modern kapitalist hayat, bireyci ama sosyalizedir. Mekanlar hayatı bireysel bir sorun olarak algılayan insanların sosyal paylaşımlarına açıktır. Yaşanılan konutlardan, eğlenilen, yemek yenilen, bir şey içilen, gezilen yerlere, alanlara kadar kalabalıkla paylaşım söz konusudur. Bu paylaşma ya da modern mekanlara cinsiyet, sosyal sınıf ayrımı olmaksızın girebilme olanağı ve hatta zorunluluğu elbette bir risk kültürünü beraberinde yükseltmektedir. Mesela, apartıman dediğimiz ikametler, dışa açık, sosyal olarak paylaşılan ya da girilebilen mekanlardır. Tanım itibariyle risklidir. Oysa, müslüman İstanbul'un bir çoğu avlulu evleri, geleneksel mekanlar olarak, içe dönük, mahremiyetin sıkıca korunduğu, risksiz, cinsiyetlere göre kompartımanlaştırma mimarisinin çizgilerinin hakim olduğu mekanlardır. Burada dışarıyla dolaylı görsel temas, dışarıdan bakanın içeriyi görmesinin mümkün olmadığı cumba çıkıntıları aracılığıyla olmaktaydı. Bu iki ikametin geometrisi, iki farklı toplumsal-ekonomik ilişki biçiminin mimari tezahürleri olarak yorumlanabilir.
Mimariden laf açılmışken, bir lövantenin kendisine ve geleneksel müslüman İstanbul'a bakışını en somut şekliyle gösteren bir bina, Voyvoda (Bankalar) caddesindeki Vallaury'nin Merkez Bankası binasıdır. Bu binanın caddeye ve tabii Beyoğlu'na bakan yüzü batılı neo-klasik tarzda dizayn edilmişken, geleneksel İstanbul'a bakan yüzü, doğu mimari stillerinin çizgilerini taşır.
Kapitalist ilişkiler üzerinde yükselen modern kentsel mekanlara baktığımızda, bir tarafta, festivaller, karnavallar, balolar ve davetlerle, lüks konutlar ve alışveriş mekanlarıyla burjuva hayat tarzının zengin yüzünü yansıtan mekanlar görürüz. Örnekse, Pera olduğu zamanda, İstiklal Caddesi. Bir de hemen bu zenginlik yansıtan mekanların etrafında, burjuva ekonomisine bir ast sınıf olarak eklemlenmiş nüfus kesimlerinin yerleşik olduğu (mimari olarak olmasa da, hayat kaliteleri olarak bir tür gecekondu veya slam kimliği taşıyan binaların bulunduğu) mekanlar vardır. Bu mekanlar Beyoğlu'na nazaran, geleneksel İstanbul değil, özellikle Rum Tarlabaşı, yine çoğunluğu Rum ve kısmen Ermeni Osmanlı Tatavlası (Bizans'ta Hristos Tepesi, Cumhuriyet'te Kurtuluş), nüfusun müslüman ahaliyi de ihtiva eder şekilde karışık olduğu, Kasımpaşa, Tophane gibi mahallerdir.
O zamanki nüfusun karışık olduğunu söylememizi olanaklı kılan önemli bir gösterge, cemaatlerin ibadethaneyi merkez alan yerleşim tercihleri dolayısıyla farklı cemaatlere tekabül eden ibadethanelerin, türbelerin, mezarlıkların, hayratların varlığıdır. Müslüman yapılarına örnek olarak, Beyoğlu civarında, Asmalı Mescit ve yatır mezarı, yerinde İsveç Elçiliği'nin bulunduğu Yavuz devrinden kalma eski Mevlevihane, Tepebaşı'nda bulunan müslüman mezarlığı (Petit Champs'da bulunan Latin mezarları sonradan Feriköy'deki Latin Mezarlığı'na taşınmıştır), İngiliz Elçiliği altındaki Yavuz'un süt ninesi olan, Kamer Hatun Camisi ve türbesi ve Aynalıçeşme (ki bu eserlerin en eskileri 2.Bayezit ve Yavuz devirlerinden kalmadır). Yine mesela, Tophane tarafındaki 1492 tarihli Tomtom Kaptan Camisi. Özgün yeri Galata Bedesteni'ne yakın iken 1950'de Kuledibi'ndeki şimdiki yerine taşınmış, mahalin ilk Osmanlı voyvodasıyken çeşmenin yakınında bulunan ve kendi adıyla anılan sur kapısını ve 1948'de yıkılmış mescidi yaptırmış Bereketzade Ali Ağa'ya izafeten Bereketzade Çeşmesi adıyla anılan, (bugünkü Defterdar yokuşuna adını veren) Defterdar Mehmet Efendi tarafından 1732 tarihinde yaptırılmış, Lale Devri mimarisinin karakteristiklerini yansıtan Bereketzade Çeşmesi (yeri gelmişken 1948-58 arasında -özellikle de 50'li yıllarda- bir çok tarihi yapı ya yer değiştirmiş ya da ortadan kaldırılmıştır).
İstanbul'da dolaşırken hep dikkatimi çekmiş bir olgudan söz etmek isterim. Bizans'tan beri kentin mekansal- sosyal ve işlevsel topoğrafyasına baktığımızda, daha sonraki modernleşme evresinde, nüfustaki artışa paralel olarak, çarpık, sadece abartılı ölçüde rantı gözeten kentleşme eğiliminin güçlendiği, ya da kentsel-mekansal kartların dramatik olarak yeniden dağıtıldığı devire kadar, sözü edilen topoğrafya da hemen hemen bir süreklilik görüyoruz. Mesela, Bizans devrinde, diyelim çarşı olan, veya muhafazakar yerleşimlerin olduğu bir yer, Osmanlı'da da , (uzunca bir süre) Cumhuriyet'te de bu karakterini sürdürebiliyor. Mesela, Galata, Fatih, Üsküdar, Kapalıçarşı-Mahmutpaşa- Uzun Çarşı hatları gibi. En azından yeni kapitalist birikim modellerinin rantçı müdahalesi gelinceye kadar (1950'lerin ikinci yarısı; 1980'lerin başlarından bu eğilimin halen sürmekte olduğu iki binli yıllara kadar) bu durumun pek değişmemiş olduğunu söylemek mümkündür. Bu sürekliliği, mekanların sosyal ve işlevsel karakterinde tespit edebildiğimiz gibi, onların içinde devam eden faaliyetin niteliği, buralardaki hakim zevk anlayışı itibarıyla da takip edebiliyoruz. Mesela, bizde Cumhuriyet'te ortaya çıkmış ve yakın zamanlara kadar gelmiş, Gazino eğlencesi kültürü, Galata ve Beyoğlu zevk anlayışının, tabii kalite olarak Galata'ya daha yakın, bir tür uzlaştırılmış hali gibi görülebilir.
Galata ve Beyoğlu'nun nüfus birleşiminde Cumhuriyet'in erken devresinde meydana gelen değişimi görmek bakımından yararlı olabileceğini düşündüğüm 1927 sayım sonuçlarını vermek istiyorum. Kaynağım Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi.: Müslüman %49,80; Rum 21,72; Ermeni 8,07; Yahudi 11,08; Katolik ("Löventen" bunu ben ilave ettim) %6,79; Öteki Hıristiyanlar %2,8 ve Diğer %0,46. Yani geç 1.Cumhuriyet'in "2.fethi" den hemen sonra buradaki nüfus aşağı yukarı Fatih'in fethinden sonraki oranlara yakın. Tabii Türk unsuru Cumhuriyette biraz daha ağırlık kazanmış. Oysa, halife 2.Hamid'in, birinci fethin rutinizasyonun şahikası olarak görülebilecek, paradoksal olarak, ilkinden önce gelen "2.Cumhuriyeti"nde tablo Türk ve müslüman nüfus aleyhine anlamlı oranda bozulmuştu.
Bitirirken, Osmanlı İstanbul'unun idari olarak, bugünkü terimleri kullanacak olursak, İstanbul metropol (yani Suriçi İstanbul veya "İstanbul kazası") ve Eyüp, Galata ve Üsküdar banliyöleri olmak üzere üç bölgeye ayrılmış olduğunu hatırlatmak isterim. İstanbul kazasında Fetih'den itibaren müslüman nüfusun her zaman yüksek olduğunu görüyoruz. Bunu mahalle ve semt isimlerinden de (henüz "sokak" yok tabii) anlamak mümkün oluyor. Cumhuriyet'ten sonra, kendi gözlemlerim dolayısıyla da biliyorum, gayrimüslim nüfus sürekli olarak Galata, Beyoğlu ve ötesine doğru yerleşme eğiliminde olmuştur.
Aslında bu durumun, en azından, 17.yüzyıldan itibaren devam eden bir eğilim olduğu anlaşılıyor. Prof Münir Aktepe 1957 tarihli İstanbul Enstitüsü Dergisi'nin 3.sayısında çıkan bir yazısında, Avarız Defteri (Avarız hem müslüman halka hem de gayri müslim halka savaş gibi olağanüstü şartlarda salınan vergi anlamına geliyor) kayıtlarına dayanarak 17.yy başlarındaki İstanbul kazası hane ve nüfus yapısı hakkında bilgiler veriyor. Buna göre, kentin en kalabalık iki grubu, 1550 haneyle Müslümanlar ve 1255 haneyle Yahudilerdir. Hristiyan nüfus ancak 213 haneden ibarettir. Yahudi nüfusun kalabalıklığı, hem Istanbul'a doğru Yahudi göçü hakkında bir fikir veriyor. Hem de genel olarak hıristiyan aleminden gelen bu nüfusun geldiği yerde de, zorunlu iskan bir etken olsa da, hıristiyan nüfus yerine müslüman nüfusa yakın yaşamayı tercih ettiğini gösteriyor. Tabii bu durum Tanzimat'la birlikte değişecekti. Aktepe'nin rakamlarına göre 17.yy ortalarına kadar İstanbul kazasındaki toplam hane sayısı 3 binden biraz fazladır. Buna göre çok yoğun bir nüfusun olmadığı söylenebilir.
Bu arada aklıma gelmişken, bu caddeye "Tersane" adının verilmiş olması isabet olmuş. Bilindiği gibi, Osmanlı devrinde, kısmen de olsa halen, denizcilikle ilgili malzemeler bu caddenin uzandığı iki köprü arasındaki alanda satılırdı. Gemi bakımları da burada yapılırdı. Liman bölgesi yani. Ha unutmadan, eski adı Gazi Köprüsü olan, Unkapanı Köprüsü'nün Şişhane'ye bağlandığı noktada bulunan Sokollu Camisi'nin civarında, Koçu merhumdan öğrendiğimize göre, 3-5 adet maymuncu dükkanı varmış. "Gemici malzemesi" muamelesi gören maymunlar kafesleri içinde alıcılarını beklerlermiş. Neden gemici malzemesi muamelesi görüyorlardı? Bilindiği gibi o devirlerde, açık denizlerde korsanlık hayli yaygın (şimdi de var, özellikle Hint Okyanusu'nda, petrol tankerlerini hedef seçiyorlar). Bu maymunlar gemilerde güverte direğine çıkartılıyor, ufukta bir gemi belirdiğinde, çıkardıkları seslerle gemicileri uyarıyorlar. Yani bir tür radar işlevi görüyorlar.
Bir kaç kez onarılmış Kuledibi'ndeki Bereketzade Çeşmesi |
Kapitalist ilişkiler üzerinde yükselen modern kentsel mekanlara baktığımızda, bir tarafta, festivaller, karnavallar, balolar ve davetlerle, lüks konutlar ve alışveriş mekanlarıyla burjuva hayat tarzının zengin yüzünü yansıtan mekanlar görürüz. Örnekse, Pera olduğu zamanda, İstiklal Caddesi. Bir de hemen bu zenginlik yansıtan mekanların etrafında, burjuva ekonomisine bir ast sınıf olarak eklemlenmiş nüfus kesimlerinin yerleşik olduğu (mimari olarak olmasa da, hayat kaliteleri olarak bir tür gecekondu veya slam kimliği taşıyan binaların bulunduğu) mekanlar vardır. Bu mekanlar Beyoğlu'na nazaran, geleneksel İstanbul değil, özellikle Rum Tarlabaşı, yine çoğunluğu Rum ve kısmen Ermeni Osmanlı Tatavlası (Bizans'ta Hristos Tepesi, Cumhuriyet'te Kurtuluş), nüfusun müslüman ahaliyi de ihtiva eder şekilde karışık olduğu, Kasımpaşa, Tophane gibi mahallerdir.
O zamanki nüfusun karışık olduğunu söylememizi olanaklı kılan önemli bir gösterge, cemaatlerin ibadethaneyi merkez alan yerleşim tercihleri dolayısıyla farklı cemaatlere tekabül eden ibadethanelerin, türbelerin, mezarlıkların, hayratların varlığıdır. Müslüman yapılarına örnek olarak, Beyoğlu civarında, Asmalı Mescit ve yatır mezarı, yerinde İsveç Elçiliği'nin bulunduğu Yavuz devrinden kalma eski Mevlevihane, Tepebaşı'nda bulunan müslüman mezarlığı (Petit Champs'da bulunan Latin mezarları sonradan Feriköy'deki Latin Mezarlığı'na taşınmıştır), İngiliz Elçiliği altındaki Yavuz'un süt ninesi olan, Kamer Hatun Camisi ve türbesi ve Aynalıçeşme (ki bu eserlerin en eskileri 2.Bayezit ve Yavuz devirlerinden kalmadır). Yine mesela, Tophane tarafındaki 1492 tarihli Tomtom Kaptan Camisi. Özgün yeri Galata Bedesteni'ne yakın iken 1950'de Kuledibi'ndeki şimdiki yerine taşınmış, mahalin ilk Osmanlı voyvodasıyken çeşmenin yakınında bulunan ve kendi adıyla anılan sur kapısını ve 1948'de yıkılmış mescidi yaptırmış Bereketzade Ali Ağa'ya izafeten Bereketzade Çeşmesi adıyla anılan, (bugünkü Defterdar yokuşuna adını veren) Defterdar Mehmet Efendi tarafından 1732 tarihinde yaptırılmış, Lale Devri mimarisinin karakteristiklerini yansıtan Bereketzade Çeşmesi (yeri gelmişken 1948-58 arasında -özellikle de 50'li yıllarda- bir çok tarihi yapı ya yer değiştirmiş ya da ortadan kaldırılmıştır).
Lövanten Said.N.Dohani ,Osmanlı hariciyecisinden Naum Paşa'nın oğlu |
"Kızıl Sultan" 2.Abdülhamid (Ona sakallarının rengi dolayısıyla "kızıl" lakabını takan Batılı devletlerdir) |
Mızıkay-ı Humayun müdürü Donizetti Paşa |
galata bedesteni dıştan nişli bir detay |
Bedesten Pazar günü olduğu için kapalı. Yoksa sair günler onu fark etmeniz bile güçtür. |
Ceneviz sur kalıntsı ve Bedesten arasındaki kalıntı yapılar |
Bugüne kalmış bir Ceneviz suru. Önü dolgu ve deniz. Bu durumda sur tepesindeki ev de lebi derya oluyor. |
Surla bağlantılı duvar kalıntısı |
Surun deniz tarafından görünüşü. İki katlı dükkanlar ve bekar odaları. |
Surun bacası bile var. |
Ayazpaşa tarafından bedestenin görünüşü |
Lüleci Hendek Sokak, Yüksekkaldırım tarafından sağda StBenoit arka duvarı |
Lüleci Hendek'te bir apartman |
Galata ve Beyoğlu'nun nüfus birleşiminde Cumhuriyet'in erken devresinde meydana gelen değişimi görmek bakımından yararlı olabileceğini düşündüğüm 1927 sayım sonuçlarını vermek istiyorum. Kaynağım Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi.: Müslüman %49,80; Rum 21,72; Ermeni 8,07; Yahudi 11,08; Katolik ("Löventen" bunu ben ilave ettim) %6,79; Öteki Hıristiyanlar %2,8 ve Diğer %0,46. Yani geç 1.Cumhuriyet'in "2.fethi" den hemen sonra buradaki nüfus aşağı yukarı Fatih'in fethinden sonraki oranlara yakın. Tabii Türk unsuru Cumhuriyette biraz daha ağırlık kazanmış. Oysa, halife 2.Hamid'in, birinci fethin rutinizasyonun şahikası olarak görülebilecek, paradoksal olarak, ilkinden önce gelen "2.Cumhuriyeti"nde tablo Türk ve müslüman nüfus aleyhine anlamlı oranda bozulmuştu.
Bitirirken, Osmanlı İstanbul'unun idari olarak, bugünkü terimleri kullanacak olursak, İstanbul metropol (yani Suriçi İstanbul veya "İstanbul kazası") ve Eyüp, Galata ve Üsküdar banliyöleri olmak üzere üç bölgeye ayrılmış olduğunu hatırlatmak isterim. İstanbul kazasında Fetih'den itibaren müslüman nüfusun her zaman yüksek olduğunu görüyoruz. Bunu mahalle ve semt isimlerinden de (henüz "sokak" yok tabii) anlamak mümkün oluyor. Cumhuriyet'ten sonra, kendi gözlemlerim dolayısıyla da biliyorum, gayrimüslim nüfus sürekli olarak Galata, Beyoğlu ve ötesine doğru yerleşme eğiliminde olmuştur.
Aslında bu durumun, en azından, 17.yüzyıldan itibaren devam eden bir eğilim olduğu anlaşılıyor. Prof Münir Aktepe 1957 tarihli İstanbul Enstitüsü Dergisi'nin 3.sayısında çıkan bir yazısında, Avarız Defteri (Avarız hem müslüman halka hem de gayri müslim halka savaş gibi olağanüstü şartlarda salınan vergi anlamına geliyor) kayıtlarına dayanarak 17.yy başlarındaki İstanbul kazası hane ve nüfus yapısı hakkında bilgiler veriyor. Buna göre, kentin en kalabalık iki grubu, 1550 haneyle Müslümanlar ve 1255 haneyle Yahudilerdir. Hristiyan nüfus ancak 213 haneden ibarettir. Yahudi nüfusun kalabalıklığı, hem Istanbul'a doğru Yahudi göçü hakkında bir fikir veriyor. Hem de genel olarak hıristiyan aleminden gelen bu nüfusun geldiği yerde de, zorunlu iskan bir etken olsa da, hıristiyan nüfus yerine müslüman nüfusa yakın yaşamayı tercih ettiğini gösteriyor. Tabii bu durum Tanzimat'la birlikte değişecekti. Aktepe'nin rakamlarına göre 17.yy ortalarına kadar İstanbul kazasındaki toplam hane sayısı 3 binden biraz fazladır. Buna göre çok yoğun bir nüfusun olmadığı söylenebilir.
Kurşunlu han'ın avlu ortasındaki orijinalliğini yitirmiş merdivenler |
Kurşunlu hanın giriş kapısının hemen solunda bulunan muhtemelen 20.yy başlarında inşa edilmiş Enomotarci Han |
ana kapıdan girilince manzara |
Kapı orijinal olmalı |
hanın metruk bir görüntüsü var |
Yelkenci Han dış duvarları |
Tersane caddesi sonundan Azapkapısı'na bağlanan Ceneviz suruna bakış. |
Emekyemez'den aşağıya inen duvar. Şimdi metro şantiyesi içinde. |
Duvarın Şişhane tarafındaki ucundan aşağı bakış. Görüyorsunuz bu duvar sahildeki duvara doğru yokuş aşağı gidiyor. |
Duvarın dış yüzünden görüntüsü |
Duvarın üzerinde bir mazgal deliği |
Tersane Caddesi'nden Eflatun sokak. |
saksı han ön cepheden |
Bir zamanlar Galata Mahkemesi'nin hapishanesi olabileceği tahmin edilen Ceneviz han. Perşembe Pazarı sokağında, Saksı Han'ın karşı köşesinde. |
Serpuş Hanın Eski Tay Çıkmazı tarafından görünümü. Yolun eğimine göre şekil verilmiş. |
Serpuş Han hayli ensiz bir alana sıkışmış izlenimi veriyor. |
Girişten sonra yer alan iki kat. Girişte dükkan ya da oda yoktur. |
Metal işleriyle uğraşan atölyeler handaki iş kolunu teşkil ediyor. |
İnerken merdivenin sağındaki örme taş duvar. Sur duvarı gibi. |
Serpuş hanın içinden cümle kapısı ve koridoru. |
Serpuş Han. Girişte sağ taraftaki duvardan bir detay. |
Perşembe Pazarı Sokağı'nda, saksı han'ın karşı köşesinde eski hapishane olabileceği iddia edilen Ceneviz Han. Han, Saksı Han'la yaşıt görünüyor. |
Sahilde artık bir tanesi kalmış olan caddenin kara tarafındaki binaların Ceneviz surlarına dayandığı net olarak görülüyor. |
İşte bir makaracı. İskele babaları da satıyor. |
Karaköy Postanesi |
Bir zamanlar meşhur mimar Marko Laggas'ın ofisiymiş. Şimdi PTT binası. Mimar Laggas'ın ofisi bir ara Vallaury'nin, Mongeri'nin ofisleri gibi Sen Piyer Han'da idi. |
Tersane caddesi ve alet edavat satıcıların yer aldığı S.Evren caddesi arasındaki geçit |
çok güzel bir blog,tesadüfi rastgeldim her zamanda gelmeye çalışacagım emeginize sağlık ,yalnız abdülhamit resminin altına kızıl sıfatını yakıştırmasa idiniz cok makbul olurdu sadece şahsi fikrim , emeğinize sağlık
YanıtlaSilemeklerinizin karşılığı ödenmez, görülüyorki baya zaman harcamışsınız. germişte ne hayatlar yaşandı bu topraklarda insan düşününce duygulanmadan edemiyor. tarihe yapılan vandalizmin ise sonu yok malesef.
YanıtlaSilTesekkur ederim
YanıtlaSilJeffrey
Puslu Kıtalar Atlası'nı okuyup bloga denk geldim, bu degerli bilgiler için cok tesekkurler
YanıtlaSilçok çok çok beğendim Galata'da oturuyorum. Bu yazıyı okuduktan sonra galata'da gerçekten oturduğumu sorgulamaya başladım. Bilgiler için çok teşekkürler gezeceğim buraları.
YanıtlaSil